25 Ağustos 2009 Salı

Hücrelerin Sahip Olduğu Akıl, Tesadüf Temelli Evrim Teorisini Yıkar

Vücudumuzdaki organların birbirleri ile iletişim kurmaları, hayatımızın devam etmesi için mutlak bir zorunluluktur. Bir organizmadaki hücreler görevlerini yerine getirebilmek için sürekli haberleşirler. Hücreler birbiri ile ya doğrudan temas yoluyla, ya da sinirsel, elektriksel ve kimyasal haberciler aracılığı ile haberleşirler. Ancak burada söz ettiğimiz her organelin bir et parçası olduğunu, iletişimi sağlayan habercilerin de yine proteinler, kimyasallar ya da mineraller olduğunu unutmamak gerekir. Birbirlerine bilgiyi aktaran, bu bilgiyi anlayıp uygulamaya geçirenler de yine aynı maddelerdir. Ancak yapılan hareket çok büyük bir şuur ve akıl içermektedir.
Örneğin bir insanın karaciğerinin bir kısmı kesilip alındığında karaciğerin diğer kısmı kendi kendini yenileyerek eski halini alır. Bu sırada hücreler zaman kaybetmemek için çok hızla çoğalır. Ama asıl önemli olan hücrenin çoğalmaya ne zaman başlaması ve ne zaman durması gerektiğini bilmesidir. Burada çoğalan ve bölünen hücreler aynı anda durmaya karar vermektedirler. Daha fazla ya da daha az değil, daha önce ya da daha geç değil, aynı anda durma kararı almaktadırlar.
Bu hücrelere ilk çoğalma emrini veren, acil bir durum olduğu için hızlı davranmaları gerektiği konusunda onları uyaran, organ eski halini aldığında bunu fark edip, onları durduran kimdir? Peki diğer hücreler kimin sözüne itaat edip, çoğalmaya başlamakta, kimin sözüne itaat edip durmaktadırlar? Karaciğer isimli bir et parçasının mı?
Mide hücreleri de aynı karaciğer gibi mükemmel akıl özellikleri gösterirler. Vücuda besin girer girmez mide hücreleri harekete geçer. Bu hücrelerin bütün amacı besinlerin insan için en iyi şekilde sindirilmesinin sağlanmasıdır. Bu amaç için hücreler yapılması gereken işlemleri teker teker başlatır. Midede bulunan ve mideden başka bir yerde bulunmamış olan hücreler sindirilen besinlerin oniki parmak bağırsağına ulaşacağını bilirler. Bu nedenle bağırsaklara ulaşacak besinin sindirilmesi için gerekli olan enzimleri yine hiç bilmediği başka bir hücreden ister –pankreas hücrelerinden.
Mide hücrelerinin pankreasa gönderdiği mektup (yani salgılanan hormon) kan yolu ile ulaştırılır. Kana bırakılan mektup vücut içinde yolculuk eder. Bu yolculuk sırasında pankreasa gelindiği zaman, pankreas hücreleri mektubu tanır ve hemen açarlar. Burada ilginç bir nokta -kan yoluyla hemen hemen bütün vücudu dolaştığı halde- mektubun diğer organların hücreleri tarafından açılmaması ve özellikle okunmamasıdır. Bütün hücreler bu mektubun pankreas için yazıldığını, kendilerini muhatap almadığını bilirler. Çünkü mektubun üzerinde pankreasın adresi vardır. Mektubun moleküler yapısı yalnızca pankreas hücrelerinin zarında bulunan algılayıcı moleküllerle etkileşecek şekilde özel olarak dizayn edilmiştir. Yani mide hücresi şuurlu ve bilinçli bir şekilde ürettiği hormonun üzerine gerçekten bir adres yazmıştır. Üstelik vücuttaki milyarlarca farklı adres içinden pankreas hücresinin adresini doğru bir şekilde yazmıştır. Bu adresin doğru şekilde yazılabilmesi için mide hücresinin pankreas hücresinin bütün özelliklerini bilmesi gerekir.
Mucize yalnızca adresin doğru yazılması ile sınırlı değildir. Mide hücresinin gönderdiği mektubun içinde bir de mesaj vardır. İnsan vücudunun derinliklerinde, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki küçük canlı (hücre) mektuplaşmakta ve haberleşmektedir. Birbirlerini hiç görmedikleri halde birbirlerinin hangi dilden anladıklarını bilmektedirler. Dahası bu haberleşme bir amaç uğrunadır. İki hücre birlik olmuş ve yediğiniz besinlerin sindirilmesi için plan yapmaktadırlar. Şüphesiz bu gerçek bir mucizedir.
Hücrelerin insanların sahip olmadığı derecede üstün şuur ve akıl göstererek karar vermesi mümkün değildir. Bu hücreler var oldukları andan yok olana kadar sabah akşam insanın hizmetine hazırdır. Asla dinlenmez, yorulmaz veya yapması gerekenleri unutmaz. Bu üstün akıl ve şuur alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Bu olaylar bize tüm kainata hakim olan Allah'ın üstün kudretini göstermektedir. Allah düşünmek isteyen insanlar için sayılamayacak kadar çok yaratılış delili bize göstermektedir. Böylece, Allah’ın varlığını inkar eden ve Allah’ın merhametine mazhar olamayacak olanların ahirette ‘biz görmemiştik, biz anlamamıştık’ diyebilecekleri hiç bir gerekçeleri olmayacaktır.
Böylece, helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalacak kişi apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 42)

20 Ağustos 2009 Perşembe

Karl Marx Toplumu İnançsızlaştırabilmek İçin Fikirlerine Bilimsel Bir Kılıf Aradı

Friedrich Engels, Charles Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabı yayınlanır yayınlanmaz Karl Marx'a şöyle yazdı:

"Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem". (Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene, Philadelphia; the University of Pennsylvania Press, 1959, s.527)

Engels’in hararetle bu haberi Marx’a iletmesinin önemli bin nedeni vardı, çünkü o sırada Karl Marx insanları dinsizliğe yöneltecek olan ideolojisine bilimsel bir kılıf arıyordu.

1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmalarında bu konuya duyduğu ihtiyacı şöyle belirtmişti:

“İşçilerin her nesnenin yapıldığı ve her eserin kendisini yapana şahadet ettiğine dair bir değerlendirmeleri vardır. Çalışma tecrübemizin eşyaları kendiliklerinden yalnız başına meydana gelmezler, onlar kendiliklerinden var değildirler. Öyle ise bu nokta üzerinde iş tarafından şekillendirilmiş halk zihninin hatası vardır. Felsefe tabiatın ve insanın kendiliğinden var olduğu fikrinin makul olduğunu göstermek mecburiyetindedir.”

Marx yazılarında yaratılışın halkın zihninden kolayca sökülüp atılamayacak bir düşünce olduğuna da dikkat çekmiş ve özellikle insanların varlığının sadece kendilerine borçlu olduğunun gösterilmesi gerektiği fikrini savunmuştur. Bu konuda aksi bir fikir olursa yani insanlar kendi öz varlıklarını başka bir varlığa bağımlı görürlerse, bu durumda o varlığın lütfuyla yaşadıklarını düşüneceklerini belirtmiştir. İnsanın kendi varlığını Allah’ın bir lütfu olarak görmemesi için tek yolun da insanın varlığının ancak insana borçlu olduğunun ispatlanması gerektiği şeklinde düşünmüştür.
Bu düşüncesinin kabul görmesinin imkansızlığı hakkında ise şunları yazmıştır:

“Tabiatın ve insanın kendiliğinden varlığını sürdürmesi veya var olması kendisi için anlaşılır bir şey değildir, çünkü pratik hayatın elle tutulur bütün verileri onun aksini bildirmektedir.”

Görüldüğü gibi Karl Marx’ın düşüncelerinde, insanları inançsızlaştırma konusunda sahip olduğu tezlerin hiçbir mantıki yanı olmadığı için toplum tarafından da kabullenmeyeceği görüşü hakimdi. Marx’ın yaşadığı bu çıkmazdan dolayı Charles Darwin’in kitabı hakkında Engels’e cevaben şunları yazdı:

"Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur".

Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise şöyle söylüyordu:
"Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor." (Marks Engels Mektuplar, cilt 2, s.126)

Marx, Darwin'e olan sempatisini ise en önemli eseri olan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı:

"Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".

Engels'in bu konudaki başka bir sözü ise Darwin'e olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu:

"Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin'in adı anılmalıdır." (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm-Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 1990, s.85)

Engels, Darwin'i, Marx ile eş tutacak şekilde övüyor ve "Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti" diyordu. (Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, London: Chatto & Windus, 1959, s. 348)

Bir başka eserinde ise şöyle diyordu:

"Darwin, bütün organik varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve insanın kendisinin, milyonlarca yıldır olagelen bir evrim sürecinin ürünleri olduğunu kanıtlayarak metafizik doğa görüşüne en ağır darbeyi indirdi." (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, Sol Yayınları, s. 156)

Marxs ve Engels Darwin’in evrim kuramının kendi ateist dünya görüşlerine bilimsel bir destek oluşturduğunu zannederek sevinmişlerdi. Ancak böyle bir sevince kapılmakta aceleci davranmışlardı. Çünkü evrim teorisi 19. yüzyılın bilim açısından ilkel ortamında ortaya atıldığı için kabul görebilmiş, hiçbir bilimsel delili olmayan yanılgılarla dolu bir teoridir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise gelişen bilim sayesinde evrim teorisinin geçersizliği ortaya çıktı. Bu Darwinizm için olduğu kadar materyalizm ve komünizm için de çöküş anlamı taşıyordu.

Karl Marx’ın ateşlediği komünizm, marksizm cereyanı sonunda yalnız Doğu Türkistan’da üç milyondan fazla insan dini inançlarından dolayı şehit edildi. Komünistlerin feci bir şekilde yürüttükleri dinsizleştirme siyasetine muhalefet edenler ya öldürüldü veya işkence kamplarına sürüldü. Bu zulme ilaveten, mevcut milyonlarca Kur’an-ı Kerim, hadis kitapları ve dini eserler toplanıp yakıldı. Cenaze namazı kılmak, ölüleri yıkamak yasak edildi. Ölüler doğrudan doğruya kireçlenerek çukurlara atıldı. Komünist ihtilal sonucunda sadece Rusya’da 52 milyon insan öldürüldü.

18 Ağustos 2009 Salı

Darwin Kambriyen Fosilleri İle Karşılaşınca Hüzne Kapılmıştı

Gülay Pınarbaşı
Evrim teorisinin olanaksızlığı günümüzde pek çok yönden ispatlanmış olsa da hala bir takım kişi ve kurumlar bu delillere gözlerini ve kulaklarını kapamaktalar. Bu kişi ve kurumlar evrim teorisini bir saplantı haline getirip, bilimden kopmaları dolayısıyla içine düştükleri acıklı durumun halkımızca açıkça görüldüğünün farkında değiller.
Son on yıla kadar insanların bir bölümü Darwin’in kaleme aldığı kitapların bilimsel bir değeri olduğunu sanıyorlardı. Mikroskobun olmadığı bir dönem olması dolayısı ile hücrenin içi su dolu bir kese olduğunu ve çamurlu su içerisinde tesadüfen oluştuğunu düşünen Darwin, bu gerçek dışı düşüncesini temel edinip fikirlerini oluşturdu. Bilimsellik ile hiçbir ilgisi olmayan sadece gezi notları sayılabilecek özellikte olan bu kitaplar evrimci bilim adamlarının tekelinden çıkarılıp halka arz edildiği zaman evrim teorisinin şişirilmiş bir balon olduğu ortaya çıktı. Bunu ortaya çıkaran başlıca meselelerden biri Darwin’in kitaplarında sürekli teorisinin nasıl bir çıkmazda olduğu, aklının nasıl karışık olduğu, teorisinden nasıl soğuduğu, birtakım gerçeklerle karşılaşınca nasıl üzüntüye kapıldığını ifade eden cümleler olmuştur.
Kambriyen fosilleri Darwin’i ve teorisini perişan eden delillerden biridir. Darwin zaten ilk baştan beri teorisinin mükemmel yapıları ve komplekslikleri açıklayamadığının farkındaydı. Bu nedenle göz gibi 40 ayrı parçanın aynı anda var olması ile ancak işlevini görebilecek bir sistemin varlığı Darwin’i teorisinden soğutmuştu. Gözün retina, kornea, mercek gibi kompleks tüm yapıları bulunsa sadece göz sıvısının var olmaması halinde bile göz işlevini yitirmektedir. Gözü oluşturan bu 40 parçanın birlikte hareket edip bir mili saniyede 1,5 milyon elektrik sinyali mesajını yakalamasını, beyne teslim etmesini ve bu mesajı yorumlayabilmesini yapay olarak gerçekleşebilmesi için süper hız-kapasite bilgisayarlardan düzinelercesinin kusursuzca programlanması ve hatasız aynı anda çalışması gerekmektedir
Darwin’in içinde bulunduğu çıkmaza umut ettiği gibi yeryüzünde asla bir ilkel göz yapısı bulunmadığı eklenince Darwin iyice hüsrana uğramıştır. Tanınmış evrimi Stephen Jay Gould bu konuda şöyle söylemektedir:
Fosil kayıtları Darwin’e mutluluktan çok hüzün getirdi. Hiçbir şey onun neredeyse tüm kompleks dizaynların ortaya çıktığı Kambriyen patlamasından daha çok rahatsız etmedi. (The Panda’s Thumb, s.238-239)
Kambriyen dönemi yani canlı fosillerinin yeryüzünde görüldükleri ilk zaman diliminde (530 milyon yıl öncesi) ilkel göz yapılarının bulunduğunu söyleyen kişilerin meslekleri bilim adamı bile olsa yalan söylemekte oldukları ispatlanmıştır. 530 milyon yıl önce trilobitlerin gözleri günümüz sineklerinin veya yusufçuklarının mükemmel petek gözü yapısı ile aynı idi. Bugün yusufçuk gözü dünyanın en iyi böcek gözü olarak kabul edilmektedir. İnsanlığın bilgice en yüksek seviyeye ulaştığını kabul ettiğimiz 21. yüzyılda, çok yüksek hızda uçarken mükemmel görme yeteneği sayesinde ani manevralar yapabilen yusufçuğun tüm yapısı uçak endüstrisi tarafından araştırılmaktadır.
Trilobitte üç binden fazla mercek, üç binden fazla farklı görüntünün canlının beynine ulaşması anlamına gelmektedir. Bu da, 530 milyon yıl önce yaşayan bir canlının göz ve beyin yapısının ne kadar büyük bir kompleksilğe sahip olduğunu ve evrimle hiçbir şekilde meydana gelemeyecek kusursuz bir yapı sergilediğini açıkça göstermektedir.
Bu yazıca belirtilen evrim teorisini yıkan milyonlarca delilden yalnızca biridir, ancak görüldüğü gibi tek bir tanesi bile evrimin büyük bir aldatmaca olduğunu ispatlayacak niteliktedir. O zaman bu dev gerçeğe rağmen bir kısım insanların evrim inancını yalanlarla savunuyor ve halkımızı aldatmaya çalışıyor olmasının nedenin ne olduğunu düşünmek gerekmektedir. Bu konuda Kuran’da bildirilen bir ayet bizlere cevap olmaktadır:
“Onlar sizin inkar etmenizi içten arzu etmişlerdir.” (Mümtehine Suresi, 2)

11 Ağustos 2009 Salı

Evrimci Bilim Adamlarının Sürekli Başvurdukları Hile

Gülay Pınarbaşı
Evrimciler canlıların sahip oldukları benzer özellikleri evrimin kanıtı olarak yorumlarlar. Bu yorum dünyadaki tüm ses çıkaran aletlerin aynı fabrikadan çıkmış olduklarına inanmakla eşdeğerdir. Cd çalarların, kaset çalarların, radyoların, ipod’ların ayrı üretim merkezleri ve üretim teknikleri vardır. Evrimciler sürekli olarak ellerinde hiçbir kanıt olmadan varsayım yaparlar. Ve tüm varlıkları bilimin gösterdiklerine göre değil sahip oldukları bu varsayıma göre değerlendirirler.
Bugüne kadar yapılmış genetik karşılaştırmaların ortaya koyduğu genel tabloya bakıldığında, "moleküler benzerlikler" konusunun evrime delil olmadığı, aksine teoriyi çaresiz bıraktığı görülmektedir.
Ünlü biyokimyacı Prof. Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:
"Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi." (Michael Denton, Evrim: Krizdeki Teori, s 290-291)
Elbette canlılar arasında moleküler benzerliklerin olması son derece doğaldır; çünkü aynı moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedirler. Metabolizmalarının ve dolayısıyla genetik yapılarının birbirine benzemesi de çok normaldir. Ancak bu, onların ortak bir atadan evrimleştiklerinin bir delili değildir.
Bu ortak yapılar, aslında Allah'ın tüm canlılarda yarattığı ortak bir yapının ortak malzemeleridir. Ortak yapı, günümüz teknolojisi ile yürütülen tasarım ürünü yapıların başta gelen özelliklerinden biridir. Örneğin farklı modellerde bilgisayarların paylaştığı çip, hard disk gibi ortak yapılar mevcuttur. Ancak, elbette, bu durum bilgisayarların birbirlerinden evrimleştiklerini göstermeyecektir. Canlılarda bulunan ve evrimcilerin spekülasyon malzemesi yaptkları ortak genler ise bilgisayar parçalarından çok daha kompleks ortak yapılar ortaya koyarlar. Örneğin, bir insanın tek bir hücresindeki DNA'da yaklaşık 100.000 ansiklopedi sayfasını doldurabilecek miktarda bilgi saklıdır. Üstelik DNA molekülü, bilgisayar mühendislerini şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakan bir mikro-tasarımdır. DNA'daki bu yüklü miktarda bilgi, boyu yaklaşık 2 m'yi bulan, buna karşılık kalınlığı milimetrenin sadece beş milyonda biri kadar olan bir iplikçik üzerinde saklanır.
Açıktır ki, hiçbir akıl sahibi insan, bilgisayarlardaki ortak tasarımların ve Windows XP programının tesadüflerle, başka yapı ve sistemlerden evrimleşerek ortaya çıktığını savunmaz. Bilgisayardan çok daha kompleks olan ortak biyolojik yapıların tesadüfen var olmadığı, tümünü Allah'ın mükemmel özelliklerle birlikte yarattığı apaçık bir gerçektir. Üstün güç sahibi Allah herşeyin Yaratıcısıdır:
"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstün ve güçlü olan, bağışlayandır." (Sad Suresi, 66)
Tüm bilimsel gerçeklere rağmen sürdürülen bu hileli yöntemlerin nedeni evrimcilerin şu an bir çıkmazın içinde bulunmalarıdır. Bu kişilerin vicdanları hiçbir basit yapının evrimleşerek kusursuz yapılar oluşturamayacağını çok iyi görmekte ve kabul etmektedir. Ancak Allah’ı inkar etme isteği bu kişilerde öyle şiddetlidir ki bilimin ortaya koyduğu gerçekleri, yürüttükleri hileli kampanyalarla örtmeye çalışırlar. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat’ta bu tehlikeyi hikmetli sözleriyle şöyle bildirmektedir:
“Vicdanın ziyası din ilimleri, aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Ayrıldıkları vakit, birincisinden taassup, ikincisinden hile doğar.”

4 Ağustos 2009 Salı

Ateist Düşünce Sistemi yüzyılımız İçinde nasıl parçalandı

İslam dini son yıllarda tüm dünyada çok büyük bir güç kazanmakta. İslam yalnızca Müslüman olarak bilinen ülkelerde güçlenmekle kalmadı, Çin'den Amerika'ya kadar tüm ülkelerde İslam'ın gerçek kaynağı olan Kur'an'a ilgi hızlanarak arttı. İslam inancının yükselmesinde, ateist düşüncenin fikri temellerinin yıkılmasının etkisi büyük oldu. Dinsizliği bir bozgunculuk unsuru olarak kullanma taraftarı olmayan açık görüşlü insanlar ateizmden Allah inancına döndüler.

19. yüzyılda Marx, Engels, Nietzsche, Durkheim, Freud, Darwin gibi düşünürler ateist düşünceyi farklı bilim alanlarına uyguladılar. 19. yüzyılın sonlarında, ateistler, kendilerince her şeyi açıklayabildikleri bir dünyada yaşadıklarını sanıyorlardı. Tarih ve sosyoloji konusunda Marx ve Durkheim, psikolojide Freud, biyolojide ise Darwin ateizm temelli düşüncelerinin hiç sarsılmayacağını sanmışlardı. Oysa bu görüşlerin her biri 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki bulgu, tespit ve sonuçlar, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti.

Söz konusu düşünürler bilimin evrende mekanik ve rastlantısal bir işleyiş olduğunu ortaya çıkaracağını sanmışlardı. Aksine bilim evrende olağanüstü bir düzen ve akıl olduğunu keşfetti. Bu keşiflerden en önemlisi hiç kuşkusuz evrenin bir başlangıcı olduğu tespitiydi. Batı dünyasındaki materyalist bilim adamları Eski Yunan felsefesine merak salmışlardı. Bu nedenle maddenin sonsuz olduğu görüşünü benimsediler. Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri isimli kitabında "Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekir. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir." diye yazdı. Politzer'in düşüncelerinin tam aksine bilim, yokluktan oluşumu ispatlayarak kabul etti. Evrenin yok olduğu bir anın var olduğunun ortaya çıkması, ateist felsefeyi bir anda darmadağın etti. Bu andan sonra kendini zamanında ateist olarak nitelendiren felsefeciler veya bilimadamları oldukça sıkıntılı bir döneme girdiler. Örneğin materyalist fizikçilerden Arthur Eddington "felsefi olarak doğanın şu anki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi beni rahatsız etmektedir" sözü yaşadıkları sıkıntıyı bizlere göstermektedir. Daha sonradan Allah'a iman ettiğini açıklayan Anthony Flew ise, 'Büyük Patlama modelinin' bir ateist açısından oldukça sıkıntı verici olduğunu bunun nedeninin bilimin dini kaynaklarca savunulan bir iddiayı ispatlaması olduğunu beyan etti.

Yine materyalist fizikçi Lipson ise 'eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz" şeklinde bilim dünyasına önemli bir uyarıda bulundu.

Günümüzde giderek azalsa da bazı bilim adamları Lipson'un yaptığı bu uyarıyı göz ardı etmekte. Bu tutumları ile bilime adeta ihanet eden bu kişiler tarihte toplumu çok büyük yanılgıya düşürmüş kişiler olarak anılacaklardır. Günümüzde de Marx, Nietzsche gibi düşünürler aynen böyle anılmaktalar.

Son olarak Economist dergisinin baş editörlerinden John Micklethwait ve yine aynı derginin Washington bürosu yetkilisi Adrian Wooldringe'nin Allah İnancının Avrupaya Geri Dönüşü ile ilgili eserinde 19. yüzyıl ateist filozoflarının, düşünürlerinin tahminlerinin 2009'a gelindiğinde nasıl yanlış çıktığı anlattılar. Yazarlara göre teknoloji, demokrasi ve seçme özgürlüğü insanların kendi seçimlerini yapmasına imkan sağlayarak dini güçlendirdi. Dünya nüfusunun yüzde 80'ini yüzyılın ortasına kadar ana dinlerden birine üye olacak ve bu eğilim Avrupa'da da yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. Uzmanlara göre bunun nedeni, Avrupa'ya dışarıdan gelen göçmenler, küreselleşme ve kötüleşen sosyal güvenlik sistemlerinden duyulan rahatsızlık. 2005 yılında Avrupa'da kendini ateist olarak niteleyen kişilerin oranı yüzde 30'larda iken bu oran 2009'da yüzde 18'e düştü. (Star Gazetesi, 26 Mayıs 2009)

Ateizim, sırtını dayadığı kozmoloji, biyoloji, psikoloji, tıp veya sosyoloji gibi kavramların eliyle çökmüştür. Ateizme dayanak yapılmaya çalışılan bu kavramlar 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren görüldüğü gibi Allah inancının yükselişine zemin hazırlamıştır.