23 Ağustos 2005 Salı

Bir Kur'an Mucizesi

Demirdeki Sır

Demir, Kur’an’da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kur’an’ın “Hadid”, yani “Demir” adlı suresinde şöyle buyrulur:

... Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik... (Hadid Suresi, 25)

Ayette, demir için kullanılan “enzelna” yani “indirme” kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan “gökten fiziksel olarak indirme” şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya’daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur. (Dr. Mazhar, U. Kazi, 130 Evident Miracles in the Qur’an, Crescent Publishing House, New York, 1997, ss. 110-111; http://www.wamy.co.uk/announcements3.html; Prof. Zighloul Raghib El-Naggar’ın konuşmasından.)

Sadece Dünya’daki değil, tüm Güneş Sistemi’ndeki demir, dış uzaydan elde edilmiştir. Çünkü Güneş’in sıcaklığı demir elementinin meydana gelmesi için yeterli değildir. Güneş’in 60000C’lık bir yüzey ısısı ve 20 milyon0C’lik bir çekirdek ısısı vardır. Demir ancak Güneş’ten çok daha büyük yıldızlarda, birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya Süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Demirin uzaya dağılması işte bu patlamalar sonucunda mümkün olur. (age)

Bilimsel bir kaynakta bu konu ile ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır:

Daha yaşlı Süpernova olaylarını gösteren deliller de vardır: Deniz tabanında biriken demir-60 yaklaşık 5 milyon yıl önce Güneş’ten 90 ışık yılı uzaklıkta meydana gelen bir Süpernova patlamasının delili olarak yorumlanmıştır. Süpernova patlamasında oluşan demir-60, 1.5 milyon yıl yarılanma ömrü olan radyoaktif bir izotoptur. Dünya’nın yer altı katmanlarında bulunan demir-60 izotopu, yakın uzayda bulunan elementlerin nükleosentez geçirip, önce Dünya atmosferine oradan da yer altı katmanlarına saplanması sonucu oluşmuştur. (http://www.istanbul.edu.tr/fen/astronomy/populer/cevre/cevresi.htm; Yard. Doç. Dr. Yüksel Karataş, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü, Popüler Bilim (Popular Science Magazine), no. 92, 2001, ss. 38-43, [American Scientist, c. 88, s. 1].)

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni Dünya’da oluşmamış, Süpernovalardan taşınarak, aynı ayette bildirildiği şekilde “indirilmiştir”. Bu bilginin Kur’an’ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır. Ancak bu gerçek, herşeyi sonsuz bilgisiyle kuşatan Allah’ın sözü olan Kur’an’da yer almaktadır.

Günümüz astronomi bilgileri bize diğer elementlerin de Dünya’nın dışında oluştuğunu göstermektedir. Ayetteki “demiri de indirdik” ifadesinde geçen “de” vurgusu bu gerçeğe dikkat çekiyor olabilir. Ancak ayette, demire özellikle dikkat çekilmesi ise, 20. yüzyılın sonlarında elde edilen bilgiler dikkate alındığında son derece düşündürücüdür. Ünlü mikrobiyolog Micheal Denton, Nature’s Destiny (Doğa’nın Kaderi) adlı kitabında demirin önemini şu sözleriyle vurgulamıştır:

Tüm metaller içinde demirden daha çok hayati önem taşıyanı yoktur. Bir yıldızın çekirdeğinde demirin birikmesi süpernova patlamasını tetikler ve böylece hayat için gerekli olan atomların tüm evrene yayılmasına imkan verir. Demir atomlarının Dünya’nın ilk aşamalarında çekirdekte oluşturduğu yerçekimiyle üretilen ısı, Dünya’nın başlangıçtaki kimyasal farklılıklarına neden olmuş ve atmosferin oluşumu ile sonuçta hidrosferin meydana gelmesini sağlamıştır. Dünya’nın merkezinde bulunan erimiş demir, dev bir mıknatıs görevi yapar ve dünyanın manyetik alanını oluşturur. Bu alan sayesinde Dünya’nın yüzeyini yüksek enerjili yıkıcı kozmik radyasyondan koruyan Van Allen radyasyon kuşakları oluşur ve hayati önem taşıyan ozon tabakasını kozmik ışın yıkımından korur...

Demir atomu olmaksızın evrende karbona bağlı yaşam olması mümkün olmazdı; süpernovalar olmaz, Dünya’nın ilk dönemlerinde ısınması gerçekleşmez, atmosfer ya da hidrosfer olmazdı. Koruyucu manyetik alan olmaz, Van Allen radyasyon kuşakları oluşmaz, ozon tabakası olmaz, (insan kanında) hemoglobini meydana getirecek hiçbir metal bulunmaz, oksijenin reaktifliğini yatıştıracak metal oluşmaz ve oksidasyona dayanan bir metabolizma meydana gelmezdi.

Hayat ve demir ile kanın kırmızı rengiyle uzaktaki bir yıldızın ölümü arasındaki bu gizemli ve yakın ilişki sadece metallerin biyoloji açısından önemli olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda evrenin biyolojik yönden önemini vurgular. (Michael J. Denton, Nature’s Destiny, The Free Press, 1998, s. 198.)

Demir atomunun önemi, bu açıklamalarla rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kur’an’da özellikle demire dikkat çekilmesi de bu madenin önemini vurgulamaktadır. Tüm bunların yanı sıra Kur’an’da demirin önemine dikkat çeken bir sır daha vardır.

İçinde demirden bahsedilen Hadid Suresi’nin 25. ayeti oldukça ilginç iki matematiksel şifre içermektedir:

“El-Hadid”, Kur’an’ın 57. suresidir. “El-hadid” kelimesinin Arapça’daki sayısal değeri, yani ebcedi hesaplandığında karşımıza çıkan rakam da aynıdır: “57”. (Ebced hesapları ile ilgili bilgi için bkz. Kur’an’da Ebced Hesabı bölümü)

Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri 26’dır. 26 sayısı ise demirin atom numarasıdır. Öte yandan geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilen bir kanser tedavisinde demir oksit tanecikleri kullanıldı ve olumlu gelişmeler kaydedildi. Almanya’daki dünyaca ünlü Charite Hastanesi’nde doktor Andreas Jordan başkanlığındaki ekip, kanser hastalığının tedavisi için geliştirdiği yeni bir yöntemle -manyetik likid hipertermia (yüksek ısılı manyetik sıvı)- kanser hücrelerini yok etmeyi başardı. Hastanede ilk kez 26 yaşındaki Nikolaus H. adlı bir öğrenciye uygulanan bu yöntem sonucunda, bu kişide üç aydır yeni kanser hücrelerine rastlanılmadı.

Kullanılan bu tedavi şekli özetle şu şekildedir:

1- İçinde demir oksit tanecikleri bulunan sıvı, özel bir şırıngayla tümörün içine gönderiliyor. Bu tanecikler, tümör hücrelerine dağılıyor. Bu sıvının 1cm3’ünde demir oksitten oluşan ve alyuvarlardan 1.000 kat daha küçük milyonlarca parçacık bulunmakta ve bunlar kolaylıkla kan damarlarında dolaşabilmektedir.

2- Hasta, daha sonra güçlü manyetik etkisi olan bir aletin altına yatırılıyor.

3- Dışarıdan uygulanan bu manyetik akım, tümörün içindeki demir taneciklerini hareketlendirmeye başlıyor. Bu esnada demir oksit tanecikleri içeren tümördeki ısı artı 45 0C’ye kadar çıkıyor.

4- Sıcağa karşı kendini koruyamayan kanser hücreleri birkaç dakika içinde zayıflatılıyor ya da yok ediliyor. Daha sonra yapılan kemoterapiyle tümör tamamen kaybolabiliyor.

(“Nanotechnology successfully helps cancer therapies”, IIC Fast Track, Nanotech News from Eastern Germany, Industrial Investment Council, Ekim 2003; www.iic.de/uploads/media/NANO_FT_Nov2003_01.pdf)

Bu tedavide sadece kanserli hücreler, demir oksit parçacıkları içerdikleri için, sağlıklı hücreler manyetik akımdan olumsuz etkilenmemektedir. Bu yöntemin yaygınlaştırılması, ölümcül olabilen bu hastalığın tedavisi açısından çok büyük bir gelişmedir. Kanser gibi yaygın bir hastalığın tedavisinde, Kur’an’daki ifadeyle “insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demir”in kullanılması son derece dikkat çekicidir. (Hadid Suresi, 25) Nitekim Kur’an’da bu ayetle demirin insan sağlığı açısından bu yöndeki faydalarına da işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

16 Ağustos 2005 Salı

Bağışlayıcı olmanın sağlığa faydaları

Kur’an’da tavsiye edilen güzel ahlak özelliklerinden biri “affedici ve bağışlayıcı olmak”tır:

Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (A’raf Suresi, 199)

Bir başka ayette Allah, “... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nur Suresi, 22) şeklinde buyurmaktadır.

Kur’an ahlakından uzak yaşayan kimseler için affetmek son derece zordur. Çünkü yapılan bir hata karşısında hemen öfkeye kapılırlar. Ancak Allah müminlere affetmenin daha güzel bir davranış olduğunu bildirmiştir:

Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir... (Şûra Suresi, 40)

Kur’an’da “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.” (Şûra Suresi, 43) ayetiyle de affetmenin üstün bir ahlak özelliği olduğu haber verilmektedir. Dolayısıyla müminler affedici, merhametli, hoşgörülü davrananlar ve Kur’an’da bildirildiği gibi onlar, “öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir.” (Âl-i İmran Suresi, 134)

Müminlerin affedicilik anlayışları, Kur’an ahlakını yaşamayan kimselerinkinden çok farklıdır. Bazı kişiler, karşılarındaki kişiyi bağışladıklarını söyleseler de, bu kişilerin kalplerindeki kin ve kızgınlıktan kurtulmaları uzun sürer. Tavırları genellikle bu kızgınlığı yansıtacak şekildedir. Müminlerin affediciliği ise samimidir. Müminler insanın dünyada imtihan olan, hata yaparak öğrenen bir varlık olduğunu bildikleri için hoşgörülü ve şefkatlidirler. Ayrıca müminler, tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir durumda bile hiç tereddütsüz affedebilirler. Affetme konusunda, hataları, büyük ya da küçük olarak ayırmazlar. Bir kimse hatayla büyük bir kayba sebep olabilir. Ancak meydana gelen her olayın Allah’ın kontrolünde ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen müminler, bu tür bir olay karşısında tevekküllü davranır ve kişisel bir kızgınlık içerisine girmezler.

Yakın zamanda yapılan araştırmalarda Amerikalı bilim adamları, affetmesini bilen insanların hem ruhen hem de bedenen daha sağlıklı olduklarını belirlediler. Stanford Üniversitesi’nde Rehberlik ve Sağlık Psikolojisi alanında profesörlüğü olan Frederic Luskin, Forgive for Good (İyilik için Affedin) adlı kitabının tanıtımında affetme ile ilgili olarak “Sağlık ve Mutluluk için Kanıtlanmış Bir Reçete” ifadelerine yer vermiştir. Bu kitapta affetmenin kızgınlık, acı, depresyon ve stresi azaltarak, umut, sabır ve kendine güven gibi olumlu ruh hallerinin yaşanmasını sağladığı anlatılmaktadır. Dr. Luskin’e göre, uzun süreli kızgınlık yaşanması insanların fiziksel sağlığı üzerinde de gözlemlenebilir olumsuz etkiler oluşturmaktadır. Dr. Luskin konu ile ilgili şunları ifade etmiştir:

Uzun süreli veya devam eden öfkenin zararı, vücut içindeki termostatı sıfırlamasıdır. Eğer düzenli olarak düşük seviyede öfkeye kendinizi alıştırırsanız, neyin normal olduğunu ayırt edemezsiniz. İnsanların alışkanlığa çevirebileceği bir tür adrenalin hücumuna yol açabilir. Vücudu yakar ve sağlıklı düşünmeyi zorlaştırır, bu da durumu daha kötü bir hale getirir. (http://www.almanacnews.com/morgue/1999/1999_06_09.forgive.html; Jennifer Desai, Almanac, 9 Haziran 1999.)

9 Ağustos 2005 Salı

"Demesinler" kuralı

Cahiliye toplumundaki insanların bir bölümü hayatlarını “demesinler” mantığı üzerine kurarlar. Bu kişilerin hayatlarındaki tek ölçü, insanların düşüncelerini olumlu yönde etkileyebilmektir. Burada da kimi insanların Yaratıcımızın hoşnutluğunu, dünyada bulunuş amaçlarını unutup, yaratılmışların rızasını ana hedef edinmiş olmaları söz konusudur.

Bu zihniyetteki bir insan, çevresindekiler “bir arabası bile yok, kendine ait bir evi bile yok” demesinler diye çok fazla çalışır. Yaşadığı toplumda makbul görülen mal-mülk neler ise onları elde etmek için adeta tüm hayatını bu işe adar.

Eğer söz konusu kişi bir iş yeri sahibiyse, bu sefer de çevresine karşı otoriter görünmeye çalışır. Diğer insanlar, “emri altındakilere bile söz geçiremiyor” demesinler diye iş yerindeki çalışanlara karşı sert bir kişilik gösterir.

Bir başkası ise arkadaşları kendisi için “hiç titiz değil, üstelik beceriksiz” demesinler diye başka zamanlarda temizliğine dikkat etmediği evini, onlar her geldiğinde çok detaylı temizler. Çeşit çeşit yemekler yapar. Ama arkadaşlarının görmeyeceği ortamlarda bunlara hiç dikkat etmez.

Veya bir insan çevresindekiler kendisine “cahil, hiç kültürü yok” demesinler, kendi aralarına alsınlar diye kütüphanesini okumadığı ve okumaya niyetli olmadığı sayısız kitapla doldurur. Ya da yaz tatiline gittiğinde sırf insanlar onun için “onu hiç kitap okurken görmedik” demesinler diye eline kitap alır, okur gibi yapar.

İnsanlara tapınma dininin mensubu olan bir kişi, kendini, içinde yaşadığı sosyal çevrenin kurallarına uymak zorunda hissettiğinden onların ilgilendikleri konularla da ilgileniyormuş gibi yapar. Örneğin sosyetik bir çevrenin içinde ise pek hoşlanmadığı halde verilmiş bir ev ödevi gibi resim sergilerine gider, müzayedelere katılır, araba yarışlarını seyreder, piyano çalmayı öğrenir. Sadece bu insanlar onu kendi aralarına alsınlar, dışlamasınlar ve kendisi ile ilgili olarak, “çevremize uymuyor, aykırı ve uyumsuz bir insan, sonradan görme, onu sevmiyoruz” demesinler diye kendini gerçekte hoşlanmadığı faaliyetlerde bulunmaya zorlar. (Elbette bunları zevk alarak yapıyorsa bunda yanlış bir yön yoktur; burada kastedilen kişinin samimiyetsizce, yapmacık bir tavırla hoşnut olmadığı halde zevk alıyor görünmesi ve kendini hoşlanmasa da bunları yapmaya mecbur hissetmesidir.)

Bu sayılanlar cahiliye toplumlarında yaşanan binlerce örnekten sadece birkaçıdır. Kur’an ahlakını yaşamayan her toplumda, her çevrede, her şehirde, her okulda bu örneklerin farklı çeşitlerine rastlamak mümkündür. Bu mecburiyet hissi sonucunda insan kendini birbirleriyle uyumları olmayan, birbirleriyle geçinemeyen sayısız insanın ve kuralın içinde bulur. Kendisini bir çıkış yolu olmayan, kabusa benzer bir hayatın içinde yaşamaya mahkum eder. Üstelik uyması gereken kurallar kendi içinde de son derece çelişkilidir. İnsanların fikir ve istekleri genellikle bir diğerininkiyle aynı olmaz. Çünkü ortada, bu insanların fikirlerini ortak bir noktada birleştirecek, tüm insanların fıtratlarına cevap verecek akılcı bir kural yoktur. Bu nedenle de insanlara tapınma dinine uymak için çaba gösteren bir insan hiçbir zaman istediğini elde edemez, ve çevresindeki herkesin hoşnutluğunu aynı anda kazanamaz. Birini memnun edecek bir şeyi yaptığında, bu, diğerinin hoşnutsuzluğuna neden olabilir. Kısacası bu batıl dinin insan hayatına getirdiği sistem tam bir kısır döngüdür.

Oysa Allah rızasına uyan insanlar bu tür karmaşık durumlarla muhatap olmazlar. Amaçları yalnızca Allah’ı razı etmek olduğu için böyle zorluklar altına girmezler. Allah insanlardan kendi fıtratlarına tam anlamıyla uygun bir hayat yaşamalarını ister. Rabbimiz birbirleriyle uyum içinde yaşayacakları, dünyada da ahirette de huzur bulacakları hayata yönlendirecek bir rehber olarak Kur’an’ı göndermiştir. Kur’an ahlakını yaşayanlar, yalnızca Allah’a yönelmenin sınırsız özgürlüğüne sahip olurlar. Hayatlarında karmaşaya, kararsızlığa, çelişkiye yer yoktur. Her zaman vicdanları ile doğruyu anlar ve en güzel davranışlarda bulunmaya gayret ederler. Bundan dolayı da manen tatmin bulmuş, huzurlu, mutlu ve daima olumlu bir ruh haline sahip olurlar.

2 Ağustos 2005 Salı

Kur'an'ın taklit edilemezliği

Kur’an edebi yönden hayranlık uyandırıcı, benzersiz bir üsluba sahiptir. Öncelikle belirtilmesi gereken Kur’an’ın her çağdan, her türlü insan grubuna hitap eden bir anlatıma sahip olmasıdır. Okuyan kişinin bilgi ve kültür seviyesi ne olursa olsun Kur’an herkesin anlayabileceği gibi açık, anlaşılır bir dile sahiptir. Bir ayette Allah Kur’an hakkında şöyle bildirir:

Andolsun Biz Kur’an’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık... (Kamer Suresi, 22)

Kur’an’da bu kadar kolay anlaşılır bir üslup olmasına rağmen, hiçbir yönden Kur’an’ın taklidi mümkün olmamıştır. Allah’ın Kur’an’ın benzersizliğine dikkat çektiği ayetlerden bir kısmı şöyledir:

Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’an)’den şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sûre getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın. (Bakara Suresi, 23)

Yoksa: “Bunu kendisi yalan olarak uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Bunun benzeri olan bir sûre getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi çağırın.” (Yunus Suresi, 38)

Kur’an’ın mucize kelimesi ile nitelendirilmesinin sebeplerinden biri, yukarıdaki ayetlerde vurgulandığı gibi insan çabası ile bir benzerinin yazılamamasından kaynaklanır. İşte bu imkansızlık ne kadar büyük olursa, mucize de o denli büyüktür. Dolayısıyla Kur’an’ın üslubunun yüzyıllardır milyarlarca insan arasından, tek bir kişi tarafından bile taklit edilemez oluşu, mucizevi yönünün ispatlarından biridir. F. F. Arbuthnot, The Construction of the Bible and the Koran (İncil ve Kur’an’ın Yapısı) adlı kitabında, Kur’an hakkında şu yorumda bulunmuştur:

Edebi bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Kur’an yarı şiirsel yarı düz yazı olarak yazılmış en saf Arapçaya örnektir. Dilbilimcilerin bazı durumlarda Kur’an’da kullanılan belirli kalıp ve ifadelerle uyuşacak kurallar kullandıkları ve Kur’an’a eş bir çalışma üretmek için birçok denemede bulunmalarına rağmen, henüz hiçbirinin bu konuda başarılı olmadıkları bildirilmiştir. (1. [F. F. Arbuthnot, The Construction of the Bible and the Koran, London, 1985, s. 5.]; http://www.islamweb.net/english/quran/miracalous/miracalous1.htm

2. Dr. Adel M. A. Abbas, Anne P. Fretwell, Science Miracles, No Sticks or Snakes, Amana Publications, Beltsville, Maryland, ABD, 2000, s. 13.)

Kur’an’ın anlatımında kullanılan kelimeler hem anlam bakımından, hem de üslubun akıcılığı ve etkisi bakımından son derece özeldir. Ancak Kur’an’ın Allah’ın emir ve yasaklarını bildirdiği kutsal bir kitap olduğuna iman etmek istemeyenler, çeşitli bahaneler öne sürerek inkara yönelmişlerdir. Allah iman etmeyenlerin Kur’an hakkındaki nitelemelerine karşı aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirir:

Biz ona (peygambere) şiir öğretmedik; (bu,) ona yakışmaz da. O (kendisine indirilen Kitap), yalnızca bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Kur’an,) Diri olanları uyarıp korkutmak ve kafirlerin üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir). (Yasin Suresi, 69-70)