25 Aralık 2007 Salı

Büyük İslam Alimi Abdülkadir Geylani

Asıl adı, Muhyiddin Ebu Muhammed bin Cengi Dost’dur. Hem seyyid, hem şerîfdir. 1078 yılında Geylan’da dünyaya geldi. Din eğitimine burada başladı. Abdülkadir Geylanî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur alimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Hanbeli mezhebini seçerek fıkıhta bu mezhep üzerinde yoğunlaştı. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Muhzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Ebu Said medresesinde dersler verdiği sıralarda tasavvufla tanıştı. Uzun bir tasavvuf eğitiminden sonra Kadiri tarikatını kurdu.

Abdülkadir Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaz vermeyi bıraktı. Sahralara çıktı. Bütün vaktini ibadet, mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.
Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir rahip şöyle söylemiştir: “Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslam alimlerinden birine müracaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyamda İsa aleyhisselamı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkadir isminde biri var, onun huzurunda müslüman ol. Çünkü o zamanındaki alimlerin en büyüğüdür." buyurdu.

Çoğunluğu vaaz ve nasihatlerinden oluşan El-Gunye, El-Fethü’r Rabbani, El Fütühül Gayb bize
kadar ulaşan kitapları arasındadır. Abdulkadir Geylani Hazretleri 1166 yılında Bağdat’ta vefat etti. Her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen kabri, şu anda Bağdat’ta geniş bir külliye içerisindedir.

Abdulkadir Geylani Hazretlerinin bazı sözleri şöyledir:
Kuran ile amel etmek seni Kuran’ın mevkiine yükseltir, oraya oturtur. Sünnet (Peygamberimizin hadisleri) ile amel etmek seni Allah’ın Resulü Peygamber Efendimize yükseltir. Resulullah, kalbi ile ve manevi himmetiyle, Allah dostlarının kalbi çevresinden bir an bile ayrılmaz. Allah dostlarının kalplerini güzelleştiren, kokulayıp buharlayan odur. Onların özlerini tasviye eden, menfi duygulardan temizleyen ve tezyin eden odur.

Sen Allah’ı zikret ki, O’da seni zikretsin. Allah’ı zikret ki o zikir günahlarını döksün. Günahsız olarak kalasın. Günahsız itaatkar bir mümin olasın. İşte o zaman o seni zikreder. O zikir seni öyle sarar ve meşgul eder ki, birşey isteyecek vakit bulamazsın. Bütün gayen ve maksudun o olur.
Ey ahali! İslam ağlıyor. Elini başına koymuş; şu facirlerden, şu fasıklardan, şu bid’at ehlinden, şu zalimlerden, şu yalancı şahidlik libası giymişlerden, sahip bulunmadıkları faziletleri kendilerinde var gösteren şu kuru iddiacılardan, yaka silkiyor. Onlara karşı ihlas sahibi müslümanlardan yardım talep ediyor.
Yiyip içmen, veda yiyip içmesi olsun. Aile arasında bulunuşun veda bulunuşu olsun. Mümin kardeşinle buluşman veda buluşması olsun. Kalbine hep emanet olduğunu, daima veda etme halinde bulunduğunu nakşet. Kaderi başkasının elinde bulunan kimse nasıl emanet ve veda etme halinde olmaz ki? Zira yarın ne olacağını, işlerin nereye varacağını, kaderinin kendisine neler getireceğini bilmemektedir.
Öyleyse hemen tövbe et, bir daha işlememeye azmeyle. Onlardan sıyrıl, seri adımlarla Mevla’na koş. Tevbe ettiğin zaman hem zahirin hem batının tövbe etmiş olsun. Tevbe, Allah katında makbul kul olmanın temelidir. Halis bir tevbe ile ve Allah’tan hakikattan haya etmek suretiyle üzerindeki günah elbiseni çıkar, at.
Ey Allah’ın yolunu arkasına atıp dünya işlerine itina gösteren kişi! Seni insanları memnun eden, fakat Allah’ı kendisine öfkelendiren kişi olarak görüyorum. Hiç şüphe yok ki yakında sen o dünyadan alınacaksın. Ölüm seni oradan ayıracak. Seni yakalaması pek elemli, pek şiddetli ve pek çeşitli olan zat yakalar ve oradan alır. Bir anda herşeyini kaybeder ve herşeyinden ayrılırsın. (Fethü’r-Rabbani)

Milli Gazete

18 Aralık 2007 Salı

Sevgi yalnızca Allah'a yöneltilir

İman eden bir kişi, bütün kalbiyle sevmesi, yakınlaşması, bağlanması gereken varlığın Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah kendisini yoktan var etmiş, bedenini, aklını, şuurunu, imanını ve sahip olduğu bütün herşeyi ona vermiştir. Bütün ihtiyaçlarını karşılamış ve halen de karşılamaktadır. Kendisi için bu dünyada sayısız nimetler yaratmıştır. Dahası, Kendisi'ne iman ettiği ve itaat ettiği takdirde, onu, hem dünyada hem de ahirette çok büyük ve sonsuz bir nimetle, Katından bir sevgi ve hoşnutlukla müjdelemektedir. Bütün bunları da yalnızca Kendisi'nden bir rahmet ve lütuf olarak karşılıksız bir şekilde vermektedir. O halde gerçek anlamda, herkesten çok sevilmeye, bağlanılmaya layık olan yalnızca Allah'tır.
Sevginin oluşmasındaki sebeplerden biri de sevilen kimsedeki üstün ve güzel özelliklere karşı duyulan ilgi ve hayranlıktır. Bu ilgi ve hayranlık karşı taraftan da karşılık gördüğünde aradaki ilişki kuvvetli bir sevgi bağına dönüşür. Ancak burada önemli olan nokta, üstünlük ve güzelliğin gerçek sahibini bulmak ve ilgi, sevgi ve hayranlık hislerini ona yöneltmektir. O da yine, bütün güzelliklerin, üstün ve yüce sıfatların kaynağı, sahibi olan Allah'tır. O'nun yarattıklarının sahibiymiş gibi göründükleri üstün sıfatlar ise, yalnızca Allah'ın sonsuz sıfatlarının çok küçük birer yansımasıdırlar ve gerçekte Allah'a aittirler. Allah'ın kulları üzerinde tecelli etmekte, yani görünmektedirler. Bütün bunlardan dolayı sevgi ancak Allah'ın Zatına duyulur. İnsanın bir kimseyi veya bir eşyayı, Allah'tan bağımsız, müstakil bir varlık olarak görüp de Allah'ı sever gibi sevmesi ise, onun şirk koştuğunun en belirgin alametlerinden birisidir.
Elbette ki sevgi duymak yanlış değildir, yanlış olan Allah'ı tamamen unutup, adeta bir tutkuyla, ihtirasla karşı tarafa bağlanmaktır. Ya da o insan için Allah'ın rızasını ve hoşnut olacağı şeyleri terk etmektir. Oysa imani gözle bakıldığında insanların sahip oldukları tüm güzelliklerin asıl sahibinin Allah olduğu anlaşılır. Bunu fark eden insan doğal olarak Allah'a yönelir, karşısındaki insanı severken aslında Allah'ı sevdiğinin bilincindedir. Ancak müşriklerin sevgilerinde durum farklıdır. Bir ayette müşriklerin Allah'ı bırakıp, kendilerine sevgi bağı ile putlar edindikleri, Hz. İbrahim'in sözleriyle şöyle ifade edilir:
(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi, 25)
Yalnızca Allah'ı ilah edinen bir kimsenin başka bir şeyi, başka bir kimseyi Allah kadar ya da O'ndan daha fazla sevmesi söz konusu olamaz. Bunun aksine bir tutum takınan müşrikler ise ayette şöyle tarif edilir:
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Ayette, iman edenlerin en çok Allah'ı sevdikleri belirtilmiştir. Bunun aksi bir uygulama içinde olan kişinin samimi olmadığı ya da Allah'ı ve dini gereği gibi tanımıyor olabilir. Zaten ayetin sonundan, şirk koşanların Allah hakkında yanlış ve eksik bir bilgi ve anlayışa sahip oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar, Allah ile samimi bir yakınlık kuramadıklarından ve Allah'ı gereği gibi takdir edemediklerinden, sahip oldukları sevgiyi başka kişilere yöneltirler.
Müminin sevgisi berrak, nurlu, kalpte ferahlık oluşturan bir sevgidir. Çünkü sevgisinin gerçek muhatabı Allah'tır. Karşısındaki varlığı dünyada Allah'ın tecellilerini barındırdığı için sever. Bu yüzden de, sevdiği bir kimse veya varlık ölünce veya sevdiği bir eşya kaybolunca, kendisinden alınınca mümin üzülmez, bir mahrumiyet, ayrılık acısı çekmez. Çünkü sevdiği varlıktaki maddi manevi bütün güzelliklerin, tecellilerin gerçek sahibi Allah'tır. Allah ebedi ve ezelidir. Hepsinden önemlisi kendisine şah damarından daha yakındır. Yalnızca kendisini imtihan etmek için geçici olarak bazı tecellilerini geri almıştır. İmanını ve bu anlayışını sürdürdüğü sürece dilerse bu dünyada dilerse ahirette sonsuza dek kendisine çok daha yoğun olarak pek çok güzel sıfatıyla tecelli edecektir. İşte bu sırrı kavradığı ve katıksız gerçek imana kavuştuğu için mümine üzüntü ve acı verecek, onu duygusallığa düşürecek hiçbir durum söz konusu değildir. Bir ayette iman edenlerin bu ruh hali şöyle tarif edilir:
Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)

Milli Gazete

11 Aralık 2007 Salı

Nitelikli İnsan, Manevi Derinliği Olan İnsandır.

Din ahlakından uzak toplumlarda insanların değer yargıları mülk, para, şöhret, makam ve mevki gibi maddi çıkarlar üzerine kuruludur. Bu nedenle söz konusu toplumlarda nitelilkli insan, bu maddesel özelliklere sahip insan anlamına gelmektedir. Bir kişinin zenginliğiyle orantılı olarak seçkinliğinin arttığına inanılır. Maddi güce sahip olmayanlar yeteri kadar nitelikli insan sayılmazlar.
Oysa insana değer kazandıran özellikler maddi nitelikler değildir. İnsanı değerli kılan iman ve takva sahibi olmaktır. Allah’ı razı eden insanlar dünyanın en değerli insanlarıdır. Bu insanlar Allah’ı hoşnut edecek davranışları her zaman aradıkları ve uyguladıkları için güzel ahlak özelliklerine sahip olurlar. Güzel ahlaklı olmak kişiye derinlik kazandırır ve verdiği mutluluk hissini hiçbir maddesel zenginlik veremez. Çünkü bu his Allah’ı razı edebilme ve cenneti umut edebilmeden kaynaklanır. Hayatı boyunca para vasıtası ile her türlü eğlence aracına ulaşmış olan bir insan asla takva sahibi bir kişinin duyduğu derin sevinç ve mutluluğu tadamaz. Dünyaya dair olan tüm zevkler geçicidir. Allah bir Kuran ayetinde bu durumu şöyle bildirmektedir: “Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan Suresi, 27)

Dünyanın geçiçi zevkleri mal, mülk, mevki ve ihtiras peşinde koşmak, kişiyi basitliğe iter ve onu hep küçük düşürür. Ancak kişi içinde bulunduğu bu küçültücü durumun farkında olmaz aksine kendisini mükemmel görür. Dünya hayatının kurallarını çok iyi biliyor olmak ile övünür. Örneğin pahalı kıyafetler giymek, teknik bir aletin nasıl kullanıldığını bilmek hatta bir çantanın nasıl omuza takılması gerektiğini bilmekle bile övünüp kendi kendisini yüceltebilir. Bu tarzda bilgilerini ve uygulamalarını sürekli arttırır, çünkü içinde yaşadığı insan topluluğunun değer yargıları tamamen maddesel ölçütlerdir. Dünyevilik hastalığına sahip tüm bu insanlar manevi yönlerini yitirirler. Gerçek sevgiyi, saygı duymayı, fedakarlıkta bulunmayı, merhamet etmeyi, affetmeyi, nefsini savunmamayı, tevazulu olmayı, boyun eğici olmayı bilmezler. Bu vasıflardan uzak olan insanlar son derece ilkel bir yaşam içinde hayatlarını sürdürürler. Fakat yaşadıkları bu ilkel hayatı fark edememelerine rağmen kendi akıllarını müthiş beğenirler. Kibirli kişiler, diğer insanlara karşı, onları aşağı gördüklerini hissettiren bir tavır sergilerler. Karşılarındaki kişinin imani derinliğe sahip, takva sahibi birisi olması onlar için önemli olmaz. Müminlerin üstünlüklerini fark edemezler. Oysa gerçek dindar bir mümin, Allah’ın izni ile dünyadaki en akıllı, olgun, güçlü, devrilmez ve en mükemmel hayatı yaşayan kişidir.

Takva sahibi Müslümanlar Allah’ın lütfetmesiyle soylu bir ruha sahip olduklarından dünya hırslarına kapılarak kendilerini küçültmezler. Sahip oldukları derinlik güzel ahlaklarına yansır. Bir ayette Allah müminlerin yüksek ahlakına şöyle dikkat çekmiştir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den korkuyoruz." (İnsan Suresi, 8-10)
Kuran’da müminlerin seçkinliğini ve üstünlüğünü kavrayamayanların bulunduğu bildirilir. Hz. Musa Firavun’un kavmine elçi olarak gönderildiğinde Firavun ve kavmi, peygamberleriyle alay etme yolunu seçmişlerdir. Bunun sebebi, kendilerinden daha fakir olduğunu düşündükleri Musa Peygamberin elçi olarak seçilmesi ve onları hak dine davet etmesidir. Kendi batıl dinlerinin içinde bulunduğu mantıksızlığın ortaya serilmesi inkarcıların gururlarına ağır gelmiştir. Bu nedenle tarihteki tüm inkarcılar gibi kendilerine gerçekleri bildiren elçilerini küçük görmüşlerdir:
Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?" "Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir." "Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 51-53)

Gerçek akıla sahip olmayan ve kendilerini nitelikli, seçkin sanan insanların, Müslümanlar ile ilgili görüşleri önemli değildir. Önemli olan Allah’ın Müslümanlar’a Kuran’da vaat ettiğidir. Allah bir ayetinde müminleri şöyle müjdelemektedir:
Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)

Milli Gazete

4 Aralık 2007 Salı

Evrimcilerin, insanın kökeni ile ilgili öne sürdükleri hayali fosiller - 2

Australopithecus'un iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu evrimci iddiaları sağlam kanıtlarla çürütmüş ve evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecus'dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki "homo" yani "insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecus'un iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecus'dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus'a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla "bağlantı"lar, yani "ara form"lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur.

Homo habilis sınıflandırması 1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı" olan Leakey'ler tarafından ortaya atıldı. Leakey'lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.

Oysa 80'li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan araştırmacılar, bunların, "alet kullanabilen insan" anlamına gelen Homo habilis yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 630 cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının bir göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından bir ara form olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi soyu tükenmiş bir maymundu.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis'in gerçekten de Australopithecus'tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:

“Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.” (Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325)

Yapılan araştırmalarda asıl olarak iki sonuç ortaya çıkmıştır:

(1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.

(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.

Homo rudolfensis Hakkındaki Yanılgı;

Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya'daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının da aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.
Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve "KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı
kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey'e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan "insansı" yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:

KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise, aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir. (Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41)

Milli Gazete

27 Kasım 2007 Salı

Şempanzelerle Genetik Benzerlik Asılsız Bir Evrim Propagandasıdır

Evrim teorisi, moleküler düzeyde veya fosillerle ispat edilemediği, hatta evrimin olamayacağı bilimsel gelişmelerle ispat edildiği için, evrimciler sürekli olarak kendilerine yeni propaganda malzemeleri bulmaya çalışırlar. Uzun zamandır evrimciler, "insanlar ve şempanzeler arasında sadece % 1'lik bir genetik farklılık vardır" iddiasıyla evrim propagandası yapıyorlardı. İnsan ve şempanze genleri arasında kesin bir karşılaştırma yapılmamış olmasına rağmen, Darwinist ideoloji onları bu iki tür arasında çok küçük bir farklılık olduğunu varsaymaya yöneltiyordu. Ancak bilimsel alandaki gelişmeler, aynen diğer evrimci propagandalarda olduğu gibi, bu iddianın da asılsız bir çarpıtmadan ibaret olduğunu ortaya koydu.

İnsan ve şempanze arasında sadece %1'lik fark olduğunu iddia eden eski araştırmalar, her iki canlının gen dizilimlerinin bütünsel değil, kısmi karşılaştırmalarına dayanıyordu. Çünkü bilim adamları şempanze genomunu henüz deşifre etmiş değillerdi. Yaptıkları karşılaştırma çalışmaları, bazı temel proteinlerindeki aminoasit diziliminden yola çıkılarak yapılan çalışmalardı.

Evrimciler bu iki canlının genomlarını ancak kısmen temsil eden %98.5, %99 gibi benzerlik oranlarını elde ettiler. İlerleyen onyıllarda bu yüksek oranları insanın şempanzeyle ortak bir atadan evrimleştiği senaryosunun kanıtı gibi yaygınlaştırdılar. Bu hileli propaganda, iki kalın kitabın sadece üç-beş cümlesini birbirine benzer bulup bu kitapların neredeyse tamamen aynı olduğunda ısrar etmekten farksız, saçma bir iddiaydı.

Evrimcilerin bu çarpıtmaları, DNA analiz tekniklerindeki ilerlemelerin yanısıra insan ve şempanze genomlarının deşifre edilmesi sürecinde iyice ortaya çıktı. Evrimciler iki canlı arasında daha önce propagandasını yaptıkları %1 ila 1,5 farklılık oranlarının gerçekleri yansıtmadığını, bunların kendi ifadeleriyle "üzücü biçimde yanlış" olduklarını itiraf ettiler.

2002 yılında California Teknoloji Enstitüsü'nden genetikçi Roy Britten’in DNA örneklerinde yaptığı araştırmanın neticesi İngiliz bilim dergisi New Scientist de “İnsan-Şempanze Genetik Farkı Üç Katına Çıktı” başlığıyla haber yapılmıştır.

2004 yılında İngiliz bilim dergisi Nature'da yayınlanan başka araştırmada, şempanzenin 22. kromozomunun dizilimi ile bunun insanda karşılığı olan 21. kromozomunun dizilimi karşılaştırıldı. Şempanzenin 22. Kromozomu Uluslararası Konsorsiyumu tarafından gerçekleştirilen araştırma, önemli farklılıklar ortaya çıkardı. Nature dergisinin haber servisi bu araştırmayı, "Şempanze kromozomu şaşkınlık yarattı" başlığıyla duyurdu ve haberde, "yapılan ilk detaylı karşılaştırma, şempanze ve insan genlerini beklenmedik şekilde farklı çıkardı" yorumuna yer verdi. Aynı yazıda, Fransa'nın Evry kentindeki Ulusal Dizilim Merkezi'nde görevli Dr. Jean Weissenbach'ın "22. kromozomun, genomun %1'ini temsil ettiği, şempanze ile insanda farklılık gösteren binlerce gen olabileceği" sözleri de aktarıldı.

Çalışmalar bir kez daha göstermiştir ki, bir yanda bilimsel bilgide kazanç yaşanırken, öteki yanda evrimciler kayıp yaşamışlardır. Kaldı ki, insan ve şempanze arasındaki genetik benzerlik oranı ne olursa olsun, bu oranları evrim kanıtı olarak öne sürmek Darwinizm adına hiçbirşeyi doğrulamamaktadır. Yalnızca şempanzede değil, bütünüyle farklı canlılarda bulunan genler de insandakilerle benzerlik göstermektedir.

Örneğin, New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA'larında %75'lik bir benzerlik ortaya koymuştur.

Öte yandan geçtiğimiz yıllarda Türk medyasına da yansıyan bir bulgu, Drosophila türüne ait meyve sineklerinin genleri ile insan genleri karşılaştırıldığında, % 60'lık bir benzerlik çıktığı yönündedir.

Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinleri karşılaştırılmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır. (New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19)

Bu örnekler, genetik benzerlik kavramının evrim teorisine bir delil oluşturmadığını göstermektedir. Çünkü genetik benzerlikler iddia edilen evrim şemalarına uymamakta, aksine bunlara tamamen ters sonuçlar vermektedir. Olaya bir bütün olarak bakıldığında, "biyokimsayal benzerlikler" konusunun evrime delil olmadığı, aksine teoriyi çaresiz bıraktığı görülmektedir.
Ünlü biyokimyacı Prof. Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:

"Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi." (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, ss. 290-91)

Milli Gazete

20 Kasım 2007 Salı

Darwin'i hasta eden Tavuskuşu

Tavuskuşu tüylerindeki desenlere bakan bir insan, bunlardaki güzelliklere hayran olmaktan kendini alamaz. Tavuskuşlarının tüylerinde ışığın farklı dalgaboylarını süzüp yansıtabilen küçük tüylerin bulunduğu hassas bir mekanizma bulunmaktadır. Tüylerin parlak renkleri pigmentler tarafından değil, iki boyutlu olan ve kristale benzeyen küçük yapılar tarafından üretilmektedir. Bu tüyleri bilim adamları elektron mikroskopları kullanarak optik incelemeler yapmışlardır. Hassas hesaplamalar sonucunda tüylerin her birinin kalınlığı, sıralanış şekli ve boyutlarının renklerin orta çıkmasında rol oynadığı anlaşılmıştır.

Erkek tavuskuşunun kuyruğunda hayranlık uyandıran renkler ve desenlerin oluşumunda kompleks fiziksel mekanizmalar etkilidir. Bu menakizmaların karışıklığına rağmen son derece kusursuz bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Bilimadamları tüylerin bu yapısını teknolojiye adapte etmeye çalışmaktadırlar. Oxford Üniversitesi zooloğu ve aynı zamanda bir renklenme uzmanı olan Andrew Parker bu konuda şunları söylemektedir:
“Tavuskuşu tüylerindeki fotonik kristallerin keşfedilmesi, bilimadamlarının bu yapıları ticari ve endüstriyel uygulamalara adapte etmesini sağlayacak olabilir. Bu kristaller telekomünikasyon araçlarındaki kanal ışıklarında ya da yeni ince bilgisayar çipleri üretmede kullanılabililirler”. (“Physics Plucks Secret of Peacock Feather Colors”)

Darwin, teknolojiye ilham veren tavuskuşu tüylerinin, evrim teorisini çıkmaza soktuğunu görmüştür. Darwin tüylerdeki kusursuz yaratılışı görmüş ve bu yaratılışın evrim teorisi ile açıklanamayacağını anlamıştır. Arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta şöyle demiştir :

"…Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor. " (Pat Shipman, "Doubting Dmanisi", American Scientist, Kasım-Aralık 2000, s. 491)

Evrim teorisi daha en baştan tavuskuşunun kuyruğundaki benzersiz tasarımı açıklayamamaktadır. Ayrıca bilimsel çöküşünün yanı sıra teorinin bu mükemmelliğe bakış açısı kendi içerisinde yanılgılar ve çelişkiler ile doludur. Örneğin evrim teorisine göre erkek tavuskuşu çiftleşmek için bazı estetik özellikler geliştirir. Ancak estetik özellikler, tavuskuşunun tüylerinde olduğu gibi, çoğunlukla korunma, kaçma, kamuflaj gibi konularda canlıya dezavantajlar getirir. Bu durumda, erkek çiftleşmek için bir avantaj sağlamış olsa bile hayatta kalma ihtimali azalacağı için, evrimsel açıdan bir kazanç sağlamamış olacaktır. Ayrıca evrim teorisine göre dişi tavuskuşu olağanüstü bir estetik anlayışına sahiptir, estetik yönden değerlendirme yapabilir, karar verme yeteneğine sahiptir. Bunlar elbette ki son derece mantıksız bir iddialardır. Dişi tavuskuşu uzun kuyruk gibi bariz özellikleri tercih edebilir veya uzun ve kısa kuyruğu birbirinden ayırdedebilir. Ancak, erkek tavuskuşlarının tüylerinde kolaylıkla farkedilemeyecek kadar ince detaylar da bulunmaktadır (göz deseninin üst kısmında sap olmaması, göz deseninin yakınındaki sapın kahverengi olması ve T tüylerinin karmakarışık şekli gibi). Bu ince detaylardaki değişiklikleri ayırdedebilmek içinse olağanüstü detaylı bir gözlem gerekmektedir ve birçok insan yakından incelese dahi bu özellikler arasındaki farklılıkları ayırdedemez. Fakat dişi tavuskuşları, erkek tavuskuşları arasında güçlükle ayırdedilebilecek olan estetik özelikleri kolaylıkla farkederler.

Darwin'in kendisi de, erkek tavuskuşları arasında güçlükle ayırdedilebilecek olan estetik özelliklerin bir sorun olduğunu anlamıştır. Ve şöyle demiştir:
"Birçokları dişi bir kuşun ince gölgeleri ve mükemmel desenleri takdir etme yeteneğinin kesinlikle akıl almaz olduğunu söyleyecektir. Dişi tavuskuşunun neredeyse bir insan kadar zevk alma yeteneği olması şüphesiz fevkalade bir olaydır." (Charles Darwin, The Descent of Man, John Murray, London1888, s. 412)

Dişi tavuskuşunun sanatsal bir ayırım yapma özelliği olduğuna dair hiçbir delil bulunmamasının yanı sıra, evrimcilerin bir kuştan böyle olağanüstü bir yetenek beklemeleri ise son derece şaşırtıcıdır.

Evrimciler tavuskuşlarının tüylerinin nasıl oluştuğu sorusuna cevap verememektedirler. Çünkü canlının sahip olduğu muhteşem tüylerin tesadüfi mutasyonlarla oluşması kesinlikle imkansızdır. Evrimciler bu konuda Darwin'in itiraf ettiği gibi "hasta" olmaktadırlar. Çünkü doğadaki kusursuz yaratılış delillerini, olağanüstü komplekslikteki yapıları biraz bile düşündüklerinde boyun eğecekleri, gönülden teslim olacakları, üstün bir güç ve akla sahip olan Yaratıcımızın varlığını açıkça görmektedirler. Ne var ki, şartlanmışlıkları ve büyüklük duyguları nedeniyle bu gerçeği kabullenememekte ve bundan dolayı büyük bir rahatsızlık duymaktadırlar. Allah, kusursuz yaratmasını bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir :
“O Allah ki, Yaratan'dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24)

Milli Gazete

13 Kasım 2007 Salı

Müslümanların ilmi başarıları

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Resulü’nün sünneti.”

Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini takip eden Müslüman bilim adamları, tarih boyunca hep başarılı olmuşlar, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmişlerdir. Bu bilgiler vesilesiyle, bilimde ve toplumsal yaşamda büyük değişimler ve çok önemli ilerlemeler olmuştur. Bu Müslüman bilim adamları ve çalışmalarından bazıları şöyledir:

Abdüllatif el-Bağdadi, anatomi konusundaki çalışmaları ile tanınmaktadır. Alt çene ve göğüs kemiği gibi vücuttaki birçok kemiğin anatomisi hakkında geçmişte yapılmış hataları düzeltmiştir. Bağdadi'nin El-İfade ve'l-İtibar adlı eseri 1788 yılında düzenlenerek, Latince, Almanca ve Fransızca'ya çevrilmiştir. Makalatün fi'l-Havas isimli eseri ise beş duyu organını incelemektedir.

İbn-i Sina, birçok hastalığın nasıl tedavi edilebileceğini açıklamıştır. En ünlü eseri olan El-Kanun fi't-Tıb Arapça yazılmış ve 12. yüzyılda Latince'ye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş ve okutulmuştur. El-Kanun'da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır.

Zekeriya Kazvini, Aristo'dan beri süregelen beyin ve kalple ilgili birçok yanlış düşünceyi çürütmüştür. Kalp ve beyinle ilgili bilgileri bugünkü bilgilerimize son derece yakındır.

Zekeriya Kazvini, Hamdullah Müstevfi el-Kazvini (1281-1350) ve İbnü'n-Nefis'in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini oluşturmuştur.

Ali bin İsa'nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve Emraziha isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latince'ye ve Almanca'ya çevrilmiştir.

Beyruni, Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır.

Ali Kuşçu, Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir.

Sabit Bin Kurra, Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir.

Battani, trigonometrinin ilk kaşifidir.

Ebu'l Vefa, ise trigonometriye "sekant-kosekant" terimlerini kazandırmıştır.

Harizmi, ilk cebir kitabını yazmıştır.

Mağribi, bugün Paskal üçgeni olarak bilinen denklemi Pascal'dan 600 yıl önce bulmuştur.

İbn-i Heysem, optik biliminin kurucusudur. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galilei de onun eserlerinden faydalanarak teleskobu bulmuştur.
Kindi, ise Einstein'dan 1100 yıl önce izafi fizik ve izafiyet teorisini ortaya atmıştır.

Akşemseddin, Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşamış ve ilk olarak mikropların varlığını keşfetmiştir.

Ali Bin Abbas, ilk kanser ameliyatını gerçekleştirmiştir.

İbn-i Cessar, cüzzamın sebep ve tedavi şekillerini açıklamıştır.

Burada sadece birkaçına yer verilen Müslüman bilim adamları, Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in yolunu izleyerek, modern bilimin temelini oluşturacak önemli keşiflerde bulunmuşlardır.

Görüldüğü gibi, tarihte birçok kavim gönderilen elçiler vasıtasıyla sanatta, tıpta, teknolojide ve bilimde gelişmeler sağlamışlardır. Peygamberlere itaat edip uyarak, bu mübarek insanların teşvikleri ve tavsiyeleriyle onlardan öğrendikleri bilgileri geliştirmişler ve bunları sonraki nesillere de aktarmışlardır. Ayrıca tarih boyunca zaman zaman hak dinden uzaklaşıp batıl inanışlar geliştiren toplumlar, bu mübarek elçilerin tebliğleriyle yeniden tek İlah inancına dönmüşlerdir.

Allah Al-i İmran Suresinde inanan kullarına olan yardımını şöyle bildirmiştir:
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur.” (Ali İmran Suresi, 160)

İnsanlar başarının sırlarını pek çok koşulun bir araya gelmesiyle oluşacağını sanmaktadırlar, oysa başarıyı veren Allah’tır. Allah’ın yardımıyla samimi iman sahipleri her zaman üstün konuma gelirler. Hz. Şuayb kavmine tebliğde bulunurken 'başarısının ancak Allah ile' (Hud Suresi, 88) olduğunu söylemiştir. Başarılı olmak için gösterilen gayrette önemli olan Allah’ın rızasını hedeflemektir.

Kuran’a uyan ve Peygamberimiz (s.a.v)’in sünnetini takip edenlerin Allah’ın izni ile tüm işleri amacına ulaşır. Çünkü bu kişilerin başarı dilekleri dünya hırslarını tatmin etmek için değildir. Temel hedefleri Allah’ın dinine hizmek etmektir. Allah’ın bu niyette yaşayan kullarına olan vaadi şu şekildedir:

“… Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. ” (Hac Suresi, 40)
Allah’ın ilmi araştırmalarda başarılı kıldığı Müslüman bilim adamları günümüzde tüm inananlara örnek olmalıdır. Allah’ın bir nimeti olarak yaşadığımız dönemdeki teknolojik imkanlar ilmi araştırmaları çok kolaylaştıracak durumdadır. Bu konuda ilerlemeyi önleyen en önemli etkenlerden biri ‘boş’ konularla vakit kaybetmektir. Eğer inananlar dikkatlerini asıl olarak Allah’ın rızasını kazanabilecekleri konulara çevirirlerse, yöneldikleri her mevzuda başarılı olduklarını göreceklerdir.
MilliGazete

6 Kasım 2007 Salı

Kan sıvısının benzeri yapılamamaktadır

Bilim adamları kanın benzeri olan bir sıvıyı üretmek için uzun süredir çabalamakta, ancak başarılı olamamaktadırlar. Bunun en önemli sebebi kanın içinde taşıdığı birbirinden özel moleküllerin ve bunların gerçekleştirdiği işlemlerin "sırrına" henüz tam olarak ulaşılamamış olunmasıdır. Ancak şu bir gerçektir ki, kanın nitelikleri tam olarak anlaşılsa bile, bu özelliklere sahip molekülleri üretmek ve onları birarada işlevsel kılmak, bilim adamları için yine büyük bir çıkmaz olacaktır. Kanı meydana getiren elemanları birer birer incelediğimizde bu gerçeği daha iyi anlarız. Her bir molekül belirli bir işlemi yapmak için özel olarak görevlendirilmiş, biçimlendirilmiştir. Bir başka deyişle, damarların içinde "özel bir yaratılışın" var olduğu açıktır.

Kan, bir sıvıdan çok, vücudumuzdaki kemik veya kas dokuları gibi bir dokudur. Ancak kuşkusuz onlardan farklıdır, çünkü kemik veya kas dokularını oluşturan hücreler birbirlerine sıkıca kenetlenmiş durumdadırlar. Kan da bir doku olmasına rağmen böyle bir özelliğe sahip değildir. Kan sıvısı içindeki hücreler birbirlerinden bağımsız olarak, serbest halde dolaşırlar. Alyuvar, akyuvar ve trombosit gibi kan hücreleri, kan plazması içinde yüzer durumdadırlar.

Küçücük bir çizikten dolayı parmağınızdan sızan bir damla kan, aslında içinde yaklaşık 250 milyon alyuvar, 400 bin akyuvar ve milyonlarca trombosit barındırır. Ayrıca bu geniş topluluğun her üyesi son derece önemli görevlere sahiptir.

Her bedende 5 ila 6 litre arası kan bulunur. Bu miktar ortalama vücut ağırlığının %7-8'ini oluşturur. Kanın yarısı, sıvı olan bölümden yani plazmadan meydana gelir. Diğer yarısı ise kanın içinde çeşitli görevler üstlenmiş olan hücreler veya moleküllerdir. Kandaki hücreler, vücuttaki kan miktarının yarısını oluşturmalarına rağmen, yan yana dizildikleri takdirde 96.500 km'lik bir çizgi oluşturabilecek kadar fazladırlar. Bu, dünyanın çevresini iki kez dolaşmaya yeterli bir uzunluktur.

Dahası bu hücreler sürekli yenilenir. Vücutta günde 260-400 milyar kadar kan hücresi üretilir. Bu üretim gerçekten de göz kamaştırıcıdır. Ana merkez olan kemik iliğinde gerçekleşen bu üretim, "kök hücre" adı verilen özel bir hücrenin değişik bölünme yeteneklerine bağlıdır. "Kök hücre", vücudun ihtiyaç duyduğu kan hücresini üretmekle görevlendirilmiştir. Bu hücrenin üretimi ve gerçekleştirdiği görev ise gerçek anlamda hayranlık uyandırıcıdır.

Kemik iliğinde kök hücrenin belirlenme işlemi son derece şaşırtıcıdır. Kemik iliğinde üretilen her on bin hücreden sadece bir tanesi kök hücre özelliğini taşır. Bu sayı bazen yüz binde bir ihtimale kadar düşer. Üretilen kök hücrenin görünüşte diğer hücrelerden herhangi bir farkı yoktur. Ancak aslında bu, oldukça özel bir hücredir. Sahip olduğu özellikler, yaşamımızı kusursuz bir biçimde devam ettirebilmemizi sağlayacak kadar hassas ve hayatidir. Bu özel hücre, öncelikle vücut içindeki ihtiyaçları belirler, ardından da kendisine has bölünme yeteneği sayesinde ihtiyaca göre bazen alyuvarları, bazen de savunmanın baş elemanları olan akyuvarları oluşturur.

Neden on bin hücreden sadece bir tanesi böyle bir karar almakta ve böyle bir yeteneğe sahip olmaktadır? Siz, bedeninizde bulunan bu yetenekli hücrenin varlığının farkında bile olmazsınız. Sizin gibi, sizi meydana getiren her hücre gibi, bu özel hücre de Allah dilediği için özel bir bölünme şekline, vücudun gereksinimini belirleme ve farklı hücreler meydana getirebilme üstünlüğüne sahiptir. Bu mükemmel organizasyon ve bu özel hücrenin yetenekleri, asla sona ermeyen mükemmel bir dolaşımın gerçekleşmesini sağlar. Kan sıvısı, sürekli olarak aynı miktarda kan hücresi taşıyarak yolculuğuna devam eder.

Kök hücre, çevresinden aldığı kimyasal ve elektriksel sinyallere göre hareket eder. Hasara uğramış olan hücreler kök hücreye gönderdikleri kimyasal sinyaller sayesinde vücutta hücre üretimine ihtiyaç olduğunu haber verirler. Kök hücrede üretilen yeni hücreler, hasarın meydana geldiği yere doğru yola koyulur ve hasarlı hücrelerin yerini alırlar. Bu şekilde, haftalar içinde tek bir kök hücresi farklı tiplerdeki kan hücrelerinin tümünü üretebilir. Bir kanama sonunda yok olan alyuvarlar ya da bir enfeksiyon sonucunda ölen akyuvarlar, ne eksik ne fazla, gerekli miktarda ve ihtiyaç olan zamanda yenilenerek vücuttaki yerlerini almışlardır.

21. yüzyılın içinde yaşadığımız şu günlerde biyologlar, halen kök hücrelerin diğer hücrelerle diyalog kurmasını sağlayan kimyasal dili çözmeye çalışmaktadırlar. İnsan bedeninde tek bir kök hücrenin her an defalarca gerçekleştirdiği bu işlem, insanlık için hala büyük bir soru işaretidir. Allah kök hücreyi bu önemli görevleri yerine getirebilmesi için özel olarak yaratmıştır.

Milli Gazete

30 Ekim 2007 Salı

Herkesin yaptıklarının hesabını vereceğini unutmayın

Gün boyunca yaşadığınız olaylara kendinizi kaptırıp çok az bir süre sonra yaptığınız herşeyin hesabını vereceğinizi unutmayın. Dünyadaki statüsü ne olursa olsun yaratılan her kul kıyamet günü Allah huzurunda hesap verecektir. İman edenlerin canları melekler tarafından güzellikle alınırken, inkarcıların canları zorluk içerisinde çıkacaktır.
Kıyametin kopmasıyla birlikte başlayan tüm gelişmeler, dünya tarihi boyunca yaratılmış bütün insanların yeni bir bedenle diriltilmeleri ve cehennem ateşinin çevresinde biraraya toplanmalarıyla devam edecektir. Daha sonra tüm şahitler getirilecek, her bir kişinin amel defteri açılacak ve herkes dünya hayatında yaptıklarından hesaba çekilecektir. Bunların sonunda Allah müminleri rahmetiyle cehennem ateşinden kurtararak, cennetine sokacaktır. Kıyamet günü ve müminlerin o günkü durumları Kuran'da ayrıntılı olarak bildirilmiştir:
Sur'a ilk üfürülüş ile kıyamet başlamıştır. Dünya ve tüm evren, geriye dönüşü olmayan bir yokoluşa sahne olmaktadır: Dağlar parçalanır, denizler kaynatılır, gökler yok edilir... Sur'a ikinci kez üfürülmesiyle birlikte insanlar diriltilir ve hesaba çekilmek üzere biraraya toplanır. En ufak bir ayrıntı dahi atlanmadan, hayatı boyunca yapmış olduğu herşey kişinin ve şahitlerin gözleri önüne serilecektir. İman etmeyenleri öldürücü bir utanca sürükleyen bu anda müminler, sevinçli ve coşkuludurlar. Çünkü Kuran'da, "... O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir..." (Tahrim Suresi, 8) şeklinde buyrulmaktadır.

Allah, "Elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şahitlerin (şahitlik için) duracakları gün yardım edeceğini" vaat etmiştir. (Mü'min Suresi, 51)

Kıyamet günü salih müminler, tüm hayatları boyunca yapıp-ettiklerinin yazılmış olduğu hesap defterlerini "sağ yanlarından" alacaklardır. Kitabını sağ tarafından alacak olan insanlar, Kuran'da "kolay" hesaba çekilecek ve cennete sokulacak insanlar olarak tanımlanmıştır:
Artık kitabı sağ eline verilen kişi, der ki: "Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış(anlamış)tım. Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette. (Hakka Suresi, 19-22)

Rabbimiz'in kendilerine vaat ettiğine kavuşmak üzere olan müminler, o "ebedilik gününde" (Kaf Suresi, 34) heyecanlı ve mutludurlar, bu durumları İnşikak Suresi'nde şöyle tasvir edilmiştir:
Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse. O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek. Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 7-9)

Hesaba çekilmeleri bittiğinde artık müminler, kurtulmuş olmanın sevinci içindedirler. Ayette, "Oraya esenlikle ve güvenlikle girin." (Hicr Suresi, 46) buyrulmaktadır. Bu durum başka ayetlerde de şöyle anlatılır:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)

Artık Allah, rahmet etmiş olduğu kullarının günahlarını da bağışlamış, kötülüklerini iyiliğe çevirmiş ve cennete girmelerine izin vermiştir. Kendisine "cennete gir" denilen mümin ise şöyle söyler:
... Keşke kavmim de bir bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını. (Yasin Suresi, 26-27)

Bir başka ayette Allah, cennet ehlini şöyle müjdelemektedir:
... Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır... (Maide Suresi, 119)
Ey kullarım, bugün sizin için korku yoktur ve siz mahsun olmayacaksınız. (Zuhruf Suresi, 68)

Milli Gazete

23 Ekim 2007 Salı

Hiçbir zaman tek başınıza değilsiniz - 2

Akarlar, yaşamları süresince toplam dört aşamadan geçerler. Yumurta, larva, nemf aşaması ve yetişkinlik. Yetişkinler bir kere derilerini değiştirirler.

Yumurtadan yetişkinliğe uzanan bu dönem yaklaşık 1 ay sürer. Yumurtlayan dişilerin nüfusu da her hafta 25-30 kadar artar. Yetişkin akarlar, ortamın nem seviyesi ve ısısına bağlı olarak 2 ay kadar yaşayabilirler.

Akarlar su içmezler ama havadan ve ortamdan aldıkları nemi emerler. Bu nedenle bulundukları çevredeki nem onlar için önemlidir. % 70-80 gibi oldukça yüksek orandaki nemden ve yaklaşık 270C sıcaklıktan hoşlanırlar. Böylesine uygun bir ortam bulduklarında sayılarını oldukça artırabilirler. Örneğin yarım hektarlık bir otlak toprağında 6.000.000 kadar üyeleri bulunabilmektedir.

Varlığından eser olmayan bu canlının bedenine Allah, birbirinden kapsamlı, çeşitli ve aynı zamanda kompleks organlar yerleştirmiştir.

Bunların hiçbirinin birbiriyle bağlantısı atlanmamıştır, canlının yaşaması için gerekli olan her sistem kusursuzca mikroskobik bedeninde yaratılmıştır.

Daha yüzlerce detayı olan bu sistemlerden sadece bir tanesini, bir mideyi veya sinir sisteminin tek bir mikroskobik ağını acaba sahte evrimin hayali mekanizmaları meydana getirebilir mi?

Kuşkusuz bu imkansızdır. İşte bu nedenle küçücük bir akarın sahip olduğu her detay bir kez daha evrim teorisine vurulmuş önemli bir darbedir.

Burada belki de zihnimizi meşgul etmesi gereken soru şu olmalıdır: Acaba bir mikroorganizmanın vücut sistemlerine, kan pompalayan kalbine veya sinir ağlarından oluşan beynine mi, yoksa bunların hiçbirine sahip olmadığı halde dünyaya besin ve oksijen sağlayan, işbölümü yaparak kendisine besin elde eden ve kimi zaman vücudumuzu zehirlenmekten korurken kimi zaman da toprağa mineral üreten tekhücrelilere mi şaşırmak gerekir?

Bunların hepsi üstün yaratıcımız olan Allah’ın sonsuz aklının, sonsuz sanatının, sonsuz ilminin benzersiz tecellileridir. Günler geçtikçe, teknoloji ve bilim daha fazla ilerledikçe bu sanat eserlerine yenileri eklenecek, şu an bizlere gizli olan yeni keşifler ortaya çıktıkça bu üstün yaratılış gerçeği pekişecektir.

Ortaya çıkan her keşifte Darwinistler teorilerini çürütecek yepyeni delillerle karşılaşacaklardır. Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)

16 Ekim 2007 Salı

Hiçbir zaman tek başınıza değilsiniz

"Tek başımayım" dediğiniz bir anda bile aslında oldukça fazla sayıda canlı ile berabersiniz. Vücudunuzda sizinle birlikte yaşayan, oturduğunuz koltuktan halınıza, soluduğunuz havaya kadar her yere yayılmış durumda akarlar bulunmaktadır. 5-50 mikron arası boyutlarında olan bu canlılar bize görünmezler. Eğer görünselerdi, kuşkusuz büyük bir şaşkınlık yaşardık. Bacakları ve kıskaçları ile bir örümceği andıran bu canlı, yaşadığımız her santimetrekareyi kaplamış durumdadır.

Bu canlılar ölü deri hücreleri ve kabukları ile beslenirler. Bu nedenle insanların yaşadığı ortamlarda bulunur ve insan aktiviteleri ile çevreye yayılır, hareket ederler. Beslenme malzemelerinin toplandığı yerler ise genellikle yatak ve minderler, mobilyalar ve halılardır. Normal şartlarda insanlar, bu ilginç görünüşlü varlıkları görüp fark edebilmeyi istemezler. Kuşkusuz bu canlıların görünmez oluşları, Allah'ın hikmetli yaratışının bir örneğidir. Bu canlılar, çevrenizde o kadar fazla sayıdadırlar ki, yattığınız yatakta bile, ne kadar temiz olursa olsun, ortalama 10.000 tane akar bulunmaktadır. Bu canlılar, ürettikleri proteine karşı alerjik olmadığınız sürece size zarar vermezler; sizi ısırmaz, sokmaz, hastalık bulaştırmazlar.

Ancak bazı canlılar için zararlıdırlar. Öyle ki, parazit olarak içinde yaşadığı bir arı topluğunu, arıların üstteki ölü derilerini delerek ve vücut sularını emerek ortadan kaldırabilirler. Bunun gibi pek çok böcek, hayvan ve bitkiye zarar verebilirler. Kimisi zarar verirken, beraberinde çeşitli faydalar da getirir. Örneğin böcek akarları böceğin ölümüne veya hastalanmasına sebep olurlar, ama aynı zamanda meydana getirdikleri atıklarla toprağın verimini de büyük ölçüde artırırlar. Bazıları ise birtakım canlıların asalaklarıdır. Bazı hayvanların kulak kanallarında, akciğerlerinde ve bağırsaklarında yaşarlar. Dolayısıyla akarlar farklı ortamlarda ve insan dışında farklı canlılarla da yaşayabilen canlılardır.

Akarlar türlerine göre çeşitli yerlerde bulunabilirler. Everest Dağı'nın 5000 metre yükseklikteki yamaçlarında yaşayabildikleri gibi, Kuzey Pasifik Okyanusunun 5200 metre derinliklerinde de yaşayabilmektedirler. Sırf Antarktika'da 50'den fazla karada yaşayan akar türü bilinmektedir. Bunun dışında akarlar kaplıcalar, mağaralar, çöller ve tundralar da dahil olmak üzere pek çok yerde bulunabilirler. 10 metre derinlikteki madenlerde, soğuk ve termik kaynaklarda 5000C kadar yüksek ısıya sahip olan yer altı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler. Farklı ortamlarda yaşayabilen bu farklı türlerinin sayısının 500.000'den fazla olduğu hesaplanmıştır.

Akarlar yaşamları süresince toplam dört aşamadan geçerler. Yumurta, larva, nemf aşaması ve yetişkinlik. Yetişkinler bir kere derilerini değiştirirler. Yumurtadan yetişkinliğe uzanan bu dönem yaklaşık 1 ay sürer. Yumurtlayan dişilerin nüfusu da her hafta 25-30 kadar artar. Yetişkin akarlar, ortamın nem seviyesi ve ısısına bağlı olarak 2 ay kadar yaşayabilirler.
Akarlar su içmezler ama havadan ve ortamdan aldıkları nemi emerler. Bu nedenle bulundukları çevredeki nem onlar için önemlidir. %70-80 gibi oldukça yüksek orandaki nemden ve yaklaşık 270C sıcaklıktan hoşlanırlar. Böylesine uygun bir ortam bulduklarında sayılarını oldukça artırabilirler. Örneğin yarım hektarlık bir otlak toprağında 6.000.000 kadar üyeleri bulunabilmektedir.

Varlığından eser olmayan bu canlının bedenine Allah, birbirinden kapsamlı, çeşitli ve aynı zamanda kompleks organlar yerleştirmiştir. Bunların hiçbirinin birbiriyle bağlantısı atlanmamıştır, canlının yaşaması için gerekli olan her sistem kusursuzca mikroskobik bedeninde yaratılmıştır. Daha yüzlerce detayı olan bu sistemlerden sadece bir tanesini, bir mideyi veya sinir sisteminin tek bir mikroskobik ağını acaba sahte evrimin hayali mekanizmaları meydana getirebilir mi? Kuşkusuz bu imkansızdır. İşte bu nedenle küçücük bir akarın sahip olduğu her detay bir kez daha evrim teorisine vurulmuş önemli bir darbedir.

Burada belki de zihnimizi meşgul etmesi gereken soru şu olmalıdır: Acaba bir mikroorganizmanın vücut sistemlerine, kan pompalayan kalbine veya sinir ağlarından oluşan beynine mi, yoksa bunların hiçbirine sahip olmadığı halde dünyaya besin ve oksijen sağlayan, işbölümü yaparak kendisine besin elde eden ve kimi zaman vücudumuzu zehirlenmekten korurken kimi zaman da toprağa mineral üreten tekhücrelilere mi şaşırmak gerekir? Bunların hepsi üstün yaratıcımız olan Allah'ın sonsuz aklının, sonsuz sanatının, sonsuz ilminin benzersiz tecellileridir. Günler geçtikçe, teknoloji ve bilim daha fazla ilerledikçe bu sanat eserlerine yenileri eklenecek, şu an bizlere gizli olan yeni keşifler ortaya çıktıkça bu üstün yaratılış gerçeği pekişecektir. Ortaya çıkan her keşifte Darwinistler teorilerini çürütecek yepyeni delillerle karşılaşacaklardır. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)

Milli Gazete

9 Ekim 2007 Salı

Osmanlı'nın hedefi

Osmanlı Devleti için İslam’ın bayraktarlığını yapmaktan, İslam’ın adaletini ve ahlakını dünyaya yaymaktan daha büyük bir hedef yoktu. Bu nedenle de Osmanlı, fethettiği topraklarda yine Kuran'da emredildiği gibi hiçbir zora ve baskıya başvurmadan İslam ahlakını yaşattı ve hakim kıldı. Osmanlı için sadece Müslüman ve Türk halkın rahatı ve mutluluğu değil, kendisine tabi olan her dilden ve her dinden insanın rahatı ve mutluluğu önemliydi. İslam ahlakının bir gereği olarak Osmanlı padişahları, kendilerinden yardım isteyen kişi -inançsız da olsa- ihtiyaç içinde olana yardım etmiş ve bunun Allah'a karşı olan sorumluluklarından biri olduğunu bilmişlerdir. Bu, iman edenlere Kuran'da bildirilen bir emirdir:
Eğer müşriklerden biri senden eman isterse ona eman ver, öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun. Sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır. Bu onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6)

Osmanlı için ele geçirdiği toprakların tümü "vatan toprağı" idi ve Dar'ül İslam (İslam yurdu) olarak kabul edilen bu topraklarda yaşayan insanların hepsi de İslam'ın halifesi olan padişaha emanet idiler. Osmanlı padişahlarının Allah ve peygamber sevgileri giriştikleri her işte itidalli, adaletli, merhametli ve dolayısıyla da başarılı olmalarını sağlamıştır. Osmanlı yöneticileri kendilerini halkın işlerini yapmak için Allah tarafından görevlendirilen kişiler olarak görürlerdi ve halka hizmet götürmeyi ana görevleri sayarlardı. Piri Paşa'nın Yavuz Sultan Selim için sarf ettiği sözler bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir:
Kendilerini padişah bilmezlerdi. "Hak Teala'nın zavallı ve yoksul kullarının ve yeryüzündeki tüm kullarının güvenliğini korumaya gönderdiği değersiz biriyim" buyururlardı... III (Cela-zade Mustafa, Selim-name, Ankara Kültür Bakanlığı, 1990)

İslam ahlakının yaşandığı ve hakim olduğu Osmanlı toprakları aynı zamanda çok büyük alimlerin de vatanıydı. Osmanlı idarecileri askeri ve mülki erkana olduğu kadar, ilim ehlinin de fikirlerine önem verir, aldıkları kararlarda onlarla istişare ederlerdi. Adaletin sağlanması için çok büyük gayret sarf ederlerdi. Osmanlı padişahları, halka karşı devlet otoritesini kötüye kullanan idarecileri bu tutumlarından meneden pek çok kanunname yayınlamışlar, kendilerinin bizzat şahit olmadıkları ortamlarda bile halkın devletten razı olacağı bir sistem tesis etmişlerdi. Osmanlı devlet yönetiminde halk Allah’ın bir emaneti olarak görülürdü.

Türk-İslam ahlakının getirdiği adalet sistemi, Osmanlı Devleti'ni çağdaş devletlerden kat kat üstün kılan temel özelliklerden birisi idi. Osmanlıların yaşamaktan şeref duydukları İslam ahlakı, onlara kendi aleyhlerine olsa bile adaleti emrediyordu. Nisa Suresi'nde bildirilen bu ahlak özelliği, Osmanlı'nın ve tüm Müslümanların üstün adalet anlayışının da temel taşıdır:
Ey iman edenler kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva(tutku)larınıza uymayın. (Nisa Suresi, 135)

Türklerin ele geçirdikleri topraklarda, bu düşünce ve inançla, adaletli, şefkatli, merhametli, ırk ve kabile taassubundan uzak bir siyaset izlemeleri, Türk idaresinin pek çok ülke tarafından bir kurtarıcı olarak karşılanmasına sebep oldu.

Din ve vicdan hürriyeti, bütün Türk devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nde de titizlikle uygulandı. Osmanlı topraklarında kilise, havra ve camiler yan yanaydı. Bu nedenle başta Katolik Avrupa'nın katı baskılarına maruz kalan Ortodoks Balkan halkları olmak üzere pek çok halk, birçok kez, Hıristiyan yöneticiler yerine Müslüman Türk idarecilerin yönetimi altında yaşamayı tercih ettiler. Sadece Hıristiyanlar değil, XV. yüzyılın sonlarında İspanya'daki Yahudiler de kitleler halinde, adaletinden ve kendilerine sağlayacağı din hürriyetinden emin oldukları Osmanlı yönetimine sığındılar.

Tarihçilerin ve araştırmacıların da sık sık dile getirdikleri bu adaletli ve hoşgörülü anlayış, Osmanlı yönetiminin Türk-İslam ahlakına has özelliklerinden kaynaklanmaktadır.

Asırlar boyunca şanlı devletler kurmuş, 3 kıtaya hükmetmiş bir milletin torunları ve 21. yüzyılda yeni bir cihan devleti kurmaya aday bir milletin bireyleri olarak bizlere düşen ise, Osmanlı'yı Osmanlı yapan tüm maddi ve manevi değerlerin önemini doğru bir şekilde anlamak ve uygulamaktır.

Osmanlı örneği göstermektedir ki, Türk Milleti çok geniş bir coğrafyayı kolaylıkla yönetebilecek bir birikime, yeteneğe ve güce sahiptir. Önemli olan Osmanlı'nın üzerinde yükselmiş olduğu değerleri iyi anlamak, bunları yeniden ve çağımıza uygun şekilde yorumlamak ve uygulamaktır.

Milli Gazete

2 Ekim 2007 Salı

Müminler fikri mücadelede korkusuz olur - 2

Müminlerin cesur tavırlarını anlamak için önce bu tavırlarının kaynağı olan Kur’an’ı ve Kur’an ahlâkını anlamak şarttır. Kişinin Allah korkusuna sahip olması, Allah’ın ayetlerini kavrayabilmesi, Allah’ın teşvik ettiği konuların önemini anlayabiliyor olması gerekir. Zalimlerin, kötülerin kurdukları ittifaka seyirci kalmakla kişinin tebliğ görevini yerine getiremeyeceği açıktır. Ancak yeryüzünde büyük bir çoğunluğun Allah’ın emrettiği yolda olmadığı düşünülürse, böyle bir çabanın cesaret gerektirdiği de kesindir. Çünkü kötülerin işlerini bozacak en ufak bir girişim onları rahatsız edecek, onları tedirgin edip harekete geçmelerine neden olacaktır. Baskı kurma, tuzak kurma, iftira atıp sindirmeye çalışma, dahası fiziksel zulme kalkışma olabilir. İşte Allah yolunda gerçek bir cesaret gösterenlerin diğerlerinden farkı bu noktada belirir.

Çoğu insan arkadaşları ve yakınları tarafından kınanmamak, dışlanmamak ve yalnız kalmamak için kötü ahlâkın yaşanmasına göz yumar. Uyarma ve sakındırma görevini yerine getirmez. Pek çok insan, Kur’an ahlâkının yaşanmadığı toplumlarda hakim olan zalim yapıya, vicdanen doğruyu bildiği halde seyirci kalabilir. Şahit olduğu zulmün yaşanmamasını ve yeryüzünden silinmesini kalben istiyordur, ancak buna karşı mücadele verecek bir cesareti kendinde hissedemiyordur. Cesaret olmazsa şevk ve kararlılık da olmaz. Şevk ve kararlılığın olmadığı yerde de insan karşılaştığı kötülükleri engelleyebilmek için düşünmez, yollar aramaz, çözümler bulmaz. Unutulmamalıdır ki, zulümden sadece rahatsızlık duymak, kötülüklere bakıp hayıflanmak, zulmün yeryüzünden silinmesine yetmez. Bunun için samimi bir çaba, bir istek, bir şevk gerekir. Bunları yaşayabilmek içinse cesaret gerekmektedir.

Eğer cesaret gösterip kimse öne çıkmazsa, yeryüzünde büyük bir düzensizlik ve bozgunculuk baş gösterecek, dünya yaşanamaz bir hale gelecektir. Bu cesareti göstermeyen, Allah’ın dinini anlatmada gevşeklik gösteren, Kur’an ahlâkını insanlara tebliğ etmeyenler ise ayetlerde bildirildiği gibi ziyan içindedir:
Asra andolsun; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Asr Suresi, 1-3)

25 Eylül 2007 Salı

Müminler fikri mücadelede korkusuz olur

Dini inkar eden sistemlere karşı güçlü bir fikri mücadele ortaya koymak, insanlara iyiliği, güzelliği emretmek, onları kötülüklerden sakındırmak, ahiret azabıyla uyarıp korkutmak Allah'ın inananlara emridir. Bu konuda çekinik kalmak, Allah'ın emir ve tavsiyelerini, güzel ahlakı insanlara duyurma konusunda gereği gibi cesur ve girişken davranmamak, "nasıl olsa yapan vardır" diye bu ibadeti başkalarına bırakmak, olaylara seyirci kalmak Allah'ın istemediği ve müminleri men ettiği kötü bir davranıştır.

Mümin, bir zorlukla karşılaştıkça, insanların kınamalarına maruz kaldıkça şevki ve kararlılığı daha da artan insandır. Çünkü bu onun, doğru yolda olduğuna dair bir işarettir. Allah, geçmişte yaşamış insanların başlarına gelen zorlukların benzerlerinin samimi kullarının da başına geleceğini, onları bu şekilde deneyeceğini vadetmiştir. Ayrıca şu gerçeği de unutmamak gerekir ki, kötü ahlaklı insanlar, kendilerinden gördükleri kişileri asla kınamaz, onlar üzerinde baskı kurmaya çalışmazlar. Çünkü bu tip kişileri, kötü ahlak gösterme konusunda doğal müttefikleri olarak bilirler. İnkarcılar yalnızca hak yolda olan, Kuran ahlakını yaşayan, insanları Allah'ın yoluna, rızasını kazanmaya davet eden kişileri sindirmeye çalışırlar. İnkarcılar bir kişiye karşı böyle bir çaba içerisine giriyorlarsa, bu, aslında onun hak yolda olduğunun da göstergesidir.

İnsanların çoğu ön plana çıkmaktan ve kötülerin dikkatini çekmekten çekinir. Doğru bildiği yolda mücadele etmeye cesaret edemez. Bu konuda vicdanlı davrananlar, Allah'tan korkan, yaşamını Allah'ın rızasını kazanmaya adamış ve bunun için sorumluluk almaktan kaçınmayan müminlerdir. Karşılığında inkarcılar tarafından iftiralara uğrayacaklarını ve baskılara maruz kalacaklarını bilmelerine rağmen Allah'ın varlığını, birliğini ve O'nun emrettiği ahlakı insanlara duyurur, şevk ve kararlılıkla bu fikri mücadelelerine devam ederler.

Tarih boyunca inkarcıların karşısında yer alan bütün müminlerin en dikkat çeken özelliklerinden biri, güzel ahlakın insanlar içinde yaygınlaşması konusunda üzerlerine büyük sorumluluk almaları ve cesaretle bu sorumluluğu yerine getirmeleri olmuştur. Müminlerin tehdit altında olmalarına rağmen kararlılıkla güzel ahlakı tebliğe devam etmeleri inkar edenleri çok şaşırtmaktadır. İşte gerek peygamberleri gerekse onları izleyen müminleri bu derece kararlı ve cesur olmaya iten şey, onların Allah'a ve ahirete olan imanlarıdır. Allah'ın kendilerini her an gördüğünden, ahiretin varlığının gerçek olduğundan ve ahirette dünyada yaptıklarından mutlaka hesaba çekileceklerinden emindirler.

Müminlerin cesur tavırlarını anlamak için önce bu tavırlarının kaynağı olan Kuran'ı ve Kuran ahlakını anlamak şarttır. Kişinin Allah korkusuna sahip olması, Allah'ın ayetlerini kavrayabilmesi, Allah'ın teşvik ettiği konuların önemini anlayabiliyor olması gerekir. Zalimlerin, kötülerin kurdukları ittifaka seyirci kalmakla kişinin tebliğ görevini yerine getiremeyeceği açıktır. Ancak yeryüzünde büyük bir çoğunluğun Allah'ın emrettiği yolda olmadığı düşünülürse, böyle bir çabanın cesaret gerektirdiği de kesindir. Çünkü kötülerin işlerini bozacak en ufak bir girişim onları rahatsız edecek, onları tedirgin edip harekete geçmelerine neden olacaktır. Baskı kurma, tuzak kurma, iftira atıp sindirmeye çalışma, dahası fiziksel zulme kalkışma olabilir. İşte Allah yolunda gerçek bir cesaret gösterenlerin diğerlerinden farkı bu noktada belirir.
Çoğu insan arkadaşları ve yakınları tarafından kınanmak, dışlanmamak ve yalnız kalmamak için kötü ahlakın yaşanmasına göz yumar. Uyarma ve sakındırma görevini yerine getirmez. Pek çok insan, Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda hakim olan zalim yapıya, vicdanen doğruyu bildiği halde seyirci kalabilir. Şahit olduğu zulmün yaşanmamasını ve yeryüzünden silinmesini kalben istiyordur, ancak buna karşı mücadele verecek bir cesareti kendinde hissedemiyordur. Cesaret olmazsa şevk ve kararlılık da olmaz. Şevk ve kararlılığın olmadığı yerde de insan karşılaştığı kötülükleri engelleyebilmek için düşünmez, yollar aramaz, çözümler bulmaz. Unutulmamalıdır ki, zulümden sadece rahatsızlık duymak, kötülüklere bakıp hayıflanmak, zulmün yeryüzünden silinmesine yetmez. Bunun için samimi bir çaba, bir istek, bir şevk gerekir. Bunları yaşayabilmek içinse cesaret gerekmektedir.

Eğer cesaret gösterip kimse öne çıkmazsa, yeryüzünde büyük bir düzensizlik ve bozgunculuk baş gösterecek, dünya yaşanamaz bir hale gelecektir. Bu cesareti göstermeyen, Allah'ın dinini anlatmada gevşeklik gösteren, Kuran ahlakını insanlara tebliğ etmeyenler ise ayetlerde bildirildiği gibi ziyan içindedir:
Asra andolsun; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Asr Suresi, 1-3)

Milli Gazete

18 Eylül 2007 Salı

Güzel Ahlak Göstermede İradeli Davranmak

Güzel ahlak göstermeye karar vermiş bir kişi hiçbir engellemenin etkisi altında kalmaz. Günlük hayatta güzel ahlakı yaşamayan kişilerin olumsuz telkinleri olabilir. Örneğin yolda yardıma muhtaç birine yardım etmek isteyen birine, yanındaki kişiler "boşver", "yardım etmek sana mı kaldı?" gibi sözlerle onu vazgeçirmeye, alaylarıyla onu engellemeye çalışabilirler. Kişi burada bir tercihte bulunacaktır. Bazı insanlar, arkadaşlarının önünde küçük düşmekten çekinerek ve onları kaybetmekten korkarak güzel ahlaktan derhal yüz çevirir ve rastladığı muhtaç kişiyi orada yüzüstü bırakır. Müslüman ise gördüğü kişiye hiçbir kınamadan korkmadan mutlaka yardımda bulunur. Çünkü yardıma muhtaç insanı Allah yaratmış ve karşısına özel olarak çıkartmıştır. Bununla, belki de onun güzel ahlaklı davranıp davranmayacağı denenmektedir. İnce bir kavrayışa sahip olan mümin bir kimse Allah'ın bu olayı özel olarak yarattığını ve kendisini imtihan ettiğini derhal anlar ve Allah'ın rızasına uygun olan davranışı seçer. Arkadaşlarının alayı ile karşılaşması onu hiçbir şekilde yıldırmaz. Doğru bildiğini yapmakta cesur davranır.

Güzel ahlaklı davranmaya itina eden insan, zaman zaman kendisine bu şekilde karşı çıkan, güzel ahlaktan vazgeçirmeye çalışan insanlarla karşılaşabilir. Kuran ayetleri incelendiğinde bu tür durumların imtihan ortamının bir özelliği olduğu daha iyi anlaşılır. Nitekim Kuran'da, iyilerin karşısında her zaman kötülerin bulunacağı ve bu kişilerin kötülüğü yeryüzüne yaymak isteyecekleri anlatılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda hareket ettikleri için iyilik yapanları da engellemeye çalışırlar. Allah bu gerçeği birçok ayetiyle haber vermiştir:
… Allah'ın ayetlerini yalanlayandan ve (insanları) ondan alıkoyup-çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden alıkoyup-çevirenlere, bu 'engelleme ve çevirmelerinden' dolayı pek çetin bir azabla karşılık vereceğiz. (Enam Suresi, 157)
Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan; yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar. Ve 'ufacık bir yardımı (veya zekatı) da engellemektedirler. (Maun Suresi, 1-7)

Allah inkar eden insanların, iyilikleri, hayırlı davranışları engellemek için ciddi bir çaba göstereceklerine Kuran'da dikkat çeker. Ancak bu çabanın iyi olanlarla kötülerin birbirinden ayrılmasına vesile olarak, yine inananların hayrına sonuçlanacağı da ayetlerde haber verilir:
Gerçek şu ki, inkar edenler, (insanları) Allah'ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkar edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır. Bu, Allah'ın murdar olanı temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır. (Enfal Suresi, 36-37)

Bazı insanlar ise kötülerin etkisinde kalarak kötülük işlerler. İyilik yapmak istediklerinde arkadaşları onları garip karşılar; sözleri ve davranışlarıyla taciz etmeye kalkışırlar. Şeytanın etkisiyle kötülüğü güzel, iyiliği çirkin gösterirler. Zayıf iradeli, ürkek ve titrek kişiliğe sahip kimseler de kısa sürede etraflarındaki bu tarz kişilerin etkisinde kalarak güzel davranışlarda bulunmaktan vazgeçerler. Kötü ahlaka yatkın kimselere kolaylıkla uyum sağlarlar.

Etrafa uyum sağlamak ve doğru yolda olmayanların beğenisini kazanmak için doğru bildiklerinden feragat ederek kötü ahlakı seçen insan kendine çok büyük bir zarar vermektedir. İnsanlar tarafından kınanmamak, dışlanmamak için yanlış bir yolu tercih etmekte, kötülere uyum sağlayarak gerçekte kendisine zulmetmektedir. Dost kaybetmemek için kötü ahlaka göz yuman ve gerçek dostun yalnızca Allah olduğunu bilmeyen bu insanlar, aslında Allah'ın huzurunda küçük düştüklerinin ve ahirette kayba uğradıklarının farkında değillerdir.

Oysa Allah'ın sınırlarını gözetmede ve Kuran'da emredildiği gibi şefkatli, merhametli, adaletli, fedakar, tevekküllü, iyiliğe davet eden, hoşgörülü, uzlaştırıcı, hayır düşünen ve herşeyde hayır gören, güzel huylu bir insan olmada her ne pahasına olursa olsun kararlı ve cesur davrananları, küçük düşmek, dışlanmak şöyle dursun, Allah dünyada ve ahirette yüceltecek, onları haktan yüz çevirenlerin tümüne üstün kılacaktır.

Milli Gazete

11 Eylül 2007 Salı

Allah’ın Sorumluluk Yüklemedikleri

Allah'ın insanlar için, yaratılışlarına en uygun olarak seçtiği din, İslam dinidir. Allah dinini insanların yaşayabilmesi için çok kolay kılmıştır. Din, insanların üzerindeki tüm külfeti, kısıtlayıcı ve sınırlayıcı, insanlara zorluk getiren ağırlıkları kaldırır. İnsanın sadece sonsuz merhametli, şefkatli, bağışlayıcı, salih kulları için herşeyi hayırla yaratan, tüm gücün sahibi olan Allah'ın kendisi için belirlediği kadere teslim olmasını, herşeyde sadece O'nun rızasını arayarak O'na yönelmesini bildirir.

Evrendeki her varlığın ve gerçekleşen her olayın sahibi olan Allah'a güvenip dayanmak ve O'nu dost edinmek, bir insanın hayatındaki tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların ve zorlukların da sonu demektir. Dini yaşayan bir insan için dinin getirdiği en önemli kolaylık ve güzelliklerden biri budur. Bunun dışında Allah, tüm emir ve hükümlerini insanların fıtratlarına en uygun şekilde bildirmiştir ve hiçbirinde bir zorluk bulunmamaktadır. Allah, Kuran'da dininin kolay olduğunu, dinine tabi olanların işlerini kolaylaştıracağını şöyle bildirir:
"Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız." (A’la Suresi, 8)
"… O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi..." (Hac Suresi, 78)

Peygamberimiz de, bu ayetler doğrultusunda "Din kolaylıktır." (Buhari, Iman: 29; Nesai, İman: 28; Musned, 5:69) diye buyurarak, insanları dini yaşamaya davet etmiştir.
Allah'ın merhametinin bir tecellisi olarak, güç yetiremeyecek olanlara diğer insanlara yükletilen sorumluluklar yüklenmemiştir. Allah bunu bir ayetinde şöyle bildirir:
Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü’ne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acı bir azab ile azablandırır. (Fetih Suresi, 17)

Allah sakatlığı olan insanların ibadet sorumluluklarını kaldırırken rahmetini ve sonsuz şefkatinin bir kanıtını daha insanlara göstermektedir. Bir ayette Allah'ın insanlara güçlük çıkarmadığı ve bunun O'nun şefkatinin ve merhametinin bir göstergesi olduğu şöyle ifade edilmektedir:
…Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara Suresi, 220)

İnsanların birçoğunun din hakkındaki bilgileri, küçüklüklerinden itibaren çevrelerinden edindikleri kulaktan dolma bilgilere dayalıdır. Dini, gerçek kaynağından yani Kuran'dan öğrenmedikleri için de, sakatlığı olan insanlar için dini yaşamanın zor olduğunu sanırlar. Allah evrendeki herşey gibi insanı da yoktan var etmiştir. İnsanı en iyi tanıyan, ona şah damarından daha yakın olan Allah, dini de bedeni olarak güçlü veya güçsüz tüm insanın yaratılışına uygun yaratmıştır.
İnsan elbette sağlıklı olmayı Allah’tan talep eder, ancak dünya da bir imtihan yeridir. Müslümanların asıl yurdu ahirettir. Sonsuz ahiret yaşamına karşın, imtihan dünyasında geçirelecek ömür çok kısadır. Allah bir ayetinde bu konuyu şöyle bildirir:
Onu gördükleri gün, sanki, bir akşam veya bir kuşluk-vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler. (Naziat Suresi, 46)

Dünya hayatı sadece bir araçtır. Allah dünyayı ve insanları bir hikmet üzerine yaratmıştır. İnsanların yaratılış amacı Kuran’da bildirildiği üzere yalnızca Allah’a kulluk etmektir. Dünyanın yaratılış amacı ise insanların ahiretteki konumlarının belirlenmesi için bir imtihan yeri olmasıdır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirir:
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
İnsanın sahip olduğu bedensel zayıflıklar ve güçsüzlükler yaşanılacak asıl mekanın ahiret olduğunu daha iyi anlamasına vesile olur. Dünya kısa bir uğrak yeridir, son varılacak yer ise ahirettir. Dünyaya bağlanmak ve yalnız tek bir yaşam yaşayacağını sanarak ömrünü tüketmek ahirette kişinin çok büyük pişmanlık duymasına neden olacaktır. Dünya "öylesine" bir yer olarak yaratılmamıştır. Allah bir ayetinde dünyanın belirli bir hikmet üzerine var edildiğini şöyle bildirir:
Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir ‘oyun ve oyalanma’ edinmek isteseydik, bunu, kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık. (Enbiya Suresi, 16-17)

Bedeni zayıflığı olup Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olan Müslüman her zorlukla beraber bir kolaylık olduğunu görecektir. Çünkü Allah’ı dost ve vekil edinen, her olayda O’na dönüp yönelerek O’na tevekkül eden müminler için yaratılan her olay hayırlıdır. İman eden ve imtihanın sırrını bilenler için dünya hayatının hiçbir anında zorluk sıkıntı, keder, cefa, güçlük olmaz. Her olay, Allah’a yakınlaşmak ve cenneti daha şiddetli umabilmek için bir nimete dönüşür.

Milli Gazete

4 Eylül 2007 Salı

Allah müminlere meleklerle yardım eder

Allah'ın yarattığı imtihan ortamının bir gereği olarak, dıştan bakıldığında kötülük yapanlar da iyi olanlar da aynı şartlarda yaşıyor gibi görünürler. Oysa Allah'a iman edenlerin yaşadığı hayat dini inkar edenlerden çok daha farklıdır. Allah iman eden kullarına her işlerinde sürekli olarak yardım etmektedir. Ancak Kuran'da Allah'ın kullarına sezilmez yollarla yardım edeceği, onlara ummadıkları şekilde destek ve kolaylık sağlayacağı da haber verilmiştir. Allah’ın müminlere olan yardımı çeşitli şekillerde tecelli etmektedir. Allah'ın yardımlarından biri, melekleri, zor anlarında müminlerin yardımına göndermesidir. Kuran’da bu yardım, Peygamberimiz döneminde yaşanmış olan bir olay örnek verilerek şöyle bildirilir:

Sen mü'minlere: "Rabbinizin size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım-iletmesi size yetmez mi?" diyordun. Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da aniden üstünüze çullanıverirlerse, Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle yardım ulaştıracaktır. Allah bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. 'Yardım ve zafer’ (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın katındandır. (Al-i İmran Suresi, 124-126)

Allah bir başka ayetinde ise müminlere görünmeyen ordularla da yardım ettiğini açıklamıştır:
Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece biz de onların üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görendir. (Ahzab Suresi, 9)

Allah'ın Kuran'da müminlerin daima galip geleceklerini bildirmesi, müminler için güzel ve şevklendirici bir vaaddir. Ancak burada bir noktaya daha dikkat çekmekte yarar vardır. Her yardım Allah'tandır ve kuşkusuz gücün tüm sahibi Allah'tır. Müminler, asıl zafer ve yardımın aslında Allah'a ait olduğunu bilirler. Meleklerin destek olmasının ise, Allah'ın bir müjdesi, kendilerine yardım ve desteğinin meleklerin yardımı şeklindeki tecellisi olduğunu asla unutmazlar. Çünkü Rabbimiz bir ayetinde bu gerçeği şöyle hatırlatmıştır:
Siz Rabbinizden yardım taleb ediyordunuz, O da: "Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim" diye cevap vermişti. Allah, bunu, yalnızca bir müjde ve kalblerinizin tatmin bulması için yapmıştı; (yoksa) Allah'ın katından başkasında nusret (zafer ve yardım) yoktur. Hiç şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal Suresi, 9-10)

Allah'ın dilediği kuluna dilediği şekilde yardımı edeceğini bilen müminlerin, en zorlu anlarda dahi içlerinde bir güven ve huzur duygusu olur. Bu ruh hali içinde manevi yönden son derece güzel bir hayat yaşarlar.

Allah’ın müminlere yardımlarından biri de, iman etmeyenler sayıca üstün olmalarına rağmen yenilgiye mahkum olmalarıdır. Bu Allah’ın vadidir ve bu vaadi tarih boyunca tüm samimi müslümanlar üzerinde tecelli etmiştir. Allah'ın bir takdiri olarak iman edenlerin sayısı, her dönemde hep az olmuştur. Ancak galip gelenler sayıca üstün olanlar değil, her zaman mümin olanlardır. Müminler Allah'ın verdiği akıl, feraset, basiret, güzel ahlak gibi nimetlerle daima inkar içindeki insalara karşı başarı elde etmişlerdir. Tüm bunların yanısıra Allah, kimi zaman müminleri inkarcıların gözünde sayıca ve kuvvetçe de çok gösterdiğini ve bunun inkarcılarda yılgınlığa ve korkuya neden olduğunu da haber vermiştir. Allah bir ayetinde Asr-ı Saadet döneminde gerçekleşen böyle bir olayı şöyle bildirir:
Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, 'olacağı olan işi gerçekleştirmek' için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler Allah'a döndürülür. Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokca zikredin. Ki kurtuluş (felah) bulasınız. (Enfal Suresi, 44-45)

Az sayıdaki müminin inkarcıların bakış açısında son derece güçlü ve zorlu, kalabalık bir topluluk olarak görülmesi kuşkusuz Allah'ın mucizelerinden biridir ve aynı zamanda müminler açısından da çok büyük bir kolaylık olarak yaşanmıştır. Böylece Allah müminlere başarı kazandırmıştır.

Ayrıca Allah başka bir ayeti ile Hz. Muhammed'e, dilediği zaman müminlerin gücünü olduğundan kat kat daha fazla artıracağını bildirmiştir. Sabretmelerine karşılık olarak inanan kullarına umduklarından çok daha büyük bir güç ve zafer vereceğini vaat etmiştir:

Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kafirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 65-66)

Milli Gazete

28 Ağustos 2007 Salı

Gelecekte yaşanacak her olayı Allah bilmektedir. .

O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "Ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır. Sur'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 73)

Allah evrendeki tüm canlıları kontrolü altında tutandır; toprağın içine atılan binlerce tohumun ne zaman filizleneceğini, bir kuyrukluyıldızın dünyanın kaç kilometre uzağından geçeceğini, hangi canlının ne zaman doğacağını ve ne zaman öleceğini, atomun çekirdeğinin etrafında durmaksızın dönen elektronların yörüngelerini ve burada sayarak bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. Allah sonsuz büyüklüğü ile yeryüzünde yaşayan tüm insanların aklından geçen düşüncelere, hepsinin bilinçaltına, yaptıkları işlerindeki niyetlerine de hakimdir.

Allah hepsinin kaderini en ince ayrıntısına kadar belirler. Gaybın bilgisi yalnızca Kendisi'ne aittir. Allah'ın sonsuz aklı, ilmi, bilgisi, affediliciliği, merhameti ve azabı insanın kavrayışının çok üzerindedir. Allah dilediği herşeye güç yetirir.

Hiç kimse kaç yıl yaşayacağını, nasıl bir hayat yaşayacağını, sağlığını etkileyecek nasıl gelişmeler olacağını bilmez. Allah insanın ömrü boyunca kaç kere nefes alıp vereceğini, kalbinin kaç kere atacağını, hangi saniyede kalbinin duracağını bilir. Tüm insanlar, bilim adamları biraraya gelseler, tüm teknolojik imkanları kullansalar gaybdan tek bir haber söyleyemezler. Asla vakıf olunamayacak olan bu bilgi insanların acizlizliğini göstermektedir.

Hiç kimse Allah’ın kararlarına en ufak bir müdahalede bulunmaya güç yetiremez. Allah, kainattaki herhangi bir canlı için bir zarar dileyecek olsa onu kaldırabilecek yoktur, bir rahmet dilediğinde de O'nun rahmetini engelleyebilecek olan yoktur. Bir canı almak istediğinde O’na engel olacak hiçbir kuvvet yoktur. Yaşamını ve geleceğini kendisinin kontrol etmekte olduğunu sanan insanlar çok büyük yanılgıdadır. İman eden ve etmeyen tüm insanlar Allah’ın emrindedir. Bu gerçeği yaşarken anlamak istemeyenler, canları kendi isteklerinin dışında alınırken mutlaka anlarlar. Allah bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
Eğer doğru söylüyorsanız, onu, (çıkmakta olan canı) geri çevirsenize. (Vakıa Suresi, 87)

Kimse ölüm anı geldiğinde bu anı bir an ileri taşıyamaz. Tıpkı ölüm anı gibi yaşam sırasındaki tüm anları da Allah bilir. Çünkü her konuşmayı, her tavrı O yaratmaktadır. İnsan daha doğmadan hayatı boyunca kaç kelime konuşacağı, kaç kilometre yürüyeceği, kaç kere öksüreceği kaderinde belirlidir. Allah’ın her şeyden haberdar olduğu bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:
Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdardır. (Lokman Suresi, 34)

Akıl ve vicdan sahibi her insan kendi yaşamı hakkında ne kadar güçsüz olduğu hemen anlamaktadır ve bu anlayış onu Allah’a teslimiyete iletmektedir. Allah’ın kontrolünde bir kul olduğunu anlayan bir insanın yapması gereken ise, ancak Rabbine karşı saygı dolu bir korku ile secde etmek ve O’nun merhametini istemektir. Çünkü Allah merhamet etmediği sürece insanın kurtuluş bulması mümkün değildir. Allah'ın büyüklüğü ve O'ndan başka ilah olmadığı ayetlerde şöyle haber verilmektedir:
İşte böyle; çünkü Allah, hakkın ta Kendisi'dir. O'nun dışında, onların taptıkları ise, şüphesiz batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah, Yücedir, büyüktür. (Hac Suresi, 62)
İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O'nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, batıldır. Şüphesiz Allah, Yücedir, büyüktür. (Lokman Suresi, 30)

Allah Kuran’da kıyamet saatine dair bildirdiği gayb bilgileri vardır. O gün O’nun kuvvetiyle yeryüzündeki en sağlam yapılar olan sarsılmaz dağlar yerlerinden oynatılıp yürütülecek, köklerinden savrulup, paramparça edilecektir. O gün meydana gelecek yıkım Allah’ın şanına, kudretine yakışacak şekildedir. Dünyadaki en büyük kütle olan okyanuslar suyun kaynaması gibi kaynayacaktır. İnsanın bildiği alıştığı ve sonsuza dek süreceğini sandığı bütün varlıklar ve düzenler temelinden bozulmaya uğrayacak, darmadağın olacaktır. Böylelikle herşeyin üstündeki tek ve gerçek kuvvet sahibinin Allah olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü gerçekleşek olaylardan bazıları Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
Artık sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği.
Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman.
İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık vukubulmuş (gerçekleşmiş)tur.
Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.' (Hakka Suresi, 13-16)
Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve Yücedir. (Zümer Suresi, 67)

21 Ağustos 2007 Salı

'Gariplik'

New Scientist Dergisi 3 Şubat 2007 tarihli sayısında evrim teorisinin memelilerin var oluşlarını açıklama konusunda ne kadar mantıksızlık içerisinde olduğunu istemese de ortaya koymuştur. Evrimcilerin memelilerin kökeni konusundaki iddiaları, yeni bulunan bir fosil ile tekrar açığa çıkmıştır. New Scientist dergisinin söz kosunu yazısında, evrimcilerin teorilerini desteklemek için kullandıkları hayali kanıtların karşısında gerçek, maddesel bir kanıt görünce nasıl şaşkınlığa düştükleri açıkça belirtilmiştir.

Dergide Mezozoik dönemde yaşamış olan Repenomamus robustus isimli kunduz benzeri bir memeli, ara geçiş formu olarak duyurulmaya çalışılmış, ancak aynı yazıda bir yandan da bu hayvanın evrimsel sıralamada ne kadar büyük bir problem çıkardığından bahsedilmiştir.

Mezozoik Çağ’da sürüngenler devrinden aniden memeliler devrine geçiş fikri evrimciler için büyük bir sorundur. Burada “aniden” kelimesinden kast edilen evrim teorisinin ölü bir teori olarak doğmasına neden olan ara geçiş geçiş formlarının noksanlığıdır. Repenomamus robustus fosilinin bulunması ile var olan sorunlara yeni ve içinden çıkılamaz bir sorun daha eklenmiştir. Repenomamus robustus Mezozoik Çağ’da dinozorlarla birlikte yaşayan oldukça iri bir memeli hayvandır. Hatta New York Doğa Tarih Müzesinde sergilenen fosilinden bu hayvanın dinazor bebekleri ile beslendiği anlaşılmıştır.

New York Doğa Tarih Müzesi Palaentoloji Bölümü yöneticisi Mark Norell, dinozorlar dünyasında yan yana yaşayan dev memeliler olduğunu açıklamıştır. Bu memelilerin, bu dönemde yaşadığı sanılan fare benzeri canlılardan çok farklı olduğu tespit edilmiştir. Evrimciler bu dönem memelileri için en fazla 1.5 cm boy ve 20-30 gram ağırlık belirlemişlerdir. Evrim teorisinine uygun canlı oluşum sıralaması içerisinde Mezozoik Çağda ancak bu tip canlıların yaşaması uygun görülmüştür. Ancak Repenomamus robustus, kunduz büyüklüğünde yaklaşık 6 kilo ağırlığında olduğundan evrimcilerin ön gördükleri ağırlıktan yaklaşık yüz kat daha ağırdır. Bu büyüklüğünden dolayı “dev memeli” ismi ile New Scientist dergisinde manşet olmuştur. Bilim adamları büyüklük farkını insanlar ve dev dinozorlar arasındaki büyüklük farkı ile kıyaslamışlardır.

Onlarca yıldır sadece fare benzeri yaratıkların dinozorlarla birlikte yaşadıkları sanılırken paleontologlar bu canlı ile memelilerin büyüklüklerini ve çeşitliliğini keşfetmişlerdir. Canlı türleri arasında görülen keskin boşluklar söz konusu canlıda bir defa daha evrimcileri çok büyük sıkıntıya sokmuştur. Bu sıkıntı sonucunda evrimciler arasında çeşitli tartışmalar ve yakınmalar başlamıştır. Bulunan her yeni canlı fosili, tam ve eksiksiz olduğundan dolayı evrimcilerin aradıkları ancak bir türlü bulamadıkları ara geçiş formalarının yerini tutmamaktadır.

14 Ağustos 2007 Salı

Teknolojinin bir benzerini üretemediği sistem: Gözleriniz

Bu cümleyi siz okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. Belki inanması güç, fakat dünyanın en muhteşem aygıtlarından bir çiftine sahipsiniz. İnsanoğlu halen bir benzerini üretemedi. Üretmek şöyle dursun, bu sistem hakkında bilinenler bilinmeyenlerin yanında hiç kalmaktadır. Yaşamınızda sahip olduğunuz herşey gözleriniz sayesinde bir anlam kazandı. Ailenizi, dostlarınızı, evinizi, işinizi, kısaca yaşamınız boyunca karşılaştığınız herşeyi gerçek anlamıyla gözleriniz sayesinde tanıdınız. Onlarsız dış dünyayı hiçbir zaman tam olarak bilemezdiniz. Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat, gözleriniz var, bu sayede etrafınızı görüyor, şu anda da önünüzdeki yazıyı okuyorsunuz. Dahası, görmek için hiçbir çaba harcamıyorsunuz; sadece görmek istediğiniz şeye doğru bakıyorsunuz. Gözünüze, gözün içindeki organellere, gözden beyne giden sinirlere ve beyninize "bakın, görün, şu işlemleri yapın" emri vermiyorsunuz. Tıpkı yeryüzünde yaşayan ve yaşamış milyarlarca insan gibi sadece bakıyor ve görüyorsunuz. Bir cisme odaklanıp onu net görmek için göz merceğinizin cismin uzaklığına göre alması gereken yarıçapın optik ölçümlerini, merceğe bağlı kasların çok hassas kasılma oranlarını hesaplamıyorsunuz. Yalnızca o cismi net görmek istiyorsunuz, gerisi saniyenin çok küçük bir diliminde sizin için otomatik olarak hallediliyor. Bunun ne kadar büyük bir mucize olduğu bazı insanların aklına dahi gelmiyor olabilir. Ancak iman sahipleri görmenin Allah'ın çok büyük bir lütfu olduğunun farkında olan insanlardır.

Göz, oldukça karmaşık bir yapıya ve çok özel bir işleve sahip olmasına rağmen bedenimizde çok küçük bir yer işgal eder. Tıpkı değerli bir mücevherin kutusunda saklanması gibi kafatasımız içinde dış etkilerden korunacak bir biçimde saklanır. Sahip olduğu görevin önemi ile doğru orantılı olarak, üstün bir tasarım sayesinde korunur. Gözler, altı kemik uzantısı ile kafatasına bağlanan, etrafları özel dokularla çevrelenmiş göz yuvaları içinde, koruyucu bir yağ yastıkçığı üzerine yerleştirilmişlerdir. Burun kemeri, kaşlar ve elmacık kemikleri tarafından dış etkenlere karşı korunurlar. Gözleri çevreleyen tüm bu kemik ve dokular hep birlikte "göz çukuru" olarak adlandırılır. Gözler, çok iyi korunmalarının yanısıra vücutta, görmeyi en rahat ve en ideal biçimde sağlayacak bir bölgeye yerleştirilmişlerdir. Bu bölge, vücudumuzu ve uzuvlarımızı en mükemmel şekilde kontrol ve idare edebilmemizi sağlayacak bir konuma sahiptir. Gözlerimizin şu anki yerleri dışında vücudumuzun herhangi başka bir yerinde bulunmalarının doğuracağı sakıncalar saymakla bitmez. Dahası gözlerin başımızda bulunması, onların her an sağlık ve emniyetini sağlama bakımından da en uygun durumdur. Boynun, küçük ve hızlı bir refleks hareketiyle, gözün ona zarar verebilecek herhangi bir cisimle teması engellenmiş olur.

Gözler vücudun dış dünyaya açılan pencereleridir. Bu pencerelerin korunması ve bakımı özel bir sistem sayesinde sağlanır. Göz kapakları, mükemmel bir şekilde işleyen bu sistemin en önemli parçalarından birisidir. Göz kapaklarının görevi, göz küresini korumakla birlikte "konjonktiva" ve "kornea"yı her an belli bir nem oranında tutmaktır. Göz kapaklarının iç kısmında bulunan konjonktiva adlı katmanın damarları, uykuda oksijen alamayan gözün dış tabakasını besler. Gerektiği zaman göz yuvasının üstünü tamamen ve sıkıca örtebilen göz kapağının derisi, vücudun diğer kısımlarına göre çok daha incedir. Göz kapağı derisinin alt tabakası yağsız ve çok gevşektir, kan bu bölgede kolay toplanır. Eğer göz kapağının derisi kalın ve yağlı bir yapıya sahip olsaydı, gözlerin açılıp kapanması oldukça zor bir işlem olurdu. Herkes gün içinde hiç farkında olmadan binlerce kez gözlerini kırpar. Bu hareket istem dışı olarak yapılır ve bu sayede gözler yoğun ışık temasından ve yabancı maddelerden korunur. İşlemin otomatik olarak yapılması da çoğu insanın farkında olmadığı bir nimettir. Bu temizlenme otomatik olarak yapılmasaydı ne olurdu? Böyle bir durumda insan göz kırpmayı yalnızca gözünün içinde rahatsız edici miktarda kirlilik oluştuğunda hatırlardı. Bu da gözün mikrop kapmasına neden olurdu. Gözler tamamen temizlenemediğinden puslu, bulanık bir görüntü meydana gelirdi. Göz kırpmak büyük bir külfet olur, insan gün boyunca sürekli göz kırpmayı unutmamaya konsantre olmak zorunda kalırdı. Her birkaç saniyede bir göz kırpıldığında göz kapakları tıpkı araba camı silecekleri gibi gözleri sulandırır, kirleri temizler. Uyku sırasında ise göz kapakları kapalı olduğu için gözler kurumaya karşı otomatik olarak korunur.

Göz, sahip olduğu bütün özellikleri ile insanın Allah'ın yarattığı bir varlık olduğunu ispatlayan bir delildir. İnsan vücudundaki bu uyum, simetri ve estetik görüntü Allah'ın bizlere sunduğu bir güzelliktir. Çünkü Rabbimiz ihsanı çok bol olandır. Allah bir ayette insanlara bu nimetini bildirirken onlara bunun için şükredici olmaları gerektiğini şöyle bildirir:
Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 9)

Milli Gazete

7 Ağustos 2007 Salı

Doğada zayıf ve güçsüzlerin elendiği iddiası, gerçek dışıdır

Dünyaya yeni gelmiş her canlı güçsüz ve çaresizdir. Çevresindeki tehlikelerden tümüyle habersizdir. Beslenebilmek, büyüyüp güçlenebilmek ve hayatta kalabilmek için kendisini gözetip-koruyacak birine muhtaçtır. Tek başına yaşama ihtimali neredeyse yoktur. Ancak doğduğu andan itibaren yanında hep ebeveynleri olur. Annesi veya babası onu tehlikelerden korur, besler ve gerekirse kendi hayatını onun için feda eder.

Zayıf ve güçsüz yavrular ancak yetişkin ve güçlü olanlar tarafından bakılıp korunurlarsa hayatta kalabilirler. Ebeveynleri, hiçbir bıkkınlık göstermeden, onları hiç ihmal etmeden bu güçsüz yavruların bütün sorumluluğunu üzerlerine alırlar. Hatta birçoğu bunu, onlar daha yumurta halindeyken yaparlar.

En yırtıcı hayvanlar yavrularına karşı çok büyük bir şefkat gösterir, onları yedirir, her türlü tehlikeye karşı kendi canları pahasına korurlar. Yavrularını ağızlarında taşıyan timsahlar, yavrularına yuva yapmak için günlerce çalı çırpı toplayan, sürüsünü tehlikeden korumak için çığlık atarak veya yaralı taklidi yaparak düşmanın dikkatini kendi üzerlerine çeken kuşlar, kendilerini düşmanları ile genç zebraların arasına atarak ölümü göze alan yetişkin zebralar, aylarca yumurtalarını ve yeni doğan yavrularını hiç kıpırdamadan, kar fırtınalarının altında bir kez dahi yemek yemeden ayaklarının arasında taşıyan penguenler...

Bu hayvanların davranışlarının birçoğunda, insanın hayret ve şaşkınlıkla karşıladığı fedakarlık örnekleri vardır. Ancak hayvanlar akıl, vicdan, bilinç gibi özelliklerden yoksun varlıklardır. Onlar bunları Allah'ın ilhamı ile yaparlar. Rahman ve Rahim olan Allah vahşi hayvanları yavrularına hizmetçi etmiştir. Tüm hayvanlar eşsiz fedakarlık örnekleri göstererek, büyük bir görev bilinciyle yavrularına yiyecek temin etmektedirler. Bütün hayvanlar aleminin rızkı, Allah'ın merhameti sayesinde eksiksiz temin edilmektedir. Canlıların hayatlarını incelediğimizde milyonlarcasını göreceğimiz bu delillerden bazıları şunlardır:

Timsah en vahşi hayvanlardan biridir. Ancak yavrularına gösterdiği ihtimam son derece hayret vericidir. Yavruları yumurtadan çıktıktan sonra onları ağzında suya kadar taşır. Bundan sonra yavrular büyüyüp kendi başlarının çaresine bakana kadar timsah onları ağzında veya üzerinde taşıyacaktır. Doğan yavrular için en güvenli yer, annelerinin ağzında bulunan ve özel olarak bu iş için yaratılmış olan ve yaklaşık yarım düzine yavruyu barındırabilecek kapasitedeki koruyucu kesedir. Yavru timsahlar herhangi bir tehlike sezdiklerinde hemen annelerinin ağzındaki korunaklı barınaklarına kaçarlar. Oysa timsah hem vahşi, hem de bilinci olmayan bir hayvandır; dolayısıyla kendisinden beklenen yavrularını koruması değil aksine onları da beslenmek için ayrım gözetmeden yemesidir. Ancak böyle bir şey olmaz ve Allah'ın ilhamıyla hareket eden timsahlar büyük bir özenle yavrularını taşırlar. Allah yarattığı her canlıya karşı merhametli olandır, koruyandır.

İnsanlar için oldukça tehlikeli olabilen piton yılanı bile yumurtalarına karşı son derece düşkün ve koruyucudur. Dişi piton bir seferde yaklaşık 100 yumurta yumurtlar ve daha sonra kendisini yumurtalarının üzerine sarar. Bu hareketinin amacı hava çok sıcak olduğunda yumurtaların üzerine gölge yaparak onları serinletmek, hava sıcaklığı çok fazla düştüğünde ise vücudunu titreterek onları ısıtmaktır. Yumurtalarına sarılı olduğu sürece onları diğer tehlikelerden de korumuş olur.

Peki bu canlılar neden yavruları için bu kadar çok çaba harcarlar? Neden onları kendi hallerine bırakmak yerine her türlü ihtiyaçları ile bıkmadan usanmadan ilgilenirler? Bunları kendileri bilinçli olarak mı yaparlar? Örneğin bir kuşun kendi bilinci ve iradesi ile yavrusunu korumak için ölümü göze aldığını iddia etmek akla ve mantığa uygun mudur?

Elbette değildir, çünkü söz konusu olan akılsız, bilinçsiz, şefkat, merhamet gibi duygulara kendi iradesiyle sahip olması mümkün olmayan hayvanlardır. Burada karşımıza tek bir gerçek çıkar: Bu canlılara yavru sevgisi, anne şefkati gibi mucizevi duyguları Allah ilham eder. Yetişkin hayvanların yavruları için gösterdikleri fedakarlıklar, Allah'ın Rahman sıfatının herşeyi kuşattığının delillerinden sadece biridir.

Bazı anneler yavruları sütten kesilene kadar kendi yaşadıkları toplulukları terk etmek zorunda kalırlar ve böylece kendilerini büyük bir riske atarlar. Doğumdan veya yumurtadan çıktıktan sonra birçok hayvan türü yavrularına günlerce, aylarca hatta kimi zaman yıllarca bakar. Onlara yiyecek, yuva, sıcaklık sağlar, yırtıcı hayvanlardan korur. Gün boyunca birçok kuş, yavrularını saatte ortalama dört ile yirmi kere arasında besler. Memelilerde ise annelerin daha farklı sorunları olur. Süt verme döneminde daha iyi gıda almalıdırlar ve bunun için daha çok avlanmalıdırlar. Buna rağmen bu süre içerisinde yavru kilo alırken anne sürekli kilo kaybeder.

Bilinci olmayan bir hayvandan beklenen yavrusunu doğurduktan sonra bırakıp gitmesidir. Çünkü hayvanlar bu küçük canlıların ne olduklarının bile şuuruna varamazlar. Ancak buna rağmen bu yavruların bütün sorumluluğunu üzerlerine almaları ancak Allah'ın ilhamıyla ve Rahman sıfatının tecellisiyle mümkün olur.

Milli Gazete

31 Temmuz 2007 Salı

İnsanların zevk almaları için yaratılmış bir nimet(2)

Koku alma duyusu Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatının eşsiz tecellilerindendir. İlk anda aklımıza gelen kokuları sıralayalım: güller, karanfiller, leylaklar, yaseminler, lavantalar, çimenler ve değişik bitkilerin bahar aylarında çevreye yaydıkları çarpıcı kokular; çiçek açmış portakal, mandalina ve limon ağaçlarının etrafı çepeçevre saran kokuları; çeşitli parfümlerin hoşa giden kokuları; çeşitli baharatların kokuları; sabah kalktığınızda mutfaktan gelen kızarmış ekmek, çay veya kahvenin cazip kokuları, mangalda pişen etin kokusu ya da sabunun tertemiz kokusu... Bu kokular sonsuz lütuf sahibi ve benzersiz var eden Rabbimiz'in bizlere sunduğu çok büyük nimetlerdir. Koku olarak tanımladığımız şey aslında nesnelerden buharlaşan kimyasal tanecikler, yani moleküllerdir. Söz gelimi, taze çekilmiş kahve kokusu olarak algıladığımız ve hissettiğimizde bize hoş gelen kokunun kaynağı kahveye ait uçucu koku molekülleridir. Buharlaşma ne kadar yoğun olursa, meydana gelen koku da o denli belirgin olur. Fırında pişmekte olan bir kekin bayat bir keke oranla daha çok kokmasının nedeni fırındaki kekten daha çok koku zerresinin ortama yayılmasıdır. Çünkü sıcağın etkisiyle koku molekülleri havada serbest hareket etmeye başlar ve geniş bir alana yayılabilirler. Bu noktada insan yaşamı için düzenlenmiş bazı hassas dengelerin olduğuna dikkat çekmek gerekir. Şu anda bulunduğunuz ortamda taş, demir, cam gibi kokmayan maddeler vardır. Çünkü bu saydıklarımız oda sıcaklığında buharlaşmazlar. Bir anlığına odanızdaki herşeyin koktuğunu var sayalım. Böyle bir durumun ne kadar rahatsızlık vereceğini hiç düşündünüz mü? İlginç olan diğer bir gerçek de, suyun düşük ısılarda buharlaşma özelliğinin olmasına rağmen kokusunun olmamasıdır. Sudaki bu özel tasarım da çok önemlidir. Böylece kuru bir gül ile yeni sulanmış, üzerinde su damlaları bulunan bir gülün kokusu arasında farklılık olmaz. Diğer bir ifadeyle, gülün doğal kokusu bozulmamış olur.

Kokulardaki çeşitlilik de Allah'ın çok büyük bir lütfudur. Halen doğada ne kadar farklı çeşitte koku olduğu bilinmemektedir. Milyonlarca değişik molekülün varlığı dikkate alınırsa, doğada çok çeşitli koku olduğu söylenebilir. Bunları belirli kategorilerde toplamak için çalışmalar yapılmış, fakat kokuların olağanüstü çeşitliliği nedeniyle doyurucu bir gruplandırma elde edilememiştir. Rabbimiz dünya üzerindeki nimetleri insanların ihtiyaçlarını giderecek ve onlara fayda verecek şekilde var ettiği gibi, aynı zamanda onların ruhlarına hitap edecek ve onlara zevk verecek şekilde de yaratmaktadır. Yiyeceklerdeki, bitkilerdeki muazzam kokular da Allah'ın şefkatinin çok güzel delilleridir. Çünkü güzel koku bir ihtiyaç değil, insanın hoşuna giden, ruhuna zevk veren bir güzelliktir. Allah iyiliği bol olan, sonsuz cömertlik sahibi olan ve kullarına güzellikler sunandır.

Kokuya karakteristik niteliğini veren, moleküller arasındaki mikroskobik değişikliklerdir. Örnek olarak, pişmiş taze bir yumurta ile çürük bir yumurtayı birbirinden ayıran özellik, çevreye yaydıkları taneciklerin yapılarındaki farklılıktır. Çeşitli moleküllerin kimyasal yapıları arasındaki farklılıklar ise oldukça hassas ayrımlara dayanır. Öyle ki tek bir karbon atomu değişikliği bile güzel bir kokuyu itici hale dönüştürebilir. Kakaonun, lavanta çiçeğinin veya çileğin kendilerine has kokuları, koku moleküllerini meydana getiren atomlar ve aralarındaki bağların özel olarak düzenlenmesinin sonucudur. Her molekül belirli bir amaç doğrultusunda, tam olması gerektiği gibi planlanmıştır. Şüphesiz bu muhteşem yaratılış, ayette bildirildiği gibi, "Herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiş" (Furkan Suresi, 2) olan Allah'a aittir. Ve tüm bu detaylar zaruri bir ihtiyaç için değil, insanın nimetlerden daha fazla zevk alabilmesi için var edilmiştir. Sonsuz lütuf sahibi olan Rabbimiz'den kullarına bir lütfudur.

Kainatın her noktasında görülen hassas dengeler, koku alma sisteminde de kendilerini belli ederler. Her canlının koku alma kapasitesi, ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak düzenlenmiştir. İnsanı ele alalım. Eğer koku alma duyarlılığımız daha az olsaydı, bizim için tehlike oluşturan durumları fark edemeyebilirdik. Koku alma duyumuz bir köpekteki kadar güçlü olsaydı, her an dikkatimizi dağıtan ve oldukça rahatsızlık veren durumlar ortaya çıkardı. Söz konusu dengeler koku moleküllerinin yapılarında da görülebilir. Örneğin, normal şartlarda bize güzel gelen bir koku yüksek konsantrasyonda olduğunda hoşumuza gitmez. Bitkilerin kokuları bahçede oldukça etkileyicidir, ancak aynı bitkilerden yapılan ağır bir esans rahatsız edicidir. Bu da onların kokularının insan için ideal oranda yaratıldıklarının bir göstergesidir. Koku ile ilgili her detayın insan yaşamı için özel olarak yaratıldığı ve Allah'tan bir nimet olduğu açıktır. Gereksinim duyduğumuz yiyecekleri ve bitkileri sahip oldukları çekici kokularla birlikte yaratan Rahman ve Rahim olan Allah'tır. Sınırsız ihsan ve lütuf sahibi olan Rabbimiz, vücudumuzun her sisteminde olduğu gibi koku almayı da bizim zevkimize uygun olarak yaratmıştır. Sonsuz merhameti ve şefkatiyle, bize faydalı olan şeylerin kokularını sevdirmiş, zararlı olanlarınkini çirkin göstermiştir. Bize düşen, kokladığımız güzel kokuları Allah'ın yarattığını ve bunları bizlere lütfettiğini düşünüp şükretmektir.

Milli Gazete