27 Aralık 2011 Salı

Mezhepler Arasında İhtilaf Sanılan Konular Aslında Müslümanlar için Kolaylıktır 3

BÜTÜN bunların yanısıra farklı iklimin, coğrafi özelliklerin, örf ve adetlerin mezhepler arasındaki farklılığın oluşmasında büyük etken olduğu bir gerçektir.

Mezhep imamları, ihtilafları şahsi arzularının çok dışında tutmuşlar ve yalnızca Allah (cc) rızasını gözetmişlerdir. Hepsi de sadece kendi görüşlerinin doğru olduğunu iddia etmemiş, böyle olmasının daha uygun olabileceğini söylemişlerdir.

Nitekim İmam-ı Azam şöyle söylemiştir:

"Bizim düşüncemiz bir görüşten ibarettir ve elde ettiğimiz en güzel görüştür. Birisi bizim görüşümüzün daha güzelini ortaya koyarsa, bizden çok ona uyulması gerekir." (Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 354)

Mezhep imamlarının hayatları incelendiğinde birbirlerini incitmek bir yana, daima birbirlerinden istifade ettikleri ve aralarında saygı bağı olduğu görülür. Ömer Nasuhi Bilmen, İlmihalinde bu saygının Ehl-i Sünnet'in bir alameti olduğunu şöyle bildirmektedir:

... Bu dört müçtehide ait dört mezhebden her birinin bağlıları, kendi mezheblerinin daha doğru, daha isabetli, sünnet ve maslahata daha uygun ve daha elverişli olduğuna inanır. Aksi halde o mezhebi seçmelerinin bir manası kalmaz.

Bununla beraber diğer mezheblerin kıymetini azaltmak da akıllarından geçmez. Bu dört mezhebin dördüne de saygı duyarlar. Bu saygı Ehl-i Sünnet'in bir alâmetidir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s.42)

Mezheplerin aralarındaki ihtilaf yıkıcı değil yapıcıdır. Ayrıca bu ihtilaf Allah (cc)'ın "ayrılığa düşmeyin" emriyle çelişmez, çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi mezheplerin birden fazla oluşu, inananlar için her zaman rahmet olmuştur.

20 Aralık 2011 Salı

Mezhepler Arasında İhtilaf Sanılan Konular Aslında Müslümanlar için Kolaylıktır 2

İmam Malik, "Sünnetler Nuh'un gemisi gibidir. Kim o gemiye binerse kurtulur, kim binmezse boğulur."

İmam Ahmed bin Hanbel, "Bir çok bid'at ortaya çıktı. Her kim hadis bilmiyorsa o bid'atlara düşer."

Ehl-i Sünnet mezhep imamlarının, sünnetin fazileti konusunda aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak kimi zaman bu hadisleri anlamada birbirinden farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun yanısıra mezhep imamlarının hadis bilgisinin birbirinden fazla veya farklı oluşu değişik hükümlerin çıkmasına sebebiyet vermiştir. Mezhep imamları bir konu kendilerine ulaştırıldığında ilk önce Kur'an'a başvururlardı. Kur'an'da o konu ile ilgili hükme rastlamadıklarında Peygamberimiz (sav)'in sünnetine bakılırdı. Sünnette de bulunamazsa sahabenin o meseledeki tavrına bakılırdı. Bundan da bir sonuç alınamazsa, içtihat ile karar verilirdi. İçtihadlar farklı olabildiği için mezhepler arasında bazı farklılıklar meydana gelmiştir.

Teknik olarak hadislerin tam olarak bir kişi tarafından bilinebilmesi imkansızdır. Nitekim İmam şafii şöyle söylemiştir.

"Sünnetlerin hepsini bilen, bilmediği hadis olmayan herhangi birisini bilmiyorum. Bütün hadis alimlerinin ilimleri bir araya getirilirse o zaman bütün sünnet bilinmiş olur. Alimlerin hadisleri dağınık olduğuna göre, her alimin bilmediği hadis elbette olacaktır. Birinin bilmediği hadisleri bir başkası bilmektedir."

Peygamberimiz (sav)'in kimi zaman yaptığı fiiller bazılarına göre zorunlu ibadet kapsamında görülmüş, bazılarına göre nafile olarak yorumlanmıştır. Ehl-i Sünnet mezheplerinde bunun bir çok örneği bulunmaktadır. Ayrıca Peygamberimiz (sav)'in yaptığı bir hareketi tam anlayamamak ya da hareketin yarısından itibaren şahit olmak bazı farklılıklara sebebiyet vermiştir.

Sahabelerin sözleri mezhepler arasındaki farklılıkların diğer bir unsurudur. Mesela Hanefi ve Malikiler sahabenin sözlerini kıyasa tercih ederlerken şafiiler sahabe sözünü bazı durumlarda kabul etmezler. Bu durum farklı fetvaların oluşmasına neden olur.

13 Aralık 2011 Salı

Mezhepler Arasında İhtilaf Sanılan Konular Aslında Müslümanlar için Kolaylıktır 1

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat mezhepleri arasındaki farklılıklar İslam dünyasına zarar değil aksine büyük fayda sağlamıştır. Mezhep imamlarının her biri kendi içtihadını anlatmış ama birbirlerini ortadan kaldırma gibi bir yola gitmemişlerdir. Hadiste de belirtildiği gibi saygı içinde oluşan bir ihtilafın rahmet olacağı açıktır ve tarih, bunun rahmet olduğunu göstermiştir. Zaruri durumlarda bir mezhep mensubunun başka bir mezhebi taklit edebilmesi kolaylığı bu rahmetin en açık göstergesidir.

Zira Ömer b. Abdulaziz bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Resulullah'ın ashabının fıkhi meselelerde ihtilafa düşmemesini istemezdim. Çünkü onlar bir görüşte toplansalardı insanlar zora düşerdi. Bir kimse onlardan birisinin sözüne sarılırsa, bu kendisi için sünnet olur." (Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 21)

Ehl-i Sünnet itikadı içerisinde, uygulama alanındaki her türlü samimi düşünce, içtihat ve yorumun İslam'ın değişik çevre ve coğrafyalara yayılmasını kolaylaştırdığı bilinen bir gerçektir.

Sahabenin farklı yorumlarına zemin hazırlayan sebeplerin en başında hadislerin değişik yorumlanması gelir. İslam'ın, Kuran'dan sonra en önemli kaynağı sünnet, yani hadislerdir. Mezhep imamları sünnete sarılmanın önemi üzerinde durmuş ve sünnetten kopanların hüsrana uğrayacağını söylemişlerdir.

Mezhep imamları, Sünnet-i Seniyye'ye uymanın önemini şu sözleriyle vurgulamışlardır.

İmam-ı Azam, "İçlerinde hadisle meşgul olanlar bulunduğu müddetçe insanlar kurtulmuşlardır. Ne zaman ilmi, hadisin dışında ararlarsa, o zaman bozulurlar. Allah'ın dini ile ilgili bir konuda şahsi görüşünüze göre hüküm vermekten sakınınız, sünnete tabi olunuz. Kim sünnetten ayrılırsa sapıtır." (Eş-şa'rani, el-Mizanü'l Kübra, 1:51)

İmam şafii, "Resulullah'tan bir hadis rivayet ettiğim halde o hadisten başka bir hükme varırsam, beni hangi gökyüzü gölgelendirir, hangi yeryüzü taşır."

22 Kasım 2011 Salı

Ehli Sünnet kimdir?

Ehl-i Sünnet demek, Kur'an ve sünnetin öğrettiği şekilde inanan ve yaşayan Müslümanlar demektir. Ebedi kurtuluşa vesile olacak imanı bilmek ve Allahu Teala'yı tanımak, ancak Ehl-i Sünnet itikadına sahip olmakla mümkündür. Sünnete uymak için Peygamberimiz (sav)'in Kur'an'a dair uygulamalarını ve Ashab-ı Kiram'ı tanıyıp, takip etmek gerekir. Çünkü onlar, bizimle sünnet arasında bir köprü vazifesi görmektedir.

İman ve İslam konusunda Ashab'ın yerini ve gereğini Allah Resulü (sav) Efendimiz şöyle belirtmiştir:

"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak; birisi hariç diğer hepsi Cehennem'de olacak" Oradakiler, hayretle: "O kurtulacak grup hangisidir Ya Resulullah" diye sordular, Efendimiz (s.a.v): "Benim ve Ashabımın yolunda olanlar." buyurdu. (Tirmizi, İman; 18)

Bu kurtulan fırkaya "Fırka-i Naciye" (selamete kavuşanlar) denir. Bu fırkanın bir diğer ismi de "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" (Peygamberin ve onun Ashabının yolunda olanlar) fırkasıdır.

İtikad ve amelde bütün hak mezheplerin buluştuğu nokta Kur'an ve sünnetin çizdiği noktadır. Bu mezheplerin bütün çabaları Allahu Teala'nın ve Resulünün (sav) muradını anlamak, anlatmak ve yaşamaktır.

Ehl-i Sünnet anlayışını anlatırken Selefiliği de anlatmak gerekir. Selefilik adı, halef-seleften gelir ve selef, Hz. Peygamber (sav)'e en güzel şekilde uyan ilk nesle ve onları güzelce takip edenlere verilen genel bir isimdir. Selef akidesi itikadi mezheplerin ortaya çıkmasından önceki Müslümanların akidesidir. Yani Ashab-ı Kiram'ın ve Tabiin (Ashabı görüp onlardan feyz alan) neslinin akidesidir. Bu mezhebin temel anlayışı, ayet ve hadislerin verdiği haberleri olduğu gibi kabul etmektir. Daha sonraları Müslümanların arasında itikat alanında iki hak mezhep doğmuştur. Bunlar, Maturidiyye ile Eş'ariyye mezhepleridir.

Maturidiyye mezhebinin kurucusu İmam Maturi'dir (rah). Tam adı Muhammed b. Muhammed'dir. Künyesi Ebu Mansur olup, daha çok Ebu Mansur Maturidi diye anılır. Hicri 238, Miladi 852 tarihinde Semerkand'ın Maturid köyünde doğmuştur. Doğduğu yere nisbet edilerek "Maturidi" diye anılmaktadır. Hicri 333, Miladi 944 tarihinde yine Semerkand'ta vefat etmiştir. Genel usulü, vahiyle birlikte aklı da kullanmak ve gerektiğinde ayet ve hadisleri akılla yorumlamaktır. Hanefiler ve Türklerin çoğu itikatta Maturidi mezhebini benimsemişlerdir.

Eş'ariyye mezhebinin imamı Ebu'l-Hasen el-Eş'ari'dir. Asıl adı Ali b. İsmail olup, Hicri 260, Miladi 873 tarihinde Basra'da doğmuştur. Nesebi, Ashab-ı Kiram'dan Hz. Ebu Musa el-Eş'ari'ye ulaştığı için ona nisbetle "Eş'ari" diye anılmıştır. Hicri 324, Miladi 936 tarihinde Bağdat'ta vefat etmiştir. Amelde şafii mezhebine bağlı olduğu için itikadi görüşleri daha çok şafiiler arasında benimsenip yayılmıştır. Malikiler de itikatta bu mezhebi benimsemişlerdir. Maturidiler ile Eş'ariler, çok az konuda farklı görüşlere sahiptirler.

Maturidiyye ve Eş'ariyye mezhepleri Ehl-i Sünnet inancını temsil etmektedir. Bunlardan başka bir çok itikadi görüş ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bunların başında Hariciyye, Mu'tezile, Mürcie, Cebriyye ve Müşebbihe grupları gelir. Bunların da bir çok kolları mevcuttur. Bu gruplar Ehl-i Sünnet'i temsil etmemektedir.

Ehl-i Sünnet'in içinde farklı mezheplerin hepsi hak dairededir ve doğru yol üzerindedir. Aralarındaki farklılık fitne değil, rahmet olacak şekildedir. Onun için bir mezhebe bağlı mümin, diğer hak mezhebi de tasdik etmelidir.

Fıkıh ve itikad alanında ortaya çıkan hak mezhepler Kur'an ve sünnet çizgisinden ayrılmazlar. Mezhep, yeni bir din değil, dinimizin itikat, ibadet, ahlak ve terbiye alanında hizmet veren kollarıdır. Dinin aslı nasılsa o şekilde bir anlayışla ifade edilmesidir. Hepsi ciddi bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Hepsinin kaynağı Kur'an ve sünnettir.

Bir mümin itikadını düşündüğü gibi, fıkhını ve ahlakını da düşünmek zorundadır. Çünkü her birisi diğerinin parçası ve tamamlayıcısıdır. Fıkıh insanın, hayatının her alanında kendi lehindeki ve aleyhindekileri bilmesi demektir. Din; iman, ibadet ve güzel ahlaktan oluşmaktadır.

15 Kasım 2011 Salı

Hanefi Mezhebi ve İmamı Azam Ebu Hanife

İmam-ı Azam, Hicri 80 yılında Küfe'de doğmuştur. Asıl adı Numan b. Sabit'tir. Yaşadığı bölge itibariyle bazı rivayetlerde onun Türk asıllı olduğu söylenmektedir. Ticaretle uğraşan varlıklı bir insan olan babası, Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliği sırasında onun hayır duasını almıştır.

İmam-ı Azam genç yaşta Kur'an'ı ezberledi. Arap dili ve edebiyatı, fıkıh, hadis ve kelam ilimlerinde kendisini geliştirdi. Bulunduğu yöredeki sapkın dini görüşlere sahip olan insanlarla tartışarak birçoğunu ikna etmeyi başardı. Böylece Ebu Hanife ismi duyulmaya başladı.

İlmi, zekâsı, zühd ve takvası çok yüksekti. İctihadındaki yükseklik, mezhebindeki kolaylık ve mükemmellik bütün Müslümanlar tarafından benimsenmiştir.

O dönemde fıkıh konusunda büyük bir ihtiyaç vardı. İmam-ı Azam ticareti bırakarak bu konulara yöneldi. Bu arada kendisini daha da geliştirerek Kur'an ve sünnetten hüküm çıkarmaya, hadis rivayetlerini araştırmaya, sahabenin ihtilafa düştüğü konuları öğrenmeye koyuldu.

30 yıllık medrese hayatı boyunca 4.000'den fazla öğrenci yetiştirdi. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Hasan b. Ziyad gibi her biri başlı başına müçtehid olan öğrenciler yetiştirmiştir.

İmam-ı Azam, talebelerine şu esasları tatbik ettikleri takdirde ilimlerinin sağlam temellere oturabileceğini söylemiştir:

1) Bir ilim meclisine devam etmek ve bu meclisin genel havasını teneffüs etmek.

2) Alimlerle birlikte olmak ve bulundukları çağdaki her türlü fikir hareketiyle temasta bulunmak.

3) Kendisine önemli ve üstü kapalı meseleleri açıklayan üstadının yanından ayrılmamak.

İmam-ı Azam, bir çok İslam alimi ile biraraya geldikten sonra, çağın en büyük alimlerinden Hammad b. Ebu Süleyman'a bağlanır. Çok şey öğrendiği hocası vefat edince bütün gözler ona çevrilir.

Irak valisi Yezid b. Hubeyre tarafından İmam-ı Azam'a kadılık teklif edilir. İmam-ı Azam bu teklifi reddedince günlerce süren işkencelerden sonra hapsedilir. Fakat halkın tepkisinden korkulduğu için kısa bir süre sonra serbest bırakılır.

Uzun süre Hicaz'da yaşayan İmam-ı Azam, yönetim Abbasiler'e geçince tekrar Küfe'ye döndü. Fakat Abbasi yönetiminde de değişen pek bir şey olmamıştı. Abbasi Halifesi El Mansur kendisine Bağdat kadılığı teklif ettiğinde, onun cevabı şöyle oldu: "Eğer ben bu vazifeyi kabul etmediğim takdirde Fırat nehrinde boğulmakla tehdit edilirsem, boğulmayı tercih ederim. Sizin etrafınızda ikrama ihtiyacı olan çoktur." Bu cevap üzerine Abbasi Halifesi El Mansur, onu fikirlerinden döndürmek için günlerce işkence yaptırdı. İşkence sırasında sağlığı bozulunca İmam-ı Azam, Hicri 150 yılında Bağdat'ta vefat etti. Türbesi hâlâ her yıl yüzbinlerce Müslüman tarafından ziyaret edilmektedir.

İmam-ı Azam'ın ölümünden sonra talebeleri, onun içtihadlarını, rivayet ettiği hadisleri sistemli bir hale getirerek yeni eserler oluşturdular. İmamlarının görüşlerinin ışığında yeni hükümler çıkararak İslam coğrafyasına dağıldılar. Böylece İmam-ı Azam'ın görüşleri bir mezhep halini aldı. Günümüzde, Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Sibirya, Çin, Pakistan, Arnavutluk, Mısır, Filistin, Suriye ve Irak'ta yaşayan Müslümanlar Hanefi mezhebine göre amel etmektedirler.

İmam-ı Azam'ın günümüze ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: El-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib,.

İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin eserlerinden bazı alıntılar örnek vermek gerekirse;

"Elinden geldiği kadar insanlara sevgi göster. Herkese selam ver, isterse aşağı kimseler olsun. Başkalarıyla bir mecliste toplanır, aranızda bazı meseleler münakaşa edilirse ve senin bildiğine muhalif bir şey söylenirse sen onlara muhalefet etme. şayet sana sorarlarsa onlara bildiğin gibi haber ver, sonra bu hususta şöyle şöyle başka kavil de vardır, delili de şudur, diyerek kendi bildiğini söyle, böylelikle seni dinlerler ve senin ilminden dereceni anlarlar.

Sana gelenlerin hepsine başka başka bilgiler ver, her biri senden bir şey öğrensin. Onlara kıymetli şeyler ver, ehemmiyetsiz şeylerle uğraşma. Onlarla arkadaş gibi ol, hatta şaka yollu latifeler yap. Zira dostluk ve samimiyet ilme devamı sağlar. Onlara yumuşak davran hoş muamele et. Onlardan hiçbirine can sıkıntısı ve bezginlik gösterme. Kendini onlardan biri imiş gibi tut.

Denemedikçe kimsenin dostluğuna güvenme. Alçak ve hasis olan kimseyle dost olma. Güzel ahlaklı geniş yürekli ve derya gönüllü ol. Elbisen temiz ve yeni olsun. Binek atın iyi olsun. Güzel kokular kullan. Yemek yedirmekte cömert ol ve herkesi doyur. Bir fitne fesad duydun mu onu ıslah için koş. Seni ziyaret edenleri de, etmeyenleri de sen ziyaret et. Sana ister iyilik yapsınlar, ister kötülük sen daima iyilik yap. Affet ve bazı şeylere göz yum. Sana eziyet veren şeyleri terket, hakkı yerine getirmeye çalış. Arkadaşlarından hastalananları ziyaret et, göremediklerinin durumunu soruştur. Sana gelmeyenlerle sen alakadar ol." (Ebu Hanife'nin Öğrencisi Yusuf'a vasiyetinden)

Bilmiş ol ki amel ilme uyar. Nasıl ki aza gözün görmesi sayesinde hareket eder. Az dahi olsa amel ile ilim, çok amel ile cehaletten daha faydalıdır. Bu şuna benzer: Çölde bir adamın yanında az miktar azık bulunsa bile doğru yolu biliyorsa kurtulur. Bu adamın durumu yanında çok azık bulunup da yolu bilmeyen adamın durumundan daha hayırlıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıllı olanlar anlar.' (Osman Keskioğlu, Ebu Hanife, M. Ebu Zehra, s. 177 )

İmam-ı Azam'ın Ebu Yusuf'a öğütlerinin bir kısmı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin Marifetname isimli eserinde geçmektedir. Aşağıdaki alıntılar bu eserden alınmıştır:

"İnsanların iyiliğini isteyici ol ve onlara nasihat et. Halk, hareketlerini beğenip seninle görüşmek istediğinde onların sohbetlerine git. Meclislerinde insanları ve kendini tevkir ile ilim müzakere edesin.

Her taleben kendisini senin oğlun bilsin. İlme çalışma gayretleri her geçen gün çoğalsın. Seni dinlemeyen avamla ve pazardakilerle konuşma. Doğruyu söylemekte kimseden çekinmeyesin. İbadetin avamdan çok olsun, az olmasın. Küfür ve bid'at ehl-i ile oturup konuşma, müsait ortam olursa dine davet et. Bu nasihatleri bizden canı gönülden kabul et. Zira bunları senin ve herkes için vasiyet ettim. Bu yolda gidesin, halkı da Hak yoluna getiresin."

1 Kasım 2011 Salı

Yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu aramanın kazandırdıkları

İnsanların büyük bir bölümü hayatları boyunca hep birilerinin hoşnutluğunu, beğenisini ve sevgisini kazanmaya çalışırlar. Arkadaşlarının, patronlarının, iş arkadaşlarının, site sakinlerinin, izleyicilerinin, çocuklarının... Böyle bir anlayıştaki insanın hayat şeklinden giyimine, konuşma üslubundan dinlediği müziğe kadar herşeyinde beğenisi hedeflenen biri vardır. Bu, birçok yönden çok zor, sıkıcı, yorucu ve yıpratıcı bir hayattır. Herşeyden önce, başka insanların hoşnutluğunu arayan bir insan, vicdanını çoğu zaman baskı altına almak durumunda kalacaktır. Örneğin, yeni tanıştığı bir arkadaş grubundan dışlanmamak, kendisini kabul ettirebilmek için, bu insanlarda gördüğü yanlış tavırları söylemeye, onları uyarmaya çekinir. Yalnız kalma ve çevresindekileri kaybetme korkusu ile hayatı boyunca vicdanının emrettiklerinden tavizler verir. Bu, önceleri onda büyük bir vicdani sıkıntı oluştururken bir süre sonra tamamen vicdanı körelir ve artık doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt edemeyecek duruma gelir.

Aynı anda birçok insanı memnun etmek için çabalayan bir kişiyi bekleyen diğer bir zorluk ise, birini memnun ederken diğerini kızdırma ihtimalidir. Bir insan arkadaşlarını memnun ederken ailesini, ailesini memnun ederken arkadaşlarını kızdırıp kaybedebilir. Veya patronunun gözüne girmek için elinden geleni yapan bir insan iş arkadaşlarının hoşnutsuzluğunu kazanabilir. Tüm bunların sonucunda ise, böyle bir insanın yaşamında her halükarda huzursuzluk, tedirginlik ve memnuniyetsizlik olacağı açıktır.

Oysa samimi bir Müslüman sadece Allah'ın hoşnutluğunu arar. Onun için çevresindeki insanların ne diyeceği değil, Allah'ın emrettikleri önemlidir. Allah'ın rızasını aramak ve ona göre hareket etmek ise her zaman dosdoğru olan yoldur. Allah bir ayetinde sadece Allah'ın rızasını arayanla, birbiriyle geçimsiz birçok ortaklı sahipleri olan bir adamın durumu arasındaki farkı şöyle bildirir:

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)

Ayette belirtildiği üzere insanın yaşayışına uygun olan yalnızca Allah'ın hoşnutluğu üzerine kurulmuş bir yaşamdır. Said Nursi de Allah'ın rızasını kazanmak için gayret etmenin her zaman çok kolay bir hayat getireceğini şöyle açıklamıştır:

"Amelinizde rıza-yı İlahi olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara kabul ettirir. Onları da razı eder." (Lem'alar, s. 154)

Bediüzzaman'ın bu tefekkürü son derece önemlidir; gerçek ihlas ve samimiyetin de anahtarıdır. İnsan ancak Rabbimizin rızasını arayarak gerçek samimi dindar olabilir. Eğer yaptığı işlerde insanların veya başka varlıkların rızasına yöneliyorsa, o zaman muhakkak bu işin içine riya karışmış olur. Riyakar bir yapı ise insanı hem dünyada hem de ahirette zarara sokar. Öncelikle, insanların rızasını arayanlar, bekledikleri karşılığı hiçbir zaman göremezler. Bir insanın gözüne girmek, ona adeta "yaranmak" için çabalayıp dururlar ama karşılarındaki insan onların bu çabalarını takdir edemez. Zaten etse bile kendisi de aciz ve zavallı bir insandır. Herşeyin tek hakimi ve sahibi olan Allah, Kendi rızasını kazanmak için çabalayanları ise sonsuz cenneti ile müjdeler ki, cennet, insanın nefsinin arzu ettiği herşeyin hazır bulunduğu bir mekandır. Allah yalnızca Kendi rızasına uyanların kurtuluşa ereceğini şöyle bildirmiştir:

Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)

Sadece Allah'ın rızasına uymak her insana, dünyada ve ahirette en kolay, en güzel ve en neşe dolu hayatı getirecektir.

18 Ekim 2011 Salı

Farklı ırkların varlığı yaratılış delilidir

Farklı ırkların varlığı bazı evrim taraftarları tarafından evrim teorisine delilmiş gibi gösterilmeye çalışılır. Ancak bu tür iddiaların altında yatan problem, genetik bilimi hakkındaki bilgi eksikliği ya da genetik kuralların göz ardı edilmesidir. Çünkü bilimsel olarak da kanıtlanmıştır ki insan ırklarının zengin çeşitliliği evrimcilerin iddia ettiğinin aksine, Allah'ın insanı bir anda yoktan var ettiğini gösteren yaratılış delillerinden biridir.

Farklı ırkların varlığının sözde evrime delil olduğunu savunanların öne sürdükleri tez, "eğer canlılık İlahi kaynaklarda yer aldığı gibi, tek bir erkek ve kadınla başlamışsa birbirinden farklı ırkların nasıl meydana çıkmış olabileceği" sorusuna dayanır. Diğer bir ifadeyle, "Hz. Adem ve Hz. Havva'nın boy, ten ve diğer fiziksel özellikleri toplamda yalnızca iki kişiyi kapsadığına göre her biri farklı özelliklere sahip olan ırklar nasıl ortaya çıktı?" demektedirler.

Bugün yeryüzündeki insanlar arasında var olan ırk çeşitliliğinin nedenini anlamak için önce bu soruyla yakından ilgili olan "varyasyon" konusu hakkında genel bir bilgi sahibi olmak gerekir. Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" anlamına gelir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Varyasyonların kaynağı ise o türün içindeki bireylerin sahip olduğu genetik bilgidir. Bu bireylerin aralarındaki eşleşmeler sonucunda bu genetik bilgi yeni nesillerde değişik kombinasyonlarda bir araya gelir. Anne ve babanın kromozomları arasında genetik madde alışverişi olur. Böylece genler birbiriyle karışır. Bunun sonucu da bu bireyin fiziksel özelliklerinde bir çeşitlenme meydana gelmesidir.

İnsan ırkları ve insanlar arasındaki birbirinden farklı fiziksel özellikler de insan türüne ait 'varyasyonlar'dır. Yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.

Varyasyon potansiyelini anlamak için, sarışın ve mavi gözlü bireylere sahip bir toplum ile esmer ve siyah gözlü bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumu ele alalım. Her iki toplumun zaman içinde birbirine karışmaları ve aralarında evlilikler yapmaları sonucunda, ortaya esmer ve mavi gözlü yeni nesillerin çıktığı görülecektir. Yani her iki toplumun belli fiziksel özellikleri yeni nesillerde birbiriyle eşleşerek farklı görünümlü bireyler ortaya çıkacaktır. Diğer fiziksel özelliklerin de birbirleriyle karıştıkları düşünüldüğünde ortaya çok büyük bir çeşitlenmenin çıkacağı açıktır.

Fiziksel özelliği belirleyen iki gen vardır. Bunlardan biri çekinik, diğeri baskın ya da her ikisi de eşit derecede baskın olabilir. Örneğin kişinin göz rengini belirleyen iki gen vardır. Bunlardan biri anneden diğeri ise babadan gelir. Baskın olan gen hangisi ise çocuğun göz rengi o gen tarafından kontrol edilir. Çoğunlukla koyu renkler açık renklere baskındır. Buna göre, bir kişide yeşil ve siyah göz renklerine ait genler varsa o kişinin gözü, siyah renk geni daha baskın olduğundan siyah olur. Fakat çekinik olan yeşil renk daha sonraki nesillere aktarılarak ileriki bir jenerasyonda ortaya çıkabilir. Yani annesi ve babası siyah gözlü olan bir çocuğun gözü yeşil olabilir. Çünkü bu renk genleri anne ve babada çekinik olarak bulunmaktadır.

Bu kural diğer bütün fiziksel özellikler ve bunları belirleyen genler için de geçerlidir. Kulak, burun, ağız şekli, boy uzunluğu, kemik yapısı, uzuvların ve organların yapısı, şekli, özellikleri, vs. gibi yüzlerce hatta binlerce özellik bu şekilde kontrol edilir. İşte bu özellik nedeniyle, genetik yapıda yer alan sayısız bilgi o bireyin dış görünümüne yansımadan sonraki nesillere aktarılabilir.

Yani farklı ırkların varlığı, insanın genlerinde var olan zengin çeşitlilik nedeniyledir. İlk insan olan Hz. Adem ve eşi de genetik yapılarındaki zengin bilgiyi, kendi dış görünümlerine bunların ancak bir kısmının yansımasına rağmen, sonraki nesillere aktarmışlardır. İnsanlık tarihi içinde ortaya çıkan coğrafi izolasyonlar da çeşitli insan gruplarında belirli özelliklerin birikmesine uygun ortam oluşturmuştur. Bu süreç, uzun zaman içinde insan gruplarının kemik yapısı, ten rengi, boy, kafatası hacmi gibi özelliklerinin birbirinden farklılaşması sonucunu getirmiştir. Bu farklılaşma ile ırklar ortaya çıkmıştır.

Görüldüğü gibi insan ırklarının zengin çeşitliliği, modern bilimin ispatladığı bir gerçektir ve Allah'ın insanı bir anda yoktan var ettiğinin delillerindendir. Evrim teorisinin "ırkların varlığı, evrimi kanıtlar" iddiası ise cehaletin bir ürünüdür. Farklı ırkların varlığı, Allah'ın varlığını ve üstün yaratma sanatını göstermektedir. Bir ayette şöyle buyrulur:

" O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24)

11 Ekim 2011 Salı

Şakalar ve espriler şefkat, merhamet ve saygı içermelidir

Gaflet içerisindeki bazı insanların yaptığı gibi, engelli insanları hedef alan, insaniyetten uzak, basit ve rencide edici espri ve şakalar yapmaktan şiddetle kaçınmak tüm salih Müslümanlar için önemli bir ibadettir.

Herhangi bir fiziksel eksikliğe sahip olmak örneğin görme veya yürüme engelli olmak, doğuştan olabileceği gibi daha sonra çeşitli hastalıklar ya da kazalar neticesinde herkesin başına gelebilir. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu durum, o kişi için Allah (cc)'tan bir imtihandır. Şayet insan bu eksikliğe güzel bir sabır gösterir, Allah (cc)'tan razı olur ve her koşulda Allah (cc)'a şükrederse ahirette güzel bir karşılık umabilir.

Elbette ki görememek veya hareket edememek ciddi birer zorluktur. Kişinin hem günlük işlerini yapabilmesi hem de hayatını rahatça sürdürebilmesini kısıtlayan bir durumdur. İnsanın pek çok güzellikten mahrum kalması da bir imtihan vesilesidir. Ancak Allah Kur'an'da, "... Biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz..." (Araf Suresi, 42) buyurmaktadır. Dünya hayatının kısalığı düşünüldüğünde inançlı bir insan için gözleri görmeden veya hareket edemeden Allah'a teslimiyetini göstermek için önemli bir imkandır. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah bu zorluğu güzellikle karşılayan inançlı kullarını ahirette ödüllendirecektir.

Bu tür bir durumla karşı karşıya olan kişiler bunları bir güzellik, ahiretteki sonsuz yaşamları için bir hayır olarak düşünmeli ve buna göre davranmalıdırlar. Ancak bu konuda toplumdaki diğer bireylere de büyük bir görev düşmektedir. Tüm özürlü insanlara karşı şefkat, merhamet, saygı ve yardımseverlik duygularıyla hareket edilmelidir. Bu kişilere karşı, onları rencide edecek her türlü espriden ve alaycı tavırdan şiddetle kaçınmak gerekir. Aksi tarzda saygıya uygun olmayan davranışlar çok çirkin bir ahlakın göstergesidir. Allah'tan korkan, salih bir Müslüman bu gibi kötü bir espri anlayışına asla tenezzül etmez ve bunları bir eğlence vesilesi olarak görmez. Alaycılık Kur'an'da çirkin görülen bir karakter özelliğidir. Bu çirkin özelliği andıracak tüm davranışlardan sakınılmalıdır. Allah Kur'an'da alayla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline. (Hümeze Suresi, 1)

Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar... (Tevbe Suresi, 11)

Ayrıca vicdanlı bir insan, Allah'ın her an kendisini de böyle bir imtihanla deneyebileceğini düşünmelidir. İnsan, kaderinde kendisini nelerin beklediğini bilemez. Bu nedenle sahip olduğu nimetler insanın kendisine ait olan, değişmeyecek özellikler gibi görülmemelidir. Allah küçük bir kazayı ya da bir hastalığı vesile edip insanın görme yetisini veya hareket kabiliyetini elinden alabilir. Bunda da elbette ki teslimiyetli, Allah'tan korkan bir Müslüman için büyük hayırlar olur.

Her insanın bu olasılığı aklından çıkarmaması gerekir. Bu ihtimali unutup engelli insanlara karşı alaycı, çirkin ve incitici espriler yapmak vicdansızlık ve aynı zamanda da akılsızlıktır. Gerek fert gerekse toplum olarak bu çirkin ahlaka hiçbir ortamda ve hiçbir yerde izin verilmemelidir. Bunu yapan kişiler kınanmalı ve utandırılmalıdır. Vicdan sahibi insanlar toplumda İslam ahlakına aykırı bu tarz tavırların yanlışlığını anlatmak ve tüm insanlara saygıyı, sevgiyi, şefkat ve merhameti tebliğ etmekle yükümlüdür. Rabbimiz Kuran'da şöyle buyurmuştur:

Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır.Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 26-27)

Allah'tan korkan insanlar bu tür fiziksel eksiklikleri olan kimseleri espri malzemesi yapmaktan şiddetle kaçınmalıdırlar. Ayrıca böyle tavırlarla muhatap oldukları takdirde de buna katılmaz ve bu çirkin ahlaka ortak olmazlar. Bu kimselerin içerisinde bulundukları durumun eğlence konusu yapılacak bir yönünün olmadığını bilerek hareket ederler.

Eğer herkes bu ahlaka uygun hareket edip, kesin tavrını ortaya koyarsa toplumumuzda tüm engelli vatandaşlarımıza yönelik incitici tavırlar ortadan kalkacaktır. Bunun yerine Allah'ın izniyle şefkat, merhamet ve saygı hakim olacaktır.

4 Ekim 2011 Salı

Adı konmamış bir hastalık Kıskançlık ve çözümü

Kıskançlık, birçok insan üzerinde şiddetli tahribata neden olan ve Allah'ın Kur'an'da yasakladığı bir tavır bozukluğudur. Bu nedenle iman edenler kıskançlıktan şiddetle sakınır ve Allah'ın kendilerine verdiklerinden hoşnut bir yaşam sürerler.

Kıskançlık, insanların dünyaya olan bağlılıklarından kaynaklanan önemli bir tavır bozukluğudur. Allah Kur'an'da "... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır..." (Nisa Suresi, 128) ayetiyle insanların nefsinde böyle bir özellik olduğunu bildirmiştir. "Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur." (Şems Suresi, 9) ayetiyle de insanın kurtuluşu için nefsini kötülüklerden arındırması gerektiğini bildirmektedir. Aksinde ise Kur'an'da, "Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır." (Şems Suresi, 10) ayetlerinden de anlaşılacağı gibi nefsindeki bu kötülükler insanı yıkıma sürükler. Kıskançlığın insanlar üzerinde meydana getirdiği tahribat ve verdiği azap, ayette bahsedilen yıkımın dünyada ne şekilde gerçekleşebileceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Cahiliye toplumunda insanların kıskançlığa olan bakış açıları Kur'an'da bildirilenlerden çok farklıdır. Bu kimseler kıskançlığın her insanda az çok olması gereken insani bir özellik olduğunu düşünürler. Hatta hiç kıskanç olmadığını söyleyen kimseleri garip karşılarlar. Kendileri ise yaşamları boyunca iç içe yaşadıkları insanların hemen hemen herşeylerini; daha başarılı, daha güzel ya da daha yetenekli olmalarını, servetlerini, hatta çocuklarını dahi kıskanırlar.

Kıskançlık Kur'an ahlakına aykırıdır

Kıskanç insanlar başkalarının iyiliğinden, güzelliğinden ya da başarısından zevk almak, mutlu olmak yerine bunlardan sıkıntı duyarlar. Çoğu zaman kıskandıkları insanların nimete kavuşmaları onları hoşnutsuzluğa sürükler, hırslandırır. Hatta içlerindeki bu hırs onları karşılarındaki insanlara zarar verme isteğine kadar götürebilir. Allah Kur'an'da müminlere, "haset edenlerin şerrinden Allah'a sığınmalarını" bildirmektedir:

"De ki: Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığın çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden." (Felak Suresi, 1-5)

Müminler ise cahiliye insanlarının normal karşıladığı, hatta övdüğü bu özelliğin aslında çirkin bir tavır olduğunu bilirler. Kıskançlığın tersine birbirlerinin güzel özellikleri ile iftihar eder, birbirlerinin iyiliği, güzelliği ve daha fazla nimete kavuşmaları için Allah'a dua ederler. Kur'an ahlakını yaşayan bir insanın bunun aksi şekilde davranması düşünülemez. Ancak buna rağmen, iman ettiklerini söyledikleri halde, bu ahlakı gereği gibi hayatlarına geçirememiş kimseler de vardır. Bu kimseler cahiliye toplumlarında olduğu gibi kıskançlığı makul görmez ve açık açık bu ahlakı savunmazlar ancak kimi zaman nefislerinin bu yöndeki telkinlerine kapılabilirler. Kimi zaman da kendilerince meşru gördükleri bazı durumlarda bu hisleri yaşamalarının Kur'an'a muhalif olmayacağını düşünerek kendilerini kandırırlar. Örneğin meşru ve Kur'an'a uygun bir istek olarak, müminler arasında sevgi, dostluk, güvenilirlik gibi konularda en önde olmak isterler. Ancak burada Kur'an ahlakına uygun davranış eğer bir başkası kendisinden daha güzel bir ahlak gösterebiliyorsa, bu durumda onunla iftihar etmek ve ona ancak gıpta gözüyle bakmaktır. Kıskançlığın mümin ahlakında yeri yoktur. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz insanlar gıpta etme duygularını kıskançlıkla karıştırabilmektedirler.

Aslında bu insanların her biri din ahlakını yakından tanımaları dolayısıyla iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı çok açık bir şekilde ayırt edebilecek bir anlayışa sahiptirler. (Harun Yahya, Kur'an Ahlakı)

Kur'an ayetleri ve vicdanları, neyin kıskançlıktan neyin ise meşru isteklerden kaynaklandığını kendilerine göstermektedir. Buna rağmen kendi kendilerini kandırırlar. Kendilerini kandırırken kullandıkları yöntemler ise tümüyle samimiyet eksikliğinden kaynaklanır. Bunun sonucunda mümin ahlakının getirdiği huzuru yaşamak varken, farkında olmadan bu cahiliye ahlakının sıkıntısını yaşamak zorunda kalırlar. Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerle yetinmeyi, bunlara şükredip mutlu olmayı bilmedikleri için azap çekerler.

İçten içe yaşanan bu gizli azaptan kurtulmanın tek yolu herşeyi Kur'an ayetleri ile değerlendirmektir. Böyle bir insan tüm güzelliklerin, malın, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu, Rabbimiz'in tüm bunları dünyada insanlara farklı şekillerde vererek onların ahlaklarını denediğini bilecektir. Bu gerçeğe göre hareket etmesi nedeniyle de her güzellik kendisi için zevk alınacak birer nimete dönüşecektir. Allah bir ayetinde şöyle buyurur:

"Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi (malı) temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. Allah'tan O'nun fazlını (ihsanını) isteyin. Gerçekten, Allah herşeyi bilendir." (Nisa Suresi, 32)

Elbette her insanın özellikleri birbirinden farklıdır ve herşeyi takdir eden, insana sahip olduğu tüm özellikleri veren, ona nimetler bahşeden alemlerin Rabbi Allah'tır. Gerek eksikliklerimiz, gerekse de üstün kılındığımız özellikler dünya hayatındaki imtihanımızın birer parçasıdır. Eksikliklerimiz Allah'a karşı dua etmemizi, içli ve samimi olarak cenneti talep eden insanlar haline gelmemizi sağlayacaktır. Üstün yönlerimiz ise Rabbimiz'e olan şükrümüzü artıracak ve nankörlükten kaçınacak bir hal için çaba göstermemizi hatırlatan birer nimet haline dönüşecektir.

27 Eylül 2011 Salı

Şeytanın karamsarlık hilesi

İşinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden mutlaka geçmesi gereken bir sınavdan geçemeyen veya olumsuz gibi görünen sonuçlarla karşılaşan bazı insanlar, eğer bu konuları hayatlarının amacı haline getirmişlerse hiç beklemedikleri bu sonuçlar karşısında genellikle büyük bir üzüntüye kapılarak sarsılırlar. İman eden bir insanın bu tür olaylar karşısında gösterdiği tavır ise bundan çok farklıdır. Başına gelen her türlü olayı yaratanın Yüce Allah olduğunu bilen bir mümin, başına gelen her olayı -olumsuz gibi görünse de- büyük bir olgunlukla karşılar. Rabbimiz, Kur'an'da da bildirdiği gibi kullarını "şerle de, hayırla da, deneyerek imtihan" etmektedir. (Enbiya Suresi, 35) Dolayısıyla bir mümin zorluk ve sıkıntıyla denense bile başına gelebilecek hiçbir olayda karamsarlığa kapılmaz.

İnsanlara karamsarlığı aşılayan Şeytan'dır

Şeytan insanlara çoğu zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin etmeye çalışır. İnsanların iman etmelerini, Allah'a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah'ın beğendiği ve O'na yakınlaştıran hem de Kur'an ahlakının yaşanması için gerekli olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah'a yakınlaşmalarını, Kur'an ahlakını şevkli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemediği için basit bir olay karşısında bile insanları ümitsizlik telkiniyle karamsarlığa, yılgınlığa, şevksizliğe, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır. Öyle ki bazı toplumlarda karamsarlık adeta bir yaşam felsefesi haline gelir. Şeytan'ın etkisi altına aldığı insanlar, ümitsizliğin ve karamsarlığın dile getirildiği şarkılardan, filmlerden ve anlatımlardan nefsani bir lezzet duyar hale gelirler. Bu tarz insanların aklı, çarpık mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi de karamsarlıkları nedeniyle sağlıklı karar almalarını zamanla güçleştirir.

Ayrıca karamsar insanlar, kendilerine olduğu gibi etraflarındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılarlar. Bu tutumlarıyla da -bilerek ya da bilmeyerek- Şeytan'ın hizmetine girmiş olurlar. Çünkü Şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini karamsar insanlar vasıtasıyla diğer insanlara telkin etmektedir. Şeytan'ın bu oyunu bir ayette şöyle haber verilmiştir:

"... Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz." (Enam Suresi, 121)

Şeytan'ın tüm bu telkinlerinin etkisiz olduğu kişiler ise yalnızca müminlerdir. Müminler her zaman ümitvar olarak ve karamsar bir yaşam tarzından tamamen uzak kalarak hem Allah'ın hoşnutluğunu ve ahiret sevabını kazanır, hem de Allah'ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Her şartta ümitvar, Kur'an ahlakına gönülden bağlı ve Allah'ı çok yakın dost edinmiş oldukları için şeytan karamsarlığa kapılmaları yönünde müminlere etki edememektedir.

Kadere teslimiyet karamsarlığın çözümüdür

Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah her şeyi bir kader üzerine yaratır. Dünyaya gelmiş ve gelecek olan her insanın Allah'ın belirlemiş olduğu bir kaderi vardır ve insan ne yaparsa yapsın kaderinde başına gelecek iyi veya kötü hiçbir olayı değiştiremez. Bunun bilincinde olan bir mümin, başına gelebilecek olumsuz gibi görünen herhangi bir olayın da Allah'ın kendisi için belirlediği kader dahilinde gerçekleştiğini bilir. Örneğin tüm mal varlığını ya da sevdiği birini kaybedebilir, bir kaza geçirip bedeni gücünü yitirebilir ama ümidini ve inancını asla yitirmez. Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı kendi bilgisi dahilinde değildir. Tek gerçek, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan yüzlerce, hatta milyarlarca yıl öncesinden Allah katında belli olduğudur. Kişi, günü, saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun kaderidir. Allah'ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Bu durumu günlük hayattan bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:

Zihnimizde iki arabanın birbiriyle çarpıştığı anı canlandıralım. Her iki tarafın da mutlaka bir an önce ulaşmak istedikleri yerler vardır. Belki evde kendilerini bekleyen ailelerine, belki de yetişmek zorunda oldukları işlerine gitmek istiyorlardır. İki taraf da belli saatlerde araçlarına binerek yola çıkmışlardır.

Belki kazanın olduğu sokağa girmeden önce kısa bir kararsızlık anı yaşamış, en sonunda da olayın olduğu sokağa sapmaya karar vermişlerdir. Şoförlerden biri ya da her ikisi de hayatları boyunca araçlarını çok dikkatli kullanan, tedbirli insanlar olabilir. Ancak tam o sırada biri gözünü yoldan ayırıp arabanın teybi ile ilgilenir. Her şey o kazanın gerçekleşmesi için özel planlanmıştır; her detay kişileri kazaya götürür.

Kazanın sebebi aranırsa, birçok neden gösterilebilir. Ancak işin aslı, o olay kaderde sebepleriyle birlikte o kişiler doğmadan önce hazır olarak yaratılmıştır. Bu nedenle kişinin kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman hayır araması, en önemlisi de şeytanın bir telkini olan karamsarlığa kapılmaması ve her durumda Allah'a şükreden bir kul olması, Kur'an ahlakına göre en güzel ve en doğru davranış olacaktır:

De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler". (Tevbe Suresi, 51)

" Başına zahiren olumsuz gibi görünen bir olay gelen kişi için asıl önemli olan, olaylardaki hayırları görebilmesidir.

" Hayır arayan kişi, aslında olayların ne kadar mükemmel ve kusursuz bir akış içerisinde yaratıldığını görecek ve hidayeti artacaktır.

" Allah'ı dost ve veli edinen kişi yaşamındaki her olayın bir hayırla sonuçlanacağının bilincinde olur. Dolayısıyla yaşamını karamsarlıktan uzak, mutluluk ve huzur içinde geçirir.

20 Eylül 2011 Salı

Ölümün gerçek yüzünü bilerek yaşamanın önemi

Ölüm, Kur'an ahlakından uzak yaşayan insanların düşünmekten ve konuşmaktan kaçındıkları bir konudur. Bu kişiler, ölümün ardından dünya hayatlarında bağlandıkları herşeyden uzaklaşacaklarını, Allah (cc)'a hesap vereceklerini, cennetin ve cehennemin varlığını akıllarına getirmek istemezler. Çoğu zaman ölümün hep belirli bir yaştan sonra başlarına geleceğine ve o yaşa ulaşana kadar da önlerinde çok uzun bir vakit olduğuna kendilerini inandırırlar. Etraflarındaki pek çok şey bu insanlara sürekli ölümü hatırlattığı halde tüm bunları anlamazlıktan gelirler. Oysa ölüm her insanın bir adım ilerisindedir. İnsan bir an "yaşıyorum" derken göz açıp kapama vakti kadar kısa bir süre sonra karşısında canını almak üzere gelmiş ölüm meleklerini bulabilir. İşte o andan itibaren sonsuz yaşamını kurtarmak için yapabileceği hiçbir şey yoktur. Gaflet içinde geçirdiği bir ömrü telafi etmesi mümkün değildir.

İnsanlar ölüme karşı birtakım tedbirler alarak ondan kaçabileceklerini sanırlar. Fakat insan nerede olursa olsun, yanında kimler bulunursa bulunsun, ne kadar korunaklı bir yapıda yaşarsa yaşasın ölümden kaçması mümkün değildir. Allah (cc) bu gerçeği Kur'an'da şöyle haber vermiştir:

"De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)e döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)

İnsanın etrafında her an gelişen ölüm olayları, yakınlarının yavaş yavaş dünyadan ayrılması, ölümden kimsenin kaçamadığının açık bir delilidir. Genç, yaşlı, zengin, fakir, güzel, çirkin demeden ölümün insanı her zaman ve her yerde bulduğunu bilmek ise, insanın bu dünyaya bağlanmamasını ve asıl olarak ölümden sonraki sonsuz yurda hazırlık yapması gerektiğini anlamasını sağlamalıdır.

Değerli İslam büyüğümüz İmam Gazali de ölümün gerçek yüzünü şöyle tarif etmiştir:

Şunu kesin bir şekilde bil ki: Ölüm ve ölüm sonrası diriliş tıpkı uyku ve uyku sonrası uyanma gibi senin iki konumunu yansıtır. Yakin gözü ve basiret nuruyla bu hakikatleri görecek istidatta değilsen bari söylenenlere kalben inan, zamanlarını, soluklarını denetim altında tut, göz açıp kapayacak kadar bir süre bile Allah'tan gaflet etme, bütün bunları yapsan bile yine de büyük bir tehlike içinde olduğunu unutma. Ya bunlara dikkat etmezsen halin nice olur? (İhya'u Ulum'id-Din, 4. Cilt, İmam Gazali, s. 360)

Ölüm, insanların dünyada yaptıkları herşeyin hesabını verip, sonsuz hayatlarını sürdürmek için yerleşecekleri mekana bir geçiştir. İnsanların sadece bedenleriyle ve dünya ile bağlantılarının kesildiği an olan ölüm, asla herşeyin sonu değil, aksine herşeyin ve asıl hayatın başlangıcıdır.

Allah (cc) dünyada insanlara ölümü sürekli hatırlatmış, dünyanın geçiciliğini göstermiş, sonsuz hayatın varlığını ve bu hayata hazırlık yapılması gerektiğini anlatan elçilerini ve herşeyin bir açıklayıcısı olarak Kur'an'ı göndermiştir. Rabbimiz insanların da yaşamlarını tüm bu uyarılara ve hatırlatmalara göre düzenlemelerini istemiştir. İşte ölüm anı, hesap gününün başlangıcıdır. Bu gerçeği düşünmek, her insanı sonsuz hayatında hesabını rahatlıkla verebileceği bir ahlakı yaşamaya yöneltir. İnsanın kurtuluşunu sağlayacak olan Allah (cc)'ın rızası da ancak böyle bir şuur açıklığıyla kazanılabilecektir.

Dünyada bu gerçekten gafil yaşayan insanların ahiretteki durumları Kur'an'da şöyle bildirilir:

"Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin." "Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. " (Müminun Suresi, 99-100)

İman eden her insan, ölüm gerçeğini samimi olarak düşünerek, pişmanlığın ve tevbenin fayda etmeyeceği hesap günü gelmeden önce Allah (cc)'ın razı olacağı bir insan olmak için daimi bir gayret göstermelidirler.

13 Eylül 2011 Salı

Şükretmek, Nefse Karşı Bir Kalkan

Şükür, Kur'an'da üzerinde en çok durulan konulardan biridir. Yetmişe yakın ayette şükretmenin önemine dikkat çekilir, müminlere şükretmeleri hatırlatılır, şükredenlerin ve şükretmeyenlerin örnekleri verilir, akıbetleri anlatılır. Şükrün Kur'an'da bu derece önemle vurgulanmasının nedenlerinden biri, bunun imanın ve tevhid inancının en büyük göstergelerinden biri olmasıdır.

Şükür, her türlü nimetin tek sahibinin Allah olduğunun ve insanın yalnızca O'ndan geldiğinin şuurunda olmak, bunu kalple ve dille ifade etmektir. Şükretmenin aksi ise Kur'an'da, nankörlük anlamına gelen "küfür" terimiyle tanımlanır. Yalnızca bu tanım bile şükretmenin Allah Katında ne kadar önemli bir ibadet olduğunu ve bu ibadetten uzaklaşmanın insanı ne kadar kötü bir konuma soktuğunu göstermesi açısından yeterlidir. Bir ayette şükretmek, "Allah'a kulluk etme"nin şartlarından biri olarak şöyle bildirilir:

"Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, (yine yalnızca) Allah'a şükredin." (Bakara Suresi, 172)

Kur'an'ın başka ayetlerinde ise şükretmek, şirk koşmanın zıttı olarak Allah'a kulluk etmekle birlikte zikredilmiştir:

"Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın. Hayır, artık (yalnızca) Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." (Zümer Suresi, 65-66)

Şeytan İnsanları Şükretmekten Alıkoymak İster

Kibir, haset ve kıskançlığından ötürü kıyamete kadar tüm yaşamını insanları saptırmaya adamış olan şeytan, insanın şükürden uzaklaşmasını kendisi için yeterli ve büyük bir başarı olarak görmektedir. Şeytanın ana hedeflerinden birinin insanları şükürden alıkoymak olduğu dikkate alındığında, şükretmeyen bir kimsenin nasıl büyük bir sapkınlık içinde olduğu daha iyi anlaşılır.

Şükretmenin ne kadar önemli bir konu olduğunu anlamak için İblis'in Kur'an'da ibret olarak yer verilen şu sözleri çok önemlidir:

"Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 16-17)

Şükür, imtihanın bir parçasıdır. Allah insana Katından sayısız nimetler verir, ona nasıl davranması gerektiğini bildirir ve onun bu nimetler karşısındaki tavrını dener. Bu durum aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirilir:

"Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör. " (İnsan Suresi, 2-3)

Ayette, denenmekte olan insanın iki yoldan birini, yani şükrü veya nankörlüğü seçeceği belirtilmiştir. Dolayısıyla ayette, şükretmenin imanla, şükretmemenin ise inkarla eş tutulduğu görülmektedir.

Allah, azabın temelinde de şükretmemenin olduğunu ayetlerde bildirmektedir. Ayetlerde Allah, iman edip şükredenler için azabın söz konusu olmayacağını şöyle müjdelemektedir:

"Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir." (Nisa Suresi, 147)

Şükür Nefse Karşı Bir Kalkan Gibidir

Şükür hem büyük bir ibadettir, hem de insanı "azgınlaşmaktan" koruyan bir kalkan gibidir. Çünkü insanın nefsinde, zenginlik ya da güç bulduğunda zalimleşmeye, zorbalaşmaya, vicdansızlaşmaya karşı bir eğilim vardır. Zenginleşir, güzel imkanlara kavuşursa, acizliğini unutmaya ve kibirlenmeye başlar. Şükür, işte bu "azgınlaşmayı" engeller.

Şükreden insan bilir ki eline geçen her nimeti kendisine veren Allah'tır. Bu nimeti de Allah'ın yolunda, O'nun istediği biçimde kullanmakla yükümlüdür. Kendilerine büyük makam, büyük mülk ve hakimiyet verilen Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın tevazu ve olgunluklarının bir nedeni de sürekli şükretmeleridir. Kendisine verilen mülk nedeniyle azgınlaşan Karun'un da yaptığı hata, şükretmeyi bilmemesidir.

Eğer mümin, kendisine verilen nimetlerden dolayı azgınlaşmayacağını, kibirlenip şımarmayacağını yaptığı şükürle Allah'a gösterirse, Allah da ona daha fazla nimet verir. Allah'ın Kur'an'da verdiği "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir" (İbrahim Suresi, 7) hükmü, bunu açıkça ifade etmektedir.

Şükür, yalnızca Allah'a söz ile hamd etmekle değil, Rabbimiz'in verdiği tüm nimetleri Hak yolunda kullanmakla olur. Mümin, kendisine verilen her şeyi, Allah rızası için kullanmakla yükümlüdür. En başta da, Allah'ın kendisine verdiği bedeni O'nun rızasını kazanmak için kullanacaktır.

Kur'an'da, Allah'ın nimetlerine şükretmenin bir yolunun da, O'nun nimetlerini başkalarına anlatmakla, yani din ahlakını tebliğ etmekle olacağı şöyle ifade edilir:

"Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı? Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi? Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme. İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma. Rabbinin nimetini durmaksızın anlat." (Duha Suresi, 5-11)

6 Eylül 2011 Salı

Allah aşkı en asil ahlaka vesile olur

Allah'ı aşkla sevmek demek; insanın kalbindeki Allah sevgisinin dünyadaki diğer tüm sevgilerin üstüne geçmesi, en güçlü, en yoğun ve sürekli artan bir biçimde kalpte hissedilmesidir.

Allah aşkı müminlerde nasıl tecelli eder?

"De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi 162) ayetinde haber verildiği gibi Allah'ı aşkla sevmek, insanın tüm hayatını Allah'ın rızası ve hoşnutluğu üzerine kurmasına dayanır. Allah sevgisi, dünyada hiçbir sevgiyle kıyaslanmayacak derecede yoğun bir sevgidir.

Allah, Kur'an'da, "Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur." (Tevbe Suresi, 111) ayetinde haber verdiği gibi, müminlerin yaptıklarının karşılığını mutlaka verecektir.

Bu karşılık; Rabbimiz'in rızası, sevgisi ve lütfederse cennetidir. Fakat bir müminin Allah'a olan aşkı, hiçbir zaman karşılığa dayalı değildir. Mümin Allah'ı karşılıksız olarak sever. Çünkü yaptıklarının karşılığını beklemek üzerine kurulu olan bir sevgiye gerçek aşk denemez. Allah aşkı hiçbir maddi karşılığı olmayan çok saf, temiz ve asil bir duygudur. Bu asil duygu, sadece Yüce Rabbimiz olan Allah'ın rızası için Allah'ı sevmek üzerine kuruludur.

Zorluk ve çile karşısında gösterilen güzel ahlak Allah aşkının bir tecellisidir

Müminin Allah aşkının ispatı, dünyada imtihan olarak yaratılan zorlukları sevinçle karşılamasıdır. Müslüman daima çetin ortamlardan, zorluklardan yılmayacak tam aksine onları rahmet olarak görecek bir ruh yapısına sahip olursa bu gerçek bir aşkın alameti olur. Çünkü Yüce Allah'ın yarattığı imtihanın bir gereği olarak Müslümanlar en zor koşullarla ve en çetin zamanlarla denenirler. Örneğin Hz. Yusuf (a.s.) çocuk yaşta kuyuya atılmış, daha sonra vezirin eşinin iftirası ile uzun yıllar zindanda kalmıştır. Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılmış, tüm peygamberler (peygamberlerimizi tenzih ederiz) delilikle veya büyücülükle suçlanmışlar, ölümle tehdit edilmişlerdir. Fakat Allah, ne zorluk meydana getirirse getirsin müminler, Allah'a olan aşklarında kararlılık göstermişlerdir. O'na olan aşklarını en güzel şekliyle ifade etmişler ve her koşulda Rabbimizin kendileri için yarattıklarını bir güzellik ve hayır olarak görmüşlerdir.

Samimi bir Müslüman, zorluk ve çile gerektiren ortamları, Yüce Allah'ın özel olarak yarattığını bilir. Hz. Yusuf (a.s.)'ın kuyuda yaşadıkları, Hz. Musa (a.s.)'ın firavunla mücadelesi, Hz. İbrahim (a.s.)'ın ateşe atılması, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in mağarada müşriklerden gizlenmesi gibi zorluklar aslında Allah'ın kader ilminin birer tecellisidir. Burada verilen birkaç örnekte olduğu gibi Allah'ın insanların kaderlerinde yarattığı her detay müminlerin, tehlikeli ve zor hareketlere karşı sabırlarının denendiği ortamlardır. Müminler her türlü zorluk ve çile ortamında sabırlı olur ve "Ya Rabbi ben Seni çok seviyorum. Her ne olursa olsun Sana olan aşkımdan, sevgimden ve muhabbetimden asla vazgeçmem. Ne kadar zorluk olursa olsun yine vazgeçmem. Daha da şiddetli sıkıntı olsa yine bırakmam. Canımı alsalar, malımı alsalar yine vazgeçmem" diyebiliyorsa bu müminin samimi sevgisinin ve Yüce Allah'a duyduğu derin aşkın gücünün tecellilerinden biridir. Ama asıl olan; zorluk zamanında, yani kişinin nefsiyle mücadele ettiği anlarda bu duasına uygun bir ruh hali ve akıl yapısı göstermesidir.

23 Ağustos 2011 Salı

Karşı tarafı sözle yenmiş olmak, her zaman bir kazanç değildir

Bazı insanlar biriyle bir fikir çatışması ya da tartışma içerisine girdiklerinde, elde edebilecekleri en iyi sonucun, 'karşı tarafa kendi fikirlerini Kabul ettirmek' olduğunu düşünürler. Halbuki her zaman için asıl başarı, 'karşı tarafı yenmek' değildir. Bazen de insanın yenilmesi, asıl olarak onun üstünlüğünü gösteren bir alamet olur.

- Kendi aklını beğenmenin insana getirdiği zararlar nelerdir?

- Samimi bir Müslümanın bu konudaki tavrı nasıldır?

İnsanın nefsinde, 'her zaman üstün gelme arzusu' vardır. Hep kendi fikri kabul edilsin, kendi istediği şeyler yapılsın, kendi mantığı doğrultusunda hareket edilsin ister. Bir konuşmada mutlaka en son sözü söyleyen kişi kendisi olmaya çalışır. Ve böyle olduğunda da, kendince mutlu olur. Bunu, büyük bir başarı olarak görür.

Halbuki insan çok sınırlı bir akla sahiptir. Ve insana verilen ömür de çok kısadır. İnsanın bu çok sınırlı zaman içerisinde edinebileceği bilgi, beceri ve tecrübe de aynı şekilde çok kısıtlıdır. Bu nedenle bir konuda olabilecek en sağlıklı sonuçlar, genellikle birden fazla kişinin akıllarını, bilgilerini, tecrübelerini, düşüncelerini ortaya koymalarıyla ortaya çıkar. Tüm bu birikimden istişare sonucunda çıkan ortak kanaat, insanı çok daha sağlıklı sonuçlara ulaştırır.

İstişare etmek Kur'an ahlakının gereğidir

Kur'an'da istişare ederek, yani karşılıklı fikir alış verişi yapılarak karar vermenin, mümin ahlakının bir gereği olduğu şöyle haber verilmiştir: "Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler" (Şura Suresi, 38)

Bir başka ayette de Müslümanların, 'sadece kendi fikirlerini esas almadıkları', 'sözün en güzeline uydukları' haber verilmiştir: "Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir." (Zümer Suresi, 18)

İstişare etmek, başkalarının fikirlerinden de istifade etmek, sözün en güzeline uymak Kur'an ahlakının bir gereğidir. Ancak istişarenin yanı sıra, bazen de insanın çevresindeki kişiler arasında kendisinden çok daha akıllı olan kimseler olur. Allah Kur'an'da bu durumu, "... Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76) ayetiyle insanlara haber vermiştir. Bu tür bir durumda güzel olan, bu kimselere danışmak, onların fikirlerinden istifade etmeye çalışmaktır. Böyle bir insana karşı üstün gelmeye, sözde ya da fikirde öne geçmeye çalışmaktansa, onun fikirlerine tabi olmak çok daha güzeldir. Bu, hem kişinin Allah'a karşı göstereceği ahlak açısından hem de sonuçta en doğru ve en isabetli fikri uygulaması açısından gösterilecek en güzel tavırdır. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de, "Kim bir işe girişmek ister de, o hususta Müslüman biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar." (Kütüb-i Sitte, 16. Cilt) buyurarak istişarenin önemini hatırlatmıştır.

İstişare konusuna, Şura Suresi'nin 38. ayetinde "namaz kılmak" ve "infak etmek" gibi iki ibadetin yanında yer verilmiştir: "Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler." Bu ayette işaret edildiği gibi müminler sadece doğru sonuca ulaşmak için değil, asıl olarak Allah rızası için bir ibadeti yerine getirmenin şuuruyla da istişarede bulunurlar.

İnsanın içindeki 'sürekli olarak galip gelme arzusu' doğru bir istek değildir

Güzel olan çoğu zaman, insanın 'yenilmesi' yani 'karşı tarafın fikirlerine tabi olması'dır. Ki bu da zaten 'yenilmek' değildir. Sözde yenilgi gibi görünen bu durum, aslında o kişiyi yüceltir.

Ancak elbette ki bazen de bu insan, yanındaki birçok kişiden daha akıllı, daha vicdanlı, daha çok detay görebilen ve daha tecrübeli bir kimse de olabilir. Böyle bir durumda, kendisine verilen fikirlere, yanlış olduğunu bile bile uyması elbette ki beklenemez. Ama insan günlük hayatı içerisinde her iki tarafın da makul fikirler öne sürdüğü ve bu fikirlerin en az P'ye 50'lik bir oranda doğru olduğu pek çok durumla karşılaşır. İşte bu tür durumlar, insanın tevazusu, güzel ahlakını göstereceği anlardır. Bu tür durumlarda yenmek değil, yenilmek üstünlüktür.

Çünkü % 50'ye 50 olan bir durumda, her iki taraf da, isterse birbirine üstünlük taslamaya, galip gelmeye, kendi fikrini kabul ettirmeye çalışabilir. Dolayısıyla bu tür bir durumda üstün geldiğini sanan insan, aslında belki de, karşı tarafın tevazusundan dolayı galip gelmiştir. Ancak içerisinde bulunduğu ruh halinden dolayı, karşı tarafın ahlakındaki bu inceliği de fark etmez. Bu kişi için o anda önemli olan, kendi fikrini kabul ettirebilmiş olmasıdır.

Bu gibi insanların içlerindeki bu sürekli üstün gelme ve yenme isteğinin altında ise genellikle, 'enaniyet ve büyüklük hissi' vardır. Yoksa çoğu zaman bu kimseler, aslında karşı tarafın getirdiği fikirlerin de en az kendilerininki kadar ya da kendilerinkinden çok daha iyi olduğunu takdir edebilirler. Ama konunun asıl olarak bu yönü üzerinde değil de, enaniyetlerine uygun olarak 'kendi dediklerinin yapılması' ve 'yenme ruhu' üzerinde dururlar.

Halbuki bu kişinin bu isteğinin karşılanması son derece kolaydır. Çok hatalı bir fikir olmadığı sürece, çevresindeki insanlar isteseler, sürekli onun düşünceleri doğrultusunda hareket edebilirler. Herkes her konuda kendi düşüncelerinden vazgeçip sürekli bu kişiyi haklı çıkarabilir ve herkes her olayda o kişiye tabi olabilir. Ama bu, o kişi için bir kazanç olmaz. Çünkü önemli olan, kişinin kendi içindeki, Kuran ahlakına uygun olmayan bu davranış bozukluğundan kurtulmasıdır. İşte bu nedenle bu kişi için yenmekten çok, yenilmek asıl olan ihtiyaçtır.

Allah, Kur'an'da müminlerin 'nefsin büyüklük telkininden kurtulmaları gerektiğini' şöyle bildirmiştir: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Hadid Suresi, 23)

16 Ağustos 2011 Salı

İyilik mi, kötülük mü?

İyilik ve kötülük, insanların hayatları boyunca üzerinde en çok konuştukları ve düşündükleri kavramlardandır. Bazı insanlar, kendi belirledikleri ölçüler içinde "iyi insan olmak" ve "kendisini ve sevdiklerini kötü tavırlardan, kötü insanlardan korumak" için gayret eder. Kötülükten sakınmak için gösterilen bu çaba, elbette son derece önemlidir. Ancak yaşamları boyunca bu yönde çaba harcayan pek çok insan, kötülüğün aslında kendilerine ne kadar yakın olduğunu gereği gibi düşünmemiş olabilir. Çünkü Kur'an ahlakına göre yaşamayan insanlar, iyiliği ve kötülüğü inançları, düşünceleri, hayata bakış açıları ve toplumsal eğitimleri doğrultusunda kendileri belirlemektedirler. Oysa gerçekte iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu öğrenebileceğimiz kaynak Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetidir. Allah, Kur'an'ı insanlara doğruyu yanlışı bildirmek ve onları karanlıklardan nura çıkarmak için göndermiştir. Kur'an'da iyilik ve kötülüğün neler olduğu ve insanı kötülüğe sürükleyen nedenleri bildirilmiştir. Bir ayette şöyle buyrulur: "Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar." (Casiye Suresi, 21)

İyilik mi?

Kur'an'da bildirilen gerçek iyilik, Allah'tan korkan ve sınırlarını koruyan kimselerin davranışlarıdır: "... ama iyilik sakınan(ın tutumudur)..." (Bakara Suresi, 189)

Allah'tan korkup sakınan kişi, karşısına çıkan her olayda Allah'ın rızasına ve Kur'an ahlakına uygun bir tavır göstererek, hayatının her anında iyi davranışlarda bulunmuş olur. Çevresinde olup biten tüm olayların Allah'ın hakimiyetinde geliştiğini bilmesi, herşeye hayır ve hikmet gözüyle bakması, gizli veya açık yaptığı her tavrın ahirette karşısına çıkacağını düşünmesi kişiyi sürekli olarak doğru düşünmeye ve güzel davranışlarda bulunmaya sevk eder.

İyilikler kötülükleri giderir

"...Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. " (Hud Suresi, 114)

Allah güzel ahlaklarında istikrar gösterdikleri takdirde, kullarının hayatlarından korkuyu, hüznü çekip alacak, kötülüklerini örtüp bağışlayacak ve onlara yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecektir: "İman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz." (Ankebut Suresi, 7)

Allah'ın hidayetine uyanlar kurtuluşa ulaşırlar

İnsanların güzel bir hayat yaşamaları, gizli azaplardan kurtulmaları kendi davranışlarına bağlıdır. Allah insanlara mutlu olmanın, sıkıntılardan kurtulmanın yolunu göstermiş; bunun ancak Allah'ın gösterdiği hidayet yoluna uymakla mümkün olacağını bildirmiştir: "... kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz." (Taha Suresi, 123)

Kötülük mü?

Kötülüğün kaynağı; nefis ve şeytandır.

Kur'an'da insanlara bildirilen, kötülüğün iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri her insanın içinde bulunan ve kendisine sürekli olarak kötülüğü emreden "nefis"tir. Nefis durmaksızın verdiği telkinlerle insanları doğru yoldan uzaklaştırmaya ve onları felakete sürüklemeye çalışır. Kur'an'da nefsin bu hali bildirilmektedir: "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53)

Nefsin destekçisi olan ve insanlara kötülüğü ve çirkin davranışları emretmekle görevli olan bir diğer varlık ise "şeytan"dır. Kur'an'da şeytanın insanları yalnızca kötülüğe çağırdığı şöyle haber verilmiştir: "O, size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. "(Bakara Suresi, 169)

Şeytan iyiyi kötü, kötüyü iyi göstererek insanları aldatır

Şeytan, insanları Kur'an ahlakına uymadıkları halde doğru yolda olduklarına ikna etmek için onlara çok çeşitli sahte delil öne sürer. Bu delillere iman gözüyle bakmayan kimseler ise kolaylıkla ikna olarak tavırlarını, bu sahte gerçekler doğrultusunda şekillendirirler. "Kim Rahman (olan Allah)'ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar." (Zuhruf Suresi, 36-37)

Kötülüğün karşılığı cehennem azabıdır

Kur'an'da kötülüğü tercih edenlerin cehenneme, dünyadaki hiçbir azapla karşılaştırılamayacak sonsuz bir azabın içine sürülecekleri ve orada kalacakları şöyle bildirilmiştir: "Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa onlar ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır." (Bakara Suresi, 81)

2 Ağustos 2011 Salı

Tüm dünya Müslümanları Ramazan Ayı'nı karşılıyor

Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların Ramazan ayını kutlar, bu mübarek ayın tüm inananlara bereket, hayır, huzur ve öncelikle de barış getirmesini gönülden temenni ederim. Ramazan ayı, tüm insanlığa bir rehber olarak gönderilen Kur'an'ın indirildiği ve içinde "bin aydan daha hayırlı" (Kadir Suresi, 3) olduğu bildirilen Kadir Gecesi'nin bulunduğu bir bereket ayıdır. Bu ay boyunca dünya üzerindeki tüm müslümanlar adeta tek bir vücut halinde oruç ibadetlerini yerine getirir, verdikleri nimetler için Rablerine şükrederler. Allah, Bakara Suresi'nde Ramazan ayı ile ilgili şu şekilde buyurmaktadır:

Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz. (Bakara Suresi, 185)

Oruç ibadetinin Allah'ın razı olacağı şekilde yerine getirilmesi, güçlü bir imanın, ihlasın, samimiyetin ve Allah korkusunun göstergesidir. Çünkü oruç Allah ile kul arasındaki bir ibadettir. İnsanın bu farzı yerine getirirken ne niyette olduğunu, samimiyetini, ihlasını, haram ve helalleri uygulamada gösterdiği titizliğini ancak Allah bilmektedir. Bir kişinin çevresindekilere gösteriş amaçlı, ya da samimi bir niyetle orucunu tutup tutmadığını hiçkimsenin bilmesi mümkün değildir. Oruç tutan kişinin bu ibadetinin karşılığı ancak Allah katındadır. Peygamber efendimiz de iman edenleri bir hadisinde şu şekilde müjdelemiştir: "Bu ayı oruç tutarak, ibadet ederek ve hayır için harcamada bulunarak geçirenlere ne mutlu!" Allah orucun farziyetini Bakara Suresi'nde şu şekilde bildirir:

Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız. (Bakara Suresi, 183)

Ayette de bildirildiği gibi orucun farz kılınma nedenlerinden biri insanların sakınmaları, yani kötülüklerden uzak durup, nefislerini terbiye etmeleridir. Bunun tek yolu da Allah'a samimi bir kalple iman edip, O'nun emir ve tavsiyelerine uymak, vicdanının sesini dinleyip, nefsin kışkırtmalarından uzak durmaktır. Böyle bir kişinin ahlakı zaman içinde güzelleşecek, imanı olgunlaşacak ve Allah korkusu daha da güçlenecektir.

Ancak önemli olan Ramazan ayında kazanılan ihlaslı imanın, samimi duanın, Allah'ı zikretmede gösterilen titizliğin, nefsi terbiye konusundaki dikkatin bu ay bitiminde zayıflamamasıdır. Güçlü bir imana sahip olan insan, Ramazan ayındaki üstün ahlakını hayatının her anına yaymasıdır. Allah orucu sayılı günlerde farz kılmış ve insanların sakınmalarını emretmiştir. Ancak insan tüm hayatı boyunca kötülüklerden sakınmalı, vicdanının sesini dinlemeli, salih bir niyetle Allah rızası için gayret göstermeli ve sadece Allah'a yönelip dönmelidir. Bu, Allah'ın razı olacağı bir ahlaktır. Aksi bir tavır, yani sadece Ramazan ayında ibadet edip, dua edip, Allah'I zikredip, bu mübarek aydan sonra Kur'an'da bildirilen gerçeklerinden uzaklaşmak Allah'ın insanları menettiği bir ahlaktır. Çünkü insan hesap gününde küçük ya da büyük tüm yaptıklarından sorulacak ve bunlardan eksiksizce karşılık görecektir. Kötülüklerden sakınıp vicdanının sesini dinleyenler kurtuluş bulanlar, inkar edenler ise sonsuz cehennem azabıyla karşılaşacak olanlardır.

26 Temmuz 2011 Salı

Din ahlakını yaşamak insana ne gibi güzellikler kazandırır?

Yaşamını tam anlamıyla Kur'an ahlakına, Yüce Allah'ın emir ve tavsiyelere göre düzenleyen bir insanla din ahlakına göre yaşamayan bir insanın hayatı arasında çok büyük farklılıklar vardır. Din ahlakını yaşayan bir insanın hayatı pek çok güzelliklerle ve kolaylıklarla doludur. Ancak din ahlakını tanımayan bir insana şeytan "din ahlakına göre yaşadığı takdirde pek çok güzellikten, zevkten mahrum olacağı" yönünde şüphe ve kuruntular verir. Böylece insanların din ahlakını yaşamasını engellemek, bu ahlaktan uzak kalmalarını sağlamak ister. Ama elbette ki bu doğru değildir. Şayet din ahlakının getirdiği güzellikler bilinirse, şeytanın da bu oyunu bozulmuş olur. Bu nedenle bu güzellikleri görebilmek ve göremeyenlere de açıklamak gerekir.
Vicdana uymanın getirdiği güzellikler

Yüce Allah insanlara vicdan gibi büyük bir nimet vermiştir. Vicdan ile Allah insanlara doğruyu ve yanlışı ayırt etme imkanı tanımıştır. Kur'an ahlakı insanın yaratılışına uygun olduğu için, aksi durumda insan vicdanında büyük sıkıntılar hissedecek, gerçek huzur ve güveni asla yaşayamayacaktır. İnsan her ne kadar vicdanının sesini bastırmaya, kendisini kandırmaya çalışsa da içten içe doğru yolun Kur'an yolu olduğunu bilir. Bu nedenle din ahlakını yaşamadığı sürece aslında içten içe bir vicdan azabı çeker. Kimi zaman bunun farkında olur, kimi zaman ise düşünmemeye, aklına getirmemeye çalışır. Bu sıkıntı din ahlakını yaşamaya başlayıncaya kadar devam eder. İnsanların büyük bir bölümü bu sıkıntının adını bir türlü koyamaz, yaşamlarındaki bu olumsuzluğun, eksikliğin ve boşluğun neden kaynaklandığını anlayamazlar. Oysa bunun sebebi yaratılışlarına aykırı hareket ediyor olmalarıdır.

Müminler ise tam tersine vicdanlarına uygun ve Allah'ın razı olacağı umulan şekilde davrandıkları için daima huzurlu ve güven içindedirler. Din ahlakından uzak bir yaşam süren insanların sıkıntılarını, olumsuzluklarını Allah'ın izniyle yaşamazlar. İmanın, tevekkülün, sabrın, sadakatin, itidalin, samimiyetin zevkini ve konforunu yaşarlar. Bu güveni ve huzuru onların kalplerine koyan Allah'tır. Kur'an'da bu gerçek şöyle haber verilir:

"Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indiren O'dur..." (Fetih Suresi, 4)

Din ahlakının insana kazandırdığı güzelliklerden biri "Tevekkül"dür

Mümin başına nasıl bir olay gelirse gelsin, daima bunu hayır ve güzellik olarak değerlendirir. Söz konusu olay zahiren ters ya da olumsuz gibi gözükse, fiziksel ya da maddi bir kayba neden olsa dahi mümin yine de tevekküllü olur. Sözgelimi aniden bir yakınını kaybetse ya da sakatlansa, büyük bir maddi kayba uğrasa, yaptığı tüm planlar bozulsa dahi durum değişmez. Çünkü iman sahibi bir insan bilir ki yeryüzündeki her olay Allah'ın izni ile gerçekleşir, O'nun izni olmaksızın bir yaprak dahi düşmez. Ve iman eden insan, yine bilir ki Allah mümin kulları için daima hayır diler.

Mümin için Allah'tan gelen herşeyde bir güzellik, bir hayır ve bir bereket vardır. Dolayısıyla iman eden bir insanın yaşamı boyunca hüzne kapıldığı, karamsarlaştığı, endişelendiği, korktuğu an olmaz. İşte bu durum imanın güzelliğini kavrayamamış ve din ahlakından uzak yaşamakta direnen bir insan için anlaşılması imkansız bir durumdur. Din ahlakına göre yaşayan bir insanın yaşamının her anı bu güzellikler içinde geçer. Bu da o kişinin fiziksel olarak yıpranmamasına, yaşlanmamasına, sağlığını korumasına, manevi olarak da dinç ve huzurlu olmasına vesile olur. Tevekkülsüzlük, iman etmeyen bir kişi için çok büyük bir azaptır. Çünkü iman etmediği sürece bir insanın bu manevi konforu ve rahatlığı yaşaması mümkün değildir. Kur'an'da müminlerin teslimiyetleri ve bu teslimiyetin getirdiği huzur şöyle bildirilir:

"De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiç bir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)

19 Temmuz 2011 Salı

Dünya eksik ve kusurlarla doludur

Dünyadaki herşey zamanın yıpratıcı etkisi karşısında bozulur ve eskir. Ancak en büyük yıpranmaya insan kendi bedeninde şahit olur. Geçen yıllarla birlikte kabul etse de etmese de insanın bedeni, geri dönülemez bir biçimde hasar görür.

Allah sizi bir za'ftan yarattı, sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O, bilendir, güç yetirendir. (Rum Suresi, 54)

"Yaşlılık"

Yaşlılık çoğu zaman, düşünülmek istenmeyen, hayata dair planlara dahil edilmeyen bir dönemdir. Bazı insanlar fiziksel birtakım acizlikler içinde geçirecekleri yaşlılık dönemini mümkün olduğu kadar akıllarına getirmemeye çalışırlar. Zaman zaman konusu açıldığında korku ve endişeye kapılsalar da, kısa bir süre içinde hiçbir şey yokmuş gibi günlük yaşamlarına devam ederler. Yaşlanacaklarını akıllarına getirmek istemeyişlerinin en büyük nedenlerinden biri, bu düşüncenin dünyada sonsuza dek var olamayacaklarını kendilerine hatırlatıyor olmasıdır. Ancak Kur'an'da insanların içerisine düştüğü bu yanılgı açıkça bildirilmiştir:

"Evet Biz onları ve atalarını yararlandırdık; öyle ki ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi..." (Enbiya Suresi, 44)

İnsanların yaşadıkları hayatı anlatmaları birkaç saate sığar

Yetişkin her insan kaç yaşında olursa olsun, dönüp geride kalan hayatına baktığında aklında belli-belirsiz hatıraların kaldığını görür. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde başından geçen iyi ve kötü olayları, onu heyecanlandıran konuları, aldığı önemli kararları, hırsını yaptığı, ulaşmak için yıllarını verdiği amaçlarını, daha sonra zorlukla hatırladığında, onun için hepsi birer anıdan ibarettir. Bu nedenle çoğu zaman "koca bir hayatı" anlatmak, en fazla birkaç saat sürer.

Sadece birkaç saniye düşünerek kavranabilecek bu gerçek, insanı hayatının hangi döneminde olursa olsun durup bir karar almaya sevk etmelidir. Örneğin, 40 yaşında olan bir insan 65 yaşına kadar yaşamayı umuyorsa bilmelidir ki önünde kalan 25 sene, geçirdiği 40 sene kadar çabuk geçecektir. İnsanın önünde kalan yıllar uzun da olsa, kısa da olsa eninde sonunda tükenip sona erecektir. İşte bu noktada insanın yaşlanması, dünyanın geçici bir mekan olduğunun en keskin hatırlatıcılarındandır. İnsan ne yaparsa yapsın, bu dünyadan bir daha geri dönmemek üzere ayrılacaktır.

Sonuç

Allah dileseydi insanı ölene kadar genç yaşatır, vücudunda hiçbir eksiklik ya da hastalık yaratmazdı. Ama Allah yaşlılık döneminde insanda fiziksel birtakım eksiklikler yaratarak, ona bu dünyanın geçiciliğini bir kez daha hatırlatmaktadır. Aynı zamanda bu dünyadaki eksiklikleri göstererek, insanın ahirete, yani gerçek yurt olan cennete özlem duymasını da sağlamaktadır.

Bu dünyanın geçiciliği ve insanın belli bir hikmet üzerine yaşlılık dönemine ulaştırıldığı, aşağıdaki ayetle açıkça haber verilmiştir:

"Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (Hac Suresi, 5)

Yaşlanmak, insanın acizliğinin önemli bir göstergesidir. İlerleyen zamanın insan bedeni ve zihni üzerinde yarattığı bozucu etki apaçık bir gerçektir. Kur'an'da insanın yaşlılıkla birlikte içine düştüğü acizlik şöyle bildirilmiştir:

"Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra bir şey bilmesin diye, ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz Allah bilendir, herşeye güç yetirendir." (Nahl Suresi, 70)

5 Temmuz 2011 Salı

Bütün zamanlar boyunca sürecek cehennem

Dünya üzerindeki herkes, her an Allah'ın koruyuculuğuna, rahmetine muhtaçtır. Aciz olarak yaratılan insan; soluk alıp vermesinden ayakta durmasına, beslenmesinden konuşmasına kadar her an ihtiyaç içindedir. Ayrıca Yüce Allah'ın "Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56) ayetiyle bildirdiği üzere, insan yalnızca Allah'a kul olması için yaratılmıştır. Yaratılış amacını kabul etmediğinde ise, bunun karşılığını ahirette görecektir. Yüce Rabbimiz'in şanını gerektiği gibi tanıyıp takdir etmeyip böbürlenenlerin göreceği karşılık, cehennemde yaşanacak sonsuz bir azaptır. Allah, Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:

"... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir." (Mümin Suresi, 60)

Ayette bildirilen bu açık gerçeğe karşın, insanların çok büyük bir bölümü bir tür oyalanma içindedirler. Kendilerini dünya hayatının aldatıcı süslerine ve sözde önemli uğraşılarına kaptırarak, ahiret hayatları için çaba harcamak yerine zaman kaybetmeyi tercih ederler. Sürekli düşünmeleri ve önem vermeleri gereken tek konu bu olmalıyken; önemsiz bir konu için aylarca, yıllarca hiç durmadan çalışabilirler. Kur'an'da, gaflet halindeki bu çoğunluk şöyle bildirilmektedir:

"İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır..." (Enbiya Suresi, 1-3)

Cehennem hayali bir kavram değildir...

Cehennem -büyük bir yanılgı olarak- genellikle hayali bir kavram gibi düşünülür. Oysa cehennem, iman etmeyenlerin şiddetle bağlandıkları bu dünyadan daha gerçektir. Dünya yok olacaktır, ancak cehennem hayatı sonsuza dek var olacaktır. Dünyayı, evreni ve insanı eşi benzeri bulunmayan sayısız denge ve ayrıntı üzerinde kusursuz bir sanatla yaratan Yüce Allah, aynı şekilde ahireti, cenneti ve cehennemi de yaratmıştır. Cehennem azabını da, Rabbimiz'in gücünü gerektiği gibi takdir edemeyen, Kur'an ahlakını yaşamayan, kısaca iman etmeyen kişilere vaat etmiştir.

Cehennemde çekilecek acılar "sonsuza dek" sürecektir...

Bir başka büyük gerçek ise bu azabın cehenneme giren herkes için "sonsuza dek" sürecek olmasıdır. Birçok insan, cehennem azabının belirli bir zaman süreceği, sonra da bağışlanacakları gibi bir hurafeye inanmaktadır. Bu inanç özellikle ibadetlerini tam olarak yapmayan insanlar arasında oldukça yaygındır. Bu kişiler dünya hayatından istedikleri kadar yararlanıp, bunun karşılığında cehennemde bir süre kalacaklarını, daha sonra affedileceklerini zannetmekte ve vicdanlarını bu şekilde rahatlatmaya çalışmaktadırlar. Ancak Kur'an'daki cehennemle ilgili tüm ayetlerde; cehennemin iman etmeyen kişiler için yaratıldığı, buradaki azabın sonsuza dek sürdüğü ve geriye hiçbir dönüş olmadığı bildirilmektedir. Ayette bildirildiği üzere, iman etmeyenler "bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır." (Nebe Suresi, 23)

Bazı Yahudiler hakkında Yüce Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz?" Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-81)

Kur'an'da, cehennem halkının çaresizliği şöyle bildirilmektedir:

"Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir." (Secde Suresi, 20)

Kilitlenen kapıların ardındaki sonsuz hayat

Yüce Allah'ın "Kahhar" (Kahredici), "Cebbar" (istediğini zorla yaptıran), "Muntakim" (intikam alıcı) gibi isimlerinin sonsuza dek tecelli edeceği bir mekan olan cehennem, insana her yönden acı vermek için özel bir yaratılışla yaratılmıştır. Kur'an ayetlerinde cehennem, yaşayan bir canlı gibi tasvir edilmektedir. Bu canlı, iman etmeyen kişileri yaratıldığı günden beri sabırsızlıkla beklemektedir. Cehennem, ayetlerde bildirildiğine göre, "insana delicesine susamıştır." (Müddessir Suresi, 29) İman etmeyenler için yaratılan cehennem, o gün geldiğinde, sonsuza kadar devam edecek görevini yapmak üzere harekete geçecektir.

Ayetlerde bildirildiği üzere, cehennem halkı, cehenneme girdiklerinde onun kapıları üzerlerine kapatılacak ve olabilecek en dehşet verici görüntülerle karşılaşacaklardır. İman etmeyenler biraz sonra ateşe atılacaklarını ve bunun da sonsuza kadar süreceğini anlamışlardır. Kapıların kapanması, artık bir çıkışın ya da kaçışın olmadığını gösterir. Allah, cehennem halkının bu durumunu şöyle bildirmektedir:

"Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir." (Beled Suresi, 19-20)

Cehennemde bütün bu olanlar kesin birer gerçektir. Bugün dünyada sürdürdüğümüz hayat kadar, hatta daha da gerçektir.

Sonsuz azaptan kurtulmak için...

Kur'an ahlakından yüz çeviren kişilerin hiçbir kurtuluşlarının olmayacağı cehennemde dehşet verici bir azapla karşılaşmaları sadece bir an meselesidir. Bu nedenle her insan, burada anlatılan gerçekleri öğrendiğinde hiç zaman yitirmeden içinde bulunduğu yanlışlıktan geri dönmeli, Rabbimiz'den bağışlanma dileyerek O'nun yolunda çaba harcayacağı bir hayatı seçmelidir. Kuran'da şöyle bildirilmektedir:

"O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak, yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir." (Hicr Suresi, 2-3)

Sonsuz azaptan ve bu pişmanlıktan kurtulmanın ve Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmanın yolu ise çok açıktır: Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek ve tüm yaşamını O'nu razı edeceği umulan davranışlarla geçirmek...

"Rabbiniz'den olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır." (Al-i İmran Suresi, 133)

28 Haziran 2011 Salı

Yaklaşan Gerçek : YAŞLILIK VE ÖLÜM

Her insanın vücudu doğumundan itibaren yaklaşık otuz, kırk yıl sonra değişmeye başlar. Deri kırışır, saç dökülür ve beyazlaşmaya başlar, vücut eski enerjisini yitirir, metabolizma yavaşlar, görme ve işitme duyuları zayıflar ve unutkanlık baş gösterir. Ölüm ile sonuçlanan bu değişimlerin nedeni ise hepimizin bildiği gibi; yaşlanmadır. Peki neden yaşlandığınızı hiç düşündünüz mü?

Et ve kemikten meydana gelen insan, bu malzemeden değil de farklı maddelerden meydana gelmiş olsaydı belki bu kadar çabuk yıpranmazdı. Çünkü et ve yağ açıkta bırakıldığında birkaç saat içinde kokuşan, bozulan maddelerdir.

Yaşlandıkça kırışan derinin esnekliği de azalır, deri incelir ve alt tabakalardaki yapı, iskelesini oluşturan yapısal proteinlerin çökmesi sebebiyle sarkar. Yaşı biraz ilerlemiş her insanda var olan kırışıklıklar, çizgiler işte bu nedenle meydana gelir. Üst deride, sürekli yağ katmanı oluşturan ve doğal yumuşatıcı etkisi gösteren bezlerin salgısının azalması dolayısıyla pullanma görülür. Aşırı pullanma ve dökülme sonucunda derinin geçirgenliği artar ve dış etkilerin deriden geçişi kolaylaşır. Buna bağlı olarak da yaşlılık kaşıntısı, tırnak yaraları vs. meydana gelir. Aynı şekilde alt deride de çok büyük bozukluklar oluşur. Deri dokularında yenilenme ve madde alışverişi mekanizmaları yaşlı insanlarda önemli ölçüde bozulmuştur. Bu nedenle ileri yaşlarda kötü huylu tümörlere sık rastlanır.

Kemiklerin sağlamlığı da insan bedeni için her yönden büyük önem taşımaktadır. Dik durmak genç biri için çok kolayken, yaşlılık döneminde bu, fiziksel açıdan pek mümkün değildir. İlerleyen yaşlarda omurilikte meydana gelen doğal eğilme nedeniyle kamburluk ortaya çıkar. Ve bir süre sonra insan duruşunu kontrol edemez hale gelir.

Yaşlılık sadece dış görünüşte değil, vücudun içinde bulunan önemli organlarda da yıpratıcı etki meydana getirir. Örneğin yaşlanan insanların sinir hücrelerinde yenilenme olmadığı için, belli bir duyum kaybı da oluşur. Yaşlanma ile birlikte gözlerin ışık şiddetine uyarlanma yeteneği azalır. Bu durum görme yeteneğini kısıtlar; renklerin canlılığı, cisimlerin şekli, konumları ve uzaklıkları bulanıklaşır. Görme yeteneğindeki bu azalma yaşlılıkla orantılı olarak daha da ilerler.

Yaşlanmayı Açıklayan Bilimsel Teoriler

Bilim adamları yaşlanma konusunda bugüne dek birbirinden farklı birçok teori ortaya atmışlardır. Moleküler biyoloji uzmanları yaşlanmayı hücre bölünme faaliyetleriyle ilişkili olarak açıklamaktadırlar. Hücrelerin yaşlanması farklı organizmalarda ve insanlarda, farklı hızlarda gerçekleşir. Bir test tüpü içinde normal bir hücre tam 50 defa kendini eşleyebilir yani bölünebilir. Ancak yaş ilerledikçe hücre bölünmesi faaliyetleri yavaşlar. Bu nedenle kendini yenileyemeyen dokular eskimeye yani yaşlanmaya başlar. Bu yavaşlamayı açıklayan teorilerden biri Yıkım Teorisi'dir. Bu teoriye göre yaşlanma, serbest radikaller adı verilen bazı maddelerin vücuda girerek verdikleri hasarın toplam bir sonucudur. Serbest radikaller, eşlenmemiş serbest bir elektronu bulunan atomlar, moleküller ve iyonların ortak adıdır. Bunlar soluduğumuz havada ve yediğimiz yiyeceklerde bulunabilen ozon, karbonmonoksit gibi ağır metallerdir. Vücuda en yaygın etkiyi ise oksijenli serbest radikaller verirler. Oksidan etkisinin şeker, kalp krizi gibi insan ömrünü kısaltan rahatsızlıkların vereceği zararı artırdığı düşünülmektedir.

Kaçınılmaz Son

Bilim adamlarının üzerinde çeşitli teoriler geliştirdikleri yaşlanma herkes için kaçınılmaz bir sondur. Her ne kadar günümüzde anti-aging (yaşlanmayı geciktirme) çalışmaları yaşlanmayı nispeten çok küçük oranda geciktirse ve sağlıklı bir yaşlılık dönemi için bazı tavsiyelerde bulunsa da bu sorunun kesin bir çözümü yoktur. Rabbimiz Kuran'da yaratıştan, ölüme kadar geçen süreyi şu şekilde bildirmiştir.

"O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır)." (Mümin Suresi, 67)

Yukarıda da belirttiğimiz gibi zaman çok hızlı geçmekte ve geçen her gün ise insanı daha genç ve dinamik bir yapıya değil, bir zaafiyete doğru götürmektedir. Yaşlanmak, insanın acizliğinin önemli bir göstergesidir. Allah Kuran'da insanın yaşlılıkla birlikte içine düştüğü durumu bildikten sonra bir şey bilmeme şeklinde açıklamıştır:

"Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra bir şey bilmesin diye, ömür en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz Allah bilendir, herşeye güç yetirendir." (Nahl Suresi, 70)

İnsanın hiç yoktan var olması yani doğması gibi yaşlanıp ölmesi de Allah'ın insanlar için takdir ettiği kaderin sonucudur. İnsan Allah'ın kendisi için belirlediği kaderi yaşar, doğumu ve ölümü gibi hayatı boyunca yaptığı her davranış da tamamen Allah'ın kontrolündedir. Ve bunlardan sorguya çekilecektir. Bunun için her insan Allah'ın ayette belirttiği gibi Kuran ahlakını yaşamaya özen göstermelidir.

De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)

14 Haziran 2011 Salı

İslam Tarihindeki Eğitim Faaliyetleri

Hz. Muhammed Dönemi:

Tarihi kaynaklardan ve hadislerden, Peygamberimiz (sav)’in ilme çok büyük bir önem verdiğini anlamaktayız.

Hz. Muhammed (sav)’in yol göstermesiyle, Kuran’ın indirilmesinden sonra oldukça dinamik bir yapıya kavuşan dönemin Arap toplumunda, sürekli bir tebliğ ortamı sağlanarak insanlara Allah’ın varlığı ve din ahlakı anlatılmış, her geçen gün çok fazla sayıda insanın İslam ahlakını tanımasına vesile olunmuştur. Burada en önemli etkenlerden biri, Kuran’da yer alan ilmi bilgilerin insanlara aktarılmasıdır. O dönemde bilimsel bilgide pek fazla ilerleme olmamasına rağmen, yalnızca Kuran’da yer alan bilgilerden örnekler verilerek, kişilerin samimi olarak bunlar üzerinde düşünmesi sağlanmıştır. Kuran’da bildirilen ‘evren’, ‘doğum’ ve ‘canlıların yaratılışındaki detaylar’ gibi örnekler anlatıldıkça, bunların insanlar üzerinde uyandırdığı etki çok büyük olmuş ve İslamiyet o dönemde çok geniş bir kitleye yayılmıştır.

Bunun yanı sıra Peygamberimiz (sav) eğitim ve öğretimin yaygınlaşması için öncelikle mekan tahsisi yapmış ve ihtiyaç duyulan bölgelere öğretmen göndertmiştir. Bedir Savaşı sonrasında esirlere okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest kalma hakkını tanıması da bu dönemde yapılan faaliyetler arasındadır. Peygamberimiz (sav) ilk olarak “suffa” adı verilen yatılı okulu açmıştır ve burada yalnızca ilim ve ibadet esas alınmıştır.

Ayrıca Peygamberimiz (sav), her mahallede bir mescid kurulmasını sağlamış, “Dâru'l-Kurrâ” adı verilen akşam okulu niteliğinde eğitim yerlerini açtırmıştır. Bugünkü ilköğretim okulunun o dönemdeki karşılığı olan “kuttab”larda çocukların eğitimine önem verilmekle birlikte, bazı Müslümanlar da gönüllü olarak evlerini okuma-yazma öğretimi için açmışlardır.

Arapların İçinde Bulunduğu Genel Durum ve Kuran'ın İndirilmesiyle Sağlanan Büyük Atılım

Kuran’ın indirildiği zamana kadar bilime büyük bir katkısı olmayan Araplar, Kuran’ın Peygamberimiz (sav)’e vahyedilmesinin ardından çok önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Bu ilerleme hem sosyal alanda hem de bilimsel alanda kendini hissedilir derecede göstermiştir. Öyle ki Müslüman Araplardan dünya bilimine yön verecek pek çok bilim adamı yetişmiştir.

Alman Goethe Üniversitesi Arap-İslam Bilim Tarihi Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Fuat Sezgin’in konuyla ilgili olarak verdiği bilgiler, Müslümanların bilimsel alanda kaydettikleri bu büyük atılımı yansıtması açısından oldukça önemlidir:

"İslam dini sadece bu ilimleri hiçbir medeniyette tanımadığım bir şekilde geliştirdi ve zirveye çıkardı. Himaye etti... Din ilimi teşvik ediyordu, asla baltalamıyordu. En büyük alimlerin doğal ilimler sahasındaki kitaplarını okuduğumuz zaman bakıyoruz "bismillah" ile başlıyor, "elhamdülillah" ile bitiyor. Modern bir bilim adamı nasıl çalışıyorsa onlar da öyle çalışıyorlardı. Bu şartlar altında Müslüman dünyada ilim büyük bir gelişme gösterdi." (www.kimyaokulu.com)

Dört Halife Dönemi:

Bu dönemde gerçekleştirilen eğitim faaliyetleriyle o yıllarda yetişen gençlerin iyi bir eğitim seviyesi kazandıkları bilinmektedir. Çocukların eğitimi için ilk program, Hz. Ömer tarafından hazırlatılmış ve sonraki halifeler bu sistemi geliştirmişlerdir. Ağırlıklı olarak Kuran eğitimi verilmekle birlikte dilbilgisi, aritmetik ve edebiyat derslerine de yer verilmiştir.

İslam Devleti’nin sınırlarının genişlemesiyle, yönetimde söz sahibi olacak yüksek dereceli memurların ve şehzadelerin yetiştirilmesi amacıyla Emeviler devrinde saray okulları açılmaya başlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu Dönemi:

Osmanlı Devleti'nde eğitim-öğretim faaliyetleri her tarafa yayılmış olup, 'çocuk mektebinden dâru’l fünun (üniversite)’a, medreseden medrese-i ihtisas’a kadar her seviyede eğitim ve öğretimin yapıldığı teşkilatlar vardı. Eğitime ciddi bir önem verildiği ve alimlere büyük bir itibar gösterildiği için İran, Turan, Horasan, Dağıstan, Hindistan, Buhara, Halep, Şam, Mısır'dan birçok alim İstanbul’a gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nde ilk medreseyi Orhan Gazi, İznik’te 1330 yılında kurmuştur. Daha sonraları hemen her şehirde bir medrese kurulmuş ve buralarda eğitim gören kişiler İmparatorluğun uzun yıllar ayakta kalmasını sağlamıştır. Her medreseye bağlı birer vakıf ve imaret bulundurulmuş, buralarda eğitim alan kişilerin her türlü ihtiyaçları vakıflar tarafınca karşılanmıştır. Birbiri ardınca açılan medreseler Osmanlılarda bilim ve düşünce hareketini, faaliyetlerini artırmış, devletin her alanda büyük bir ilerleme ve gelişme kaydetmesini sağlamıştır. Bu, Müslümanların bilime ve eğitime verdikleri önemin ve uyguladıkları köklü eğitim sisteminin açık bir göstergesidir.

Sonuç

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de görkemli bir İslam medeniyeti oluşturmak amacıyla her türlü bilim, kültür ve sanat alanında öncü olacak insanların yetiştirilmesi gerekmektedir. Hiç kimse ‘ben ne yapabilirim ki’ diye düşünmemelidir. Unutmamak gerekir ki, insanlara tüm bildiklerini öğreten Yüce Allah’tır. Tüm bilgiler Allah’ın sonsuz ilminin birer yansımasıdır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

"Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)

Bu konuda samimi bir niyetle Allah’a dua etmek çok önemli bir başlangıç olacaktır. Bir ayette müminlerin “...Rabbim, ilmimi artır.” (Taha Suresi, 114) şeklinde bir dualarının olduğu bildirilmektedir. Yüce Allah her zaman iman etmiş samimi kullarının destekçisi ve yardımcısıdır. İman etmiş bir kimsenin bu konuda göstereceği ciddi bir çaba çok daha etkili sonuçlar ortaya çıkarabilir. Müslümanlar bu konuda birbirleriyle hayırlı bir yarış içine girmelidirler. Allah’ın izniyle 21. yüzyıl Müslümanların ve İslamiyet’in muhteşem yükselişinin bilimsel ve kültürel alanda da çok net bir biçimde yaşanacağı bir yüzyıl olacaktır. Rabbimiz bir ayette şu şekilde bildirmektedir:

"... Allah, sana Kitab’ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın üzerinizdeki fazlı çok büyüktür." (Nisa Suresi, 113)

7 Haziran 2011 Salı

Nefse Uygun Din Planları

Yüce Allah Kuran’ın, tüm insanları "karanlıklardan nura çıkaracak bir hidayet, bir rahmet ve müjde" olduğunu bildirmiştir. Rabbimiz Kuran ayetleriyle insanlara yaşamları boyunca karşılaşabilecekleri her konuda kendilerini kurtuluşa ulaştıracak doğru yolu göstermiştir. Kuran'da insanlara, kendilerini yarattığı fıtrata yönelmeleri şöyle bildirilmiştir:

''Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır..." (Rum Suresi, 30)

Bu gerçek istisnasız tüm insanlar için geçerlidir. İnsan ancak, kendisini yaratan Rabbimiz'e yönelip, Kuran ahlakını tam olarak O'nun sevgisini ve rızasını kazanabileceği şekilde yaşadığı takdirde dünya hayatında güzel bir yaşam sürebilir. Fakat kimi insanlar, Allah'tan gereği gibi korkmamaları sebebiyle Kuran'ı kendilerine bu şekilde rehber edinmez ve Allah'ın bildirdiği ahlakı tam olarak yaşamazlar. Ayetlerde bu kimselerin, kendilerine sorulduğunda Allah'a iman ettiklerini söyledikleri, ancak daha derin bir imanı ve Allah'a gereği gibi kulluk etmeyi kabul etmedikleri bildirilmektedir:

De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? '' (Yunus Suresi, 31)

Söz konusu kimseler bu bakış açıları nedeniyle, Kuran'a Allah'ın indirdiği şekliyle tabi olmak ve bu nimetten istifade etmek yerine; dini, kendi akılları, nefisleri ya da din ahlakından uzak yaşayan toplumların belirli kuralları doğrultusunda yorumlamaya çalışmaktadırlar. Bu yolla, hak dinden uzaklaşmış farklı ve batıl bir din anlayışının savunuculuğunu yapmaktadırlar. 'Nefse uygun din' olarak da adlandırabileceğimiz bu din anlayışının en önemli özellikleri ise, kişilerin nefsi istekleriyle ve dünyadaki menfaat beklentileriyle çatışmayacak bir inanç şekli olmasıdır.

Bu sahte inanç şekline göre söz konusu insanlar dinin, vicdanlarını rahatlatacağına inandıkları kadarıyla yalnızca bir kısmını yaşayacak, ancak hiçbir zaman için kendi dünyevi beklentilerinden ödün vermeyeceklerdir. Bu batıl din anlayışı hiçbir zaman için onların çıkarlarıyla çatışmayacak, onları maddi manevi hiçbir anlamda zora sokmayacak, hayatın hiçbir alanında fedakarlık yapmalarını, özveride bulunmalarını gerektirmeyecektir. İbadetlerin bazılarını yerine getirecek, ancak düzenlerinin bozulması söz konusu olduğunda bunlardan da kolaylıkla taviz verebileceklerdir.

Kuran ahlakı, bu çarpık anlayıştaki kişilerin toplum hayatında olabildiğince az yer kaplayacak ve nefisleri adına kendilerine hiçbir rahatsızlık vermeyecektir. Bunun sonucunda insanlar yeri geldiğinde nefislerinin meşru olmayan isteklerini hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan yerine getirebilecek, adaletten, dürüstlükten, iyilik ve doğruluktan uzaklaşmaları gerektiğinde bunda bir sakınca görmeyeceklerdir.

Bu anlayış, söz konusu kişilerin yaşadıkları toplumda hiç kimsenin fikirleriyle çatışmadan, ahireti düşünmeksizin kurulmuş olan nefsani düzen, istek ve eğlenceleri engellemeden ve böylece hiçbir konuda tepki almadan rahatça yaşamalarını sağlayacaktır. Toplumdaki insanların iman edip Allah’a kulluk etmiyor ve Kuran ahlakını yaşamıyor olmaları onları ilgilendirmeyecektir. Kuran ahlakına aykırı olan bu dinin savunucularına göre, asıl olarak tepki çekmemek, çevrelerindeki insanların dünya görüşleriyle çatışmamak esas alınacak ve bu amaç doğrultusunda gereken her konudan taviz verilebilecektir.

Nefse uygun bu sözde dinin savunucuları, insanları Allah’ın beğendiği hayatı ve Kuran ahlakını yaşamaya davet etmek yerine, çevrelerinde de nefis rahatlığının esas alındığı bu sahte dinin tebliğini yaparlar. Hem kendilerini hem de çevrelerindeki insanları bu çarpık din anlayışının geçerliliğine inandırmaya çalışırlar.

Oysa ki nefislerinin hoşnutluğu ve rahatlık üzerine kurulan böyle bir din anlayışının hiçbir şekilde geçerliliği yoktur. Allah bir ayette "De ki: "Siz Allah'a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, herşeyi bilendir." (Hucurat Suresi, 16) şeklinde bildirmiştir. İnsan için her şeyin en doğrusunu bilen yalnızca sonsuz ilim sahibi olan Rabbimiz'dir.

''Allah Kuran’ın "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53) ayetiyle, nefsin insanları kötülüğe sürükleyici özelliğini bildirmiştir. Allah "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır" (Enam Suresi, 162) ayetiyle, iman edenlerin hayatlarının her anının, yaptıkları her işin Allah'ın emrettiği şekilde olduğunu bildirmiştir.

Allah'ın rızasını kazanabilmek, kimi zaman kişinin nefsinin rahatından ödün vermesini gerektirebilir. Nitekim Allah Kuran’da dünya hayatının, insanların denenmeleri için yaratıldığını; bu amaçla pek çok olayla sınanacaklarını bildirmiştir:

''O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. '' (Mülk Suresi, 2)

İnsan, dünya hayatında muhatap olduğu nimetler ve zorluklar karşısında Kuran ahlakına en uygun şekilde davranmak ve tüm bunlar karşısında büyük bir kararlılıkla Allah'ın rızasını aramakla sorumludur. Allah başka ayetlerde "İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık..." (Ankebut Suresi, 2-3) şeklinde bildirmektedir.

Nefsin istekleri, rahatı ve hoşnutluğu üzerine kurulan bir hayat şekli, insanları dünyada ve ahirette ancak yıkıma sürükleyebilir. Gerçek din ahlakı, nefsin değil, Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanma üzerine kuruludur. Bu ahlak ise ancak, insanın tüm hayatını Allah'ın belirlediği ve Kuran ile bildirdiği şekilde yaşamasıyla mümkün olabilir.

''Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. '' (Enbiya Suresi, 35)