30 Aralık 2008 Salı

Olumsuz telkinin insan üzerindeki etkileri

Cahiliyede insanlar olumlu ya da olumsuz, her türlü telkine açık olurlar. Birçok kişiyi olumlu telkinle iyiye yöneltmek mümkün olduğu gibi, aynı kolaylıkla kötülüğe yöneltmek de mümkündür. Bunun sebebi, insanların düşünmekten kaçınmalarıdır. Düşünmeyen bir insanın kendisine ait bir fikri, inancı, doğruluk anlayışı olmaz. Bu nedenle herkese inanabilir, telkinlerine kolaylıkla uyum sağlayabilir. Hırsızla hırsızlık yapabilir, kumarbazla kumar oynayabilir veya alkole düşkün bir insanla alkole eğilim gösterebilir. İnsanların çevrelerindeki insanların etkisiyle kötü alışkanlıklar edinmeleri, kanunsuz işlere yönelmeleri ve ahlaki değişim göstermeleri halk arasında genelde doğal karşılanmaktadır. Bu insanlar çevrelerindeki kişilerin hayat tarzına uyum sağlar ve içinde bulundukları ortamda insanlar nasıl bir tavır içindeyse hemen bu tavrı benimserler.

İnsanların bir kısmı dini de bu şekilde yaşamaya çalışırlar. Allah'a inandığı için değil, çevresindeki insanlar öyle istiyorlar diye dinin bazı hükümlerini uygularlar. Bu nedenle din ahlakının gereklerini terk etmeleri de çok kolay olur. Bu insanlar telkinle dini yaşayabildikleri gibi, telkinle kolaylıkla dinsiz de olabilirler. Nitekim halk arasında dini sadece içinde yaşadığı çevreye uyum sağlamak için yaşayan çok fazla insan vardır. Kur'an ayetlerine baktığımızda, peygamberlerin yaşadığı toplumlarda da bu çarpık anlayışa sahip insanların çoğunlukta olduğu görülür. Hz. Musa'nın kavmi, insanlar arasında bu özelliğin ne kadar yaygın olduğunu anlamak bakımından çok açık bir örnektir.

Musa peygamber Allah'a ibadet etmek için kavminden bir süreliğine ayrıldığı bir sırada, halkının neredeyse tamamı dini terk etmiştir. Hz. Musa kendilerine Allah'ın varlığını anlattığında iman ettiklerini söyleyen ve dinin hükümlerini yerine getiren bu insanlar, O'nun yokluğunda kendilerine putperestlik teklifinde bulunan ilk insana ayak uydurmuşlardır. Allah'a inandıklarını ve iman ettiklerini söylerken, kısa bir süre içinde altından yapılmış bir buzağı heykeline tapınacak kadar sapkınlaşabilmişlerdir. Bu konudaki ayetlerde, Hz. Musa'nın kavminin yaptıkları bize şu şekilde aktarılmaktadır: Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı? Andolsun, Harun bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti. Demişlerdi ki: "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız. (Taha Suresi, 88-91)

Dini Allah'a iman ettikleri için değil, çevrelerine uyum göstermek için yaşayan insanların bazı önemli özellikleri vardır. Bunlardan biri de ibadetlerini çok kolay terk edebilmeleridir. Bu insanlar ibadetlerini ancak çevrelerindeki insanlar kendilerini gördükleri sürece yerine getirirler. Ancak içinde bulundukları ortam değiştiğinde namazı hemen terk edebilirler. Örneğin kimsenin namaz kılmadığı bir tatil köyünde, bir kişinin telkiniyle tüm ibadetlerinden vazgeçebilirler.

Oysa iman sahibi bir mümin inkar edenlerin din aleyhindeki her türlü telkinlerine karşı kapalıdır. Hiç kimsenin sözüyle, ikna edici konuşmasıyla dinin hükümlerinden taviz vermezler. Çevrelerinde Allah'a inanan hiç kimse olmasa da tek başlarına din ahlakını yaşar, ibadetlerini yerine getirirler. Nitekim Allah'ın insanlara uyarıcı ve korkutucu olarak yolladığı peygamberler de çevrelerindeki insanlardan destek görmemelerine rağmen dinlerinden asla taviz vermemişlerdir. Tek başlarına dahi olsalar Allah'ın dinini anlatmaya devam etmiş, Allah'a gönülden iman etmiş ve ibadetlerini en mükemmel şekliyle yerine getirmişlerdir. Gerçek imanda ise insanın Allah'la arasında çok özel bir bağ vardır. Kişi Allah'ın varlığını tüm kalbiyle, vicdanıyla ve aklıyla kabul eder. Allah'ın, ahiretin, cennet ve cehennemin varlığı konusunda zihninde sonsuz sayıda delil vardır. Namaz kılmasının, oruç tutmasının, müminlerle beraber olmasının sebebi Allah'ın varlığından, sonsuz güç ve kudretinden kesin olarak emin olmasıdır. Yaptığı herşeyi Allah istediği için ve Allah'a inandığı için severek, isteyerek yapar. Tüm amacı Allah'ın razı olduğu gibi bir kul olmak, samimi imanıyla Allah'ın rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Böyle bir kişiyi inancından döndürmek, telkin yoluyla ahlaksızlığa çekmek, Allah'ı anmasını engellemek veya Kur'an'a muhalif bir hareket yapmasını sağlamak kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o insanlara göre değil, Allah'a ve Kur'an'a göre bir hayat sürmektedir. Şiddetli Allah korkusu, onu tüm kötülüklerden uzak tutmaktadır. Çünkü onun imani taklidi değil, hakiki bir imandır.

23 Aralık 2008 Salı

Gözardı edilen bir hastalık Değişken ruh hali

Bazı insanlar, hayatı kendi belirledikleri kurallar doğrultusunda yaşarlar. Bu kişiler, nefislerinin o anki istekleri doğrultusunda, kolaylıkla bu kurallarından tavizler verebilmektedirler. Çünkü hayatlarına yön veren, kişiliklerinde süreklilik göstermelerini sağlayan bir yol göstericileri yoktur. Bundan dolayı da kişilikleri çoğu zaman değişkenlik gösterebilmektedir. Örneğin beş dakika öncesine kadar oldukça sakin olan kişinin kapıları çarpması, taşkınlık dolu hareketler yaparak çevresindeki insanlara çıkışması, bağırıp çağırması ya da biraz önce mutlu olduğunu ifade ederken birden ağlamaya başlaması bu kişilerin en belirgin kişilik özellikleridir.

Tüm iman sahipleri tarafından şiddetle kaçınılması gereken bu davranış bozukluğunun temel kaynağı ise, kişinin davranışlarını, konuşmalarını, düşüncelerini ve olaylara yaklaşımını Kur'an ahlakına göre şekillendirmemesidir.

*** Yüce Allah Kur'an'da nefislerin bencil tutkulara yatkın olarak yaratıldığını bildirmektedir. İnsan eğer nefsinin kendisini yönlendirmesine izin verecek olursa, tüm tavırları bu doğrultuda şekillenecektir. Bu bencil tutkular ise; insanın sabit, tutarlı ve dengeli bir kişilik sergilemesini engelleyecektir. İnsan nefsinin telkinleri sonucunda bir anda öfkelenebilecek, duygusallaşabilecek, küsüp darılabilecek, kıskançlık hissine kapılabilecek ve bunlara bağlı olarak da ani kararlar alabilecektir. Dolayısıyla kişiliği, çevresindeki insanlar için her zaman bir sürpriz olacaktır. Bir anı bir diğer anına uymayacaktır. Her an ruh hali, düşünceleri, kararları ve bakış açısı değişebilecektir. Böyle bir insan ise, tutarsız ve dengesiz davranışlarıyla her zaman için çevresindeki insanlar üzerinde tedirginlik ve güvensizlik hissi oluşturacaktır.

Oysa Müslümanın rehberi Kur'an'dır. Allah Kur'an'da nefsin kişiyi daima kötülüğe çağıracağı ve şeytanın da insanı tutarsızlığa, akılsızca ve hırslarının, tutkularının gerektirdiği şekilde hareket etmeye zorlayacağı konusunda insanları uyarmıştır. Tüm bunlara karşılık, kendisine Kur'an'ı rehber edinen insanların ise, ideal bir kişilik kazanacaklarını, hem dünyada hem ahirette üstün konuma geleceklerini müjdelemiştir. İman eden kişi, Allah'ın gösterdiği yola uyması sebebiyle bu güçlü ve üstün kişiliği kazanmıştır. Rehberi Kur'an olduğu için olaylar karşısında göstereceği tavırlar, vereceği tepkiler hep İslam ahlakına göre olur. Bu da ona itidalli ve dengeli bir kişilik kazandırır. Nasıl hareket edeceği, olayları hangi bakış açısıyla, nasıl bir mantık örgüsüyle değerlendireceği çevresindekiler için hiçbir zaman sürpriz olmaz. Aklı, vicdanı, tavırları, konuşmaları hep Kur'an ahlakının getirdiği istikrarı yansıtır. Bundan dolayı da güvenilir bir karaktere sahiptir.

Duygusallık, din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda çok olumsuz bir tavır olarak algılanmaz. Hatta duygusallığın aslında her insanın karakterinde az çok olması gereken önemli bir özellik olduğuna inanılır. Bu düşünceye göre duygusallığın neden olduğu tavırlar, yaşanması gereken insani duygulardır. Bu nedenle duygusallıktan kaynaklanan "alınma, yakınma, darılma, ağlama, içine kapanma, durgunluk, kıskançlık, kızgınlık" gibi tavır bozukluklarının, "insanın içinden gelen duygular" olduğu öne sürülerek olabildiğince teşvik edilir. Oysa bu kanaat tümüyle yanlıştır.

Kur'an ahlakına göre yaşamayan toplumlarda yaygın olarak yaşanan duygusallık, insanın zayıf bir kişilik göstermesine neden olur. Kişi olaylar karşısında, duygularının kendisini yönlendirmesiyle hareket ettiği için akılcılıktan büyük ölçüde uzaklaşır. Mantıklı ve doğru düşünemeyecek, isabetli çıkarımlar yapamayacak hale gelir. Bu da kişinin değişken bir ruh haline sahip olmasına, kendisine ve çevresine hem maddi hem de manevi olarak zarar vermesine neden olur. Mümin ise tüm hayatına ve kişiliğine Kur'an ahlakı hakim olduğu için, nefsin bu özelliği ve ona karşı nasıl bir mücadele verilmesi gerektiği konusunda en doğru bilgilere sahiptir. Duygusallığın, insanın aklını perdelediğini, doğru düşünebilmesini, gerçekleri olduğu gibi görebilmesini engellediğini, insanı zayıf, dirençsiz ve güçsüz hale getirdiğini bilir. Duygusallaşmak, üzüntüye kapılmak, ağlamak, söylenmek, öfkelenmek, kıskançlığa kapılmak gibi tavırların, iman sahibi bir insanın karakteriyle bağdaşmayacak özellikler olduğunun da şuurundadır. Çünkü tüm bu tavırlar, Allah'ın beğenmediği ve sakınılması gereken davranışlardır.

16 Aralık 2008 Salı

Müslümanlarda dünyevi korku ve endişeler yoktur

Allah inancına ve korkusuna sahip olmayan insan için tüm dünya kaos ve belirsizliklerden oluşur. Her şeyin tesadüfler sonucu geliştiğini, etrafında olup biten olayların da başıboş işlediğini sanır. Bu durumda hiçbir zaman gerçek bir emniyet ve huzur duygusu yaşayamaz. Çünkü her an başına bir şeyler gelebilir, onu üzecek, yıpratacak, zarar verecek olaylar gelişebilir. Gelecekle ilgili sayısız endişeleri ve korkuları vardır. Örneğin amansız bir hastalığa yakalanabilir, tüm parasını kaybedebilir. Tüm bu muhtemel olayları kontrolsüz zannettiği için her birinden ayrı ayrı endişe ve tedirginlik duyar. Her birini kendi kontrolü altına almanın mümkün olmadığını da bildiği için büyük bir çaresizlik içine düşer. Etrafında, onu alt etmeye çalışacak sayısız rakipleri vardır. Bunlarla başa çıkabilmesi mümkün değildir. Herşeyi tek tek hesaplamak zorundadır. Bu, ona tarifsiz bir gerilim ve stres yaşatır.

Oysa yalnızca Allah'tan korkan bir insan bu korkuların hiçbirini yaşamaz. Allah korkusu ve iman bu korkuların hepsini ortadan kaldırır. Her şeyin sahibinin ve yaratıcısının Allah olduğunu, olayların Allah'ın kontrolünde ve çizdiği kader doğrultusunda geliştiğini, kendisine inanıp güvenen kullarını Allah'ın koruyup kollayacağını bilmek iman eden bir insanı her türlü korku ve endişeden özgürlüğe kavuşturur. Bir ayette şöyle bildirilmektedir:

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?.. (Zümer Suresi, 29)

Allah'a iman etmeyen, dolayısıyla Allah'tan korkmayan insanlar milyonlarca farklı korku yaşarlar. Ancak bir tek Allah'tan korkmazlar. Allah'ın huzurunda hesaba çekilecekleri anı asla akıllarından geçirmez, ama işyerinde kendilerinden daha üst mevkideki bir insana, eşlerine, annelerine, babalarına verecekleri hesaptan titizlikle sakınırlar.

Gerçekte sadece Allah'a yöneltilmesi gereken korku hissi, O'nun yarattıklarına duyulduğunda bu korku kişinin tüm tavır ve davranışlarını da etkileyerek kendisini son derece aşağılık bir konuma sokar. Çünkü kendisinden gerçekten korkulmaya layık olan tek varlık Allah'tır. Mutlak gücün sahibi O'dur, herşey O'nun dilemesi ve kontrolü altındadır. Allah'ın bilgisi ve izni dışında hiçbir şey gerçekleşemez. O'nun dilemesi olmadıkça hiçbir şey insana zarar veremez. Dolayısıyla Allah'tan başka korkup sakınılması gereken varlık yoktur.

Allah'ı bırakıp O'nun yarattıklarından medet umanlar, bu beklentilerinin karşılığını hiçbir zaman alamadıkları gibi, ömürleri aşağılanarak ve ezilerek geçer. Allah'a kul olmakta kibirlenen, büyüklenen bu insanlar aslında binlerce insanı razı etmeye çalışırlar. Allah iman edenlere kesinlikle insanlardan korkmamalarını, yalnızca kendisinden korkmalarını emretmiştir:

... Öyleyse insanlardan korkmayın, Ben'den korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın... (Maide Suresi, 44)

... Onlardan korkmayın, Ben'den korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz. (Bakara Suresi, 150)

İman edenler olumsuz ya da ters gibi görünen olaylarda hüzne kapılmazlar. Çünkü Allah, Kur'an'da her olayı salih kullarının hayrına yarattığını müjdelemiş, onlar için hüzün, sıkıntı ve korku olmayacağını haber vermiştir. Kur'an'da anlatılan bu gerçeği kalbine sindiren bir insan, dünya hayatında her ne olayla karşılaşırsa karşılaşsın, durumundan hoşnut olmayı ve bu olayın ardında gizlenen güzellikleri ve hikmetleri görebilmeyi başarır. İnsanın gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren karşılaştığı iyi ya da kötü gibi görünen her olayı Allah yaratmaktadır. Yaşam bir bütün olarak yeryüzünün tek hakimi olan Allah tarafından kontrol edilmektedir. Allah kusursuz, mükemmel, hikmetli ve en güzel şekilde yaratandır. İnsana düşen bu mükemmelliği görüp takdir etmektir.

25 Kasım 2008 Salı

Sevgi yalnızca Allah'a yöneltilir

İman eden bir kişi, bütün kalbiyle sevmesi, yakınlaşması, bağlanması gereken varlığın Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah onu yoktan var eden, bedenini, aklını, şuurunu, imanını ve sahip olduğu bütün herşeyi ona verendir. Dahası, Kendisi’ne iman ettiği ve itaat ettiği takdirde, onu, hem dünyada hem de ahirette çok büyük ve sonsuz bir nimetle, Katından bir sevgi ve hoşnutlukla müjdelemektedir. Bütün bunları da yalnızca Kendisi’nden bir rahmet ve lütuf olarak, karşılıksız bir şekilde vermektedir. O halde gerçek anlamda, herkesten çok sevilmeye, bağlanılmaya layık olan yalnızca Allah’tır.

Sevginin oluşmasındaki sebeplerden biri de sevilen kimsedeki üstün ve güzel özelliklere karşı duyulan ilgi ve hayranlıktır. Bu ilgi ve hayranlık karşı taraftan da karşılık gördüğünde aradaki ilişki kuvvetli bir sevgi bağına dönüşür. Ancak burada önemli olan nokta, üstünlük ve güzelliğin gerçek sahibini bulmak ve ilgi, sevgi ve hayranlık hislerini ona yöneltmektir. O da yine, bütün güzelliklerin, üstün ve yüce sıfatların kaynağı, sahibi olan Allah’tır. Yaratılmışların sahibiymiş gibi göründükleri üstün sıfatlar ise, yalnızca Allah’ın sonsuz sıfatlarının çok küçük birer yansımasıdırlar ve gerçekte Allah’a aittirler. Allah’ın kulları üzerinde tecelli etmekte, yani görünmektedirler. Bütün bunlardan dolayı sevgi ancak Allah’ın Zatına duyulur. İnsanın bir kimseyi veya bir eşyayı, Allah’tan bağımsız, müstakil bir varlık olarak görüp de Allah’ı sever gibi sevmesi ise, onun şirk koştuğunun en belirgin alametlerinden birisidir.

Elbette ki sevgi duymak yanlış değildir, yanlış olan Allah’ı tamamen unutup, adeta bir tutkuyla, ihtirasla karşı tarafa bağlanmaktır. Ya da o insan için Allah’ın rızasını ve hoşnut olacağı şeyleri terk etmektir. Oysa imani gözle bakıldığında insanların sahip oldukları tüm güzelliklerin asıl sahibinin Allah olduğu anlaşılır. Bunu fark eden insan doğal olarak Allah’a yönelir, karşısındaki insanı severken aslında Allah’ı sevdiğinin bilincindedir. Sadece Allah’ı ilah edinen bir kimsenin başka bir şeyi, başka bir kimseyi Allah kadar ya da O’ndan daha fazla sevmesi söz konusu olamaz. Bunun aksine bir tutum takınan müşrikler ise ayette şöyle tarif edilir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)

Müminin sevgisi berrak, nurlu, kalpte ferahlık oluşturan bir sevgidir. Çünkü sevgisinin gerçek muhatabı Allah’tır. Karşısındaki varlığı dünyada Allah’ın tecellilerini barındırdığı için sever. Bu yüzden de, sevdiği bir kimse veya varlık ölünce veya sevdiği bir eşya kaybolunca, kendisinden alınınca mümin üzülmez, bir mahrumiyet ya da ayrılık acısı çekmez. Çünkü sevdiği varlıktaki maddi ve manevi bütün güzelliklerin, tecellilerin gerçek sahibi Allah’tır. Allah ebedi ve ezelidir. Hepsinden önemlisi kendisine şah damarından daha yakındır. Yalnızca kendisini imtihan etmek için geçici olarak bazı tecellilerini geri almıştır. İmanını ve bu anlayışını sürdürdüğü sürece dilerse bu dünyada dilerse ahirette sonsuza dek kendisine çok daha yoğun olarak pek çok güzel sıfatıyla tecelli edecektir. İşte bu sırrı kavradığı ve katıksız gerçek imana kavuştuğu için mümine üzüntü ve acı verecek, onu duygusallığa düşürecek hiçbir durum söz konusu değildir. Bir ayette iman edenlerin bu ruh hali şöyle tarif edilir:

Şüphesiz: “Bizim Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)

11 Kasım 2008 Salı

Müslüman, nasıl bir Allah inancına sahiptir?

Allah'tan başka bir ilah olmadığını,
Her şeyi yaratanın ancak Allah olduğunu,
Her işi evirip çevirenin Allah olduğunu,
Tüm kalplerin ancak Allah'ın kontrolünde olduğunu,
Allah'ın her şeyi sarıp kuşatan oluğunu,
Kaderi belirleyen olduğunu,
Her şeye gücü yeten ve dilediğini yapan olduğunu,
Her şeyden haberdar olduğunu ve her şeyi işitip gördüğünü,
Her şeyin üzerinde gözetici ve koruyucu olduğunu,
Gaybı bildiğini,
Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını ve bütün eksikliklerden uzak olduğunu,
Doğurmamış ve doğurulmamış olduğunu,
Şaşırmayan ve unutmayan olduğunu,
Mülkün tek sahibi olduğunu,
Her şeyin tek varisi olduğunu,
Daima diri olduğunu,
İzzet ve şerefin tek sahibi olduğunu,
Daima üstün ve galip gelen olduğunu,
En güzel isimlerin sahibi olduğunu,
Hüküm ve hikmet sahibi olduğunu,
Kullarına şahdamarlarından daha yakın olduğunu,
Kullarının kalplerinden geçirdikleri en ufak şeyi dahi bildiğini,
Allah'ın gizlinin gizlisini bilen olduğunu,
Sonsuz adaletli olduğunu,
Merhametlilerin en merhametlisi olduğunu,
Kullarına karşı çok bağışlayıcı olduğunu,
Kullarını çok seven olduğunu,
Tevbeleri kabul eden olduğunu,
Samimi duaya karşılık veren olduğunu,
İyiliğin ve şükrün karşılığını fazlasıyla veren olduğunu,
İnsana her şeyi öğreten olduğunu,
Uyarıp korkutan olduğunu,
Ölüleri dirilten ve hesap gününü yaratan olduğunu,
Dinine yardım edenlere dünyada ve ahirette yardım edeceğini,
Vaadinin hak olduğunu,
İnkarcılar için cehennemi ve müminler için de cenneti yaratan olduğunu bilen bir Allah inancına sahiptir.
İmanı, yalnızca Allah korkusuna ve Allah sevgisine dayalıdır.
Yalnızca Allah'a ibadet eder.
Allah'ı herşeyin üzerinde tutar.
Allah'tan başka ilah aramaz.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaz.
Herşeyin Allah'tan olduğunu bilir.
Hayatının her anında asıl hedefini, 'Allah'ın rızasını kazanmak' olarak belirler.
Allah'ın her zaman onun yanında olup, yaptıklarını gördüğünü bilir.
Tüm hayatını Allah için yaşar.
Allah'ın sınırlarını titizlikle korur.
Allah'ın karşısında acizliğini çok iyi bilir.
Allah'ın ayetlerine gönülden boyun eğici bir tavır gösterir.
Sadece Allah'a güvenip dayanır.
Yardımın ancak Allah'tan olduğunu kavramıştır.
Kuran'a kuvvetle bağlıdır ve daima Allah'ı anar.
Allah'a asla nankörlük etmez.
Kıyamet gününe ve ahiretin varlığına kesin bir bilgiyle inanır.
Dünya hayatına aldanmaz.
Gelecek endişesi yoktur.
Her işte bir hayır olduğunu her an hisseder.
Her işte Allah'a yönelip döner.
Sahip olunan tüm özelliklerin Allah'tan olduğunu asla unutmaz.
Allah'a, hükümlerine ve elçilerine gönülden itaat eder.
Şeytanın etkisine girmez.
Her an vicdanının sesiyle hareket eder.
Katıksız, sadece Allah'a yönelmiş bir ruh hali içindedir.
Sadece Allah'ı ve inananları dost edinir.
Allah'a yakınlaşmak için çok şiddetli bir çaba harcar.
Allah'a her an şükredici olur.
Gizli ve açık infak eder.
Her güçlüğe sabrederek, kesinlikle yılmayan bir kararlılık gösterir.
Üstün bir ahlaka sahiptir.
Gösterdiği mümin alametlerinde süreklilik sağlar.
Takvada yarışıp öne geçer.

Milli Gazete

4 Kasım 2008 Salı

İnsan bedeninin büyümesi bir yaratılış mucizesidir

Bir bebeğin yavaş yavaş büyüyerek bir çocuğa, ardından bir gence, bir yetişkine ve bir yaşlı insana dönüşmesi çok olağanüstü bir yaratılış harikasıdır. Yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık olarak 16'da biri kadardır. Bir yaşını dolduran bir bebek, doğduğu güne oranla yaklaşık olarak iki kat daha ağır, %50 daha uzundur. 1 yıl içinde olağanüstü bir hızla kilo alır, uzar ve vücudu orantılı bir şekilde büyür. Yaklaşık 3 kg ağırlığında 50 cm boyunda yeni doğan bebeğin, yirmi-yirmi beş sene içinde 80 kg ağırlığında 1.80 m uzunluğunda yetişkin bir insan olmasını sağlayan nedir? Bu sorunun cevabı, hipofiz bezinden salgılanan mucize bir molekülde, büyüme hormonunda saklıdır.

Küçük bir bebeğin yetişkin bir insan olması için büyümesi gerekir. Büyüme işlemi de iki farklı şekilde gerçekleşir. Bazı hücreler hacimlerini artırırlar. Bazı hücreler de bölünerek çoğalırlar. İşte bu iki işlemi de sağlayan ve yöneten büyüme hormonudur.

Büyüme hormonu hipofiz bezinden salgılanır ve bütün vücut hücrelerine etki eder. Her hücre hipofiz bezinden kendisine gelen mesajın anlamını bilir. Eğer büyümesi gerekiyorsa büyür, bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır.

Örneğin yeni doğmuş bir bebeğin kalbindeki toplam hücre sayısı yetişkin kalbindekilerle aynıdır. Büyüme hormonu gelişme döneminde kalp hücrelerine teker teker etki eder. Her hücre, büyüme hormonunun kendisine emrettiği kadar gelişme gösterir. Böylece kalp de büyüyerek yetişkin bir insan kalbi haline gelir.

Sinir hücrelerinin çoğalması da bebek henüz anne karnındayken, 6. ayın sonunda biter. Bu aşamadan doğuma ve doğumdan yetişkinliğe kadar olan devrede sinir hücrelerinin sayıları sabit kalır. Büyüme hormonu sinir hücrelerine de hacimsel olarak büyümelerini emreder. Böylece sinir sistemi büyüme çağının bitimiyle beraber son halini alır.

Vücutta bulunan diğer hücreler –örneğin kas ve kemik hücreleri- gelişme dönemi boyunca bölünerek çoğalırlar. Bu hücrelere ne kadar bölünmeleri gerektiğini bildiren yine büyüme hormonudur.

Bu durumda şu soruyu sormamız gerekir:
Hipofiz bezi nasıl olur da hücrelerin bölünmesi veya büyümesi için gerekli olan formülü bilir? Bu, son derece mucizevi bir olaydır. Çünkü nohut büyüklüğünde bir et parçası, vücutta bulunan bütün hücrelere hükmetmekte ve bu hücrelerin hacim olarak genişleyerek veya bölünerek büyümelerini sağlamaktadır. Sorulması gereken bir başka soru da şudur: Bu et parçasına bu görevi kim vermiştir? Bu hücreler niçin bir ömür boyu, diğer hücrelere bölünmelerini emreden bir mesaj göndermektedir?

İşte bu aşamada Allah'ın yaratmasındaki kusursuzluk ve mükemmellik bir kez daha ortaya çıkar. Küçücük bir bölgede bulunan hücreler, trilyonlarca hücrenin bir düzen içinde bölünmelerini ve büyümelerini sağlamaktadır. Oysa bu hücrelerin insan bedenini dışarıdan görmelerine, bedenin ne kadar büyümesi ve ne aşamaya geldiğinde durması gerektiğini bilmelerine imkan yoktur. Bu şuursuz hücreler, vücudun karanlıkları içinde, ne yaptıklarını dahi bilmeden büyüme hormonu üretmekte ve üretimi durdurmaları gerektiği zaman da durmaktadırlar. Öyle kusursuz bir sistem yaratılmıştır ki, büyümenin ve bu hormonun salgılanmasının her aşaması kontrol altındadır.

Büyüme hormonunun bazı hücrelere hacim olarak büyümelerini, bazı hücrelere de bölünerek çoğalmalarını emretmesi ise ayrı bir mucizedir. Çünkü her iki hücreye ulaşan hormon birbirinin kopyasıdır. Ancak emri alan hücrenin genetik şifresine ne şekilde hareket etmesi gerektiği yazılmıştır. Büyüme hormonu büyüme emrini verir. Bunun ne şekilde yapılacağı o hücrenin içinde yazılıdır. Bu da insan vücudunun her noktasının yaratılışındaki kudret ve ihtişamı bir kez daha ispatlar.

Burada çok önemli bir detay daha vardır: Büyüme hormonunun bütün vücut hücreleri üzerinde etkili olması da son derece büyük bir mucizedir. Eğer bazı hücreler büyüme hormonuna itaat ederken, bazı hücreler de bu hormona isyan etseler sonuç felaket olur. Örneğin kalp hücreleri büyüme hormonunun emrettiği şekilde büyürken, göğüs kafesi hücreleri çoğalmayı ve büyümeyi reddederlerse ne olur? Büyüyen kalp küçük kalan göğüs kafesi içinde sıkışır ve sonuç ölüm olurdu.

Bütün bu muazzam dengelerin zaman içinde, tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek bilimsel gerçeklerle ve akılla çelişmektedir. Çünkü dengedeki tek bir eksiklik, bütün sistemin yok olması anlamına gelir. Bir canlının yaşamını devam ettirebilmesi için tüm sistem ve organların aynı anda var olmaları gerekmektedir. Büyüme hormonu hakkında buraya kadar anlatılan bütün detaylar ve birbiri içine geçmiş bu hassas dengeler tek bir gerçeği göstermektedir: İnsan tek bir seferde, kusursuz bir şekilde yaratılmıştır. Allah, yaratışındaki üstünlük için Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)


Milli Gazete

28 Ekim 2008 Salı

Bedenimizdeki mucizevi sistemleri düşünün

İnsan bedenini oluşturan 100 trilyon hücre şuur sahibi olmayan moleküller tarafından teker teker kontrol edilmektedirler. Bu şuursuz varlıklar hücreler üzerinde tam hakimiyet kurarlar. Hücreler arasında muazzam şekilde işleyen bir iletişim ağı vardır. Birbirinden çok uzakta bulunan, gözü kulağı olmayan hücreler birbirleri ile haberleşebilirler. Bu muazzam sistemi elbette şuursuz moleküller oluşturmamıştır. Bu yapı sonsuz akıl sahibi Allah’ın yaratma sanatının çarpıcı örneklerinden birisidir.

Bedenimizde her saniye çok fazla sayıda mucize meydana gelmektedir. İnsanın hiç düşünmeden kolaylıkla yerine getirdiği hareketleri gerçekleştiren hücreler, hareketin basitliği ile ters orantılı olarak son derece akılcı davranışlar sergilerler. Örneğin siz yolda yürürken kanınızda bulunan şeker miktarı defalarca hesaplanır. Şeker miktarının dengelenmesi için binlerce hücreniz ayrı ayrı çalışır.
Bazen kemiklerinizden kana kalsiyum verilmesi sağlanır. Bazen de tam tersi yapılır ve kanınızda bulunan fazla kalsiyum, kemiklerinizden kana geri karıştırılır. Ölen deri hücrelerinizin yerlerine yeni hücrelerin inşa edilmesi sağlanır. Bunun için bazı hücrelerin bölünerek çoğalmaları teşvik edilir. Beden ısınızın ayarlanması için trilyonlarca hücre birer mikro kalorifer gibi çalışır. Her hücrenin çalışma hızı tek tek denetlenir ve kontrol altına alınır. Kanınızda ne kadar sodyum bulunduğu da hücreler tarafından denetlenir ve bulunması gereken sodyum miktarı özel mekanizmalar sayesinde ayarlanır. Kan basıncınızın tehlikeli bir şekilde yükselmesini veya düşmesini engellemek için hücreler basınç ölçümleri yaparlar ve gerekli önlemleri almak için sürekli çalışırlar. Damarlarınızın etrafında bulunan kas hücreleri kimi zaman kasılarak damarları daraltır, kimi zaman gevşeyerek damarları genişletirler. Böbreklerinizde bulunan bazı hücreler idrar sıvısının içinden bazen su, bazen de sodyum moleküllerini alıp kana karıştırırlar...

Ve bunlara benzer binlerce işlem siz farkında bile olmadan gerçekleştirilir.

Vücudunuzun her noktası -sizin yaşamınızı devam ettirmek için- teker teker kontrol edilir, eksikler giderilir ve düzen sağlanır. Siz bedeninizin sadece yürüdüğünü sansanız da gerçekte bedeninizde aynı anda binlerce işlem yapılmaktadır.

İşte bu noktada insanın üzerine düşen önemli bir görev vardır: Düşünmek.

Çünkü göklerde ve yerde var olan herşey Allah'ın varlığının bir delilidir. Ve bu delilleri hakkıyla görebilmenin tek yolu düşünmektir.

Yaratılan varlıklar üzerinde düşünmek, akıl sahiplerinin Allah'a olan yakınlıklarını artırır, Allah'ın gücünü daha iyi takdir etmelerini sağlar ve Allah korkularının artmasına vesile olur. Göklerde ve yerde Allah'ın ayetlerinin (mucizelerinin) bulunduğu ve imanlı insanların bu ayetler karşısındaki tavırları, Kur'an'da şöyle bildirilmiştir;
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)

İnsanın hiçbir şeyden haberi yokken bedeninin derinliklerinde çalışan sistemler Allah'ın sergilediği muhteşem ayetlerinden biridir. Bu yüzden hücrelerinizde meydana gelen olaylara biyolojik ayrıntı olarak bakmak, şüphesiz büyük bir gaflet olacaktır.

İnsanın kendi bedeninde gerçekleşen bu mucizevi olaylar üzerinde düşünmesi, bu olayların nasıl meydana geldiği ve mevcut sistemlerin nasıl var olduğu üzerinde tefekkür etmesi şüphesiz insanın Allah'a olan yakınlığını daha da artacaktır.

İşleyişleri mucize olan sistemler hakkında düşünmenin bir başka önemli sonucu daha vardır. Bu sistemler üzerine düşünmek, Allah'ın varlığına karşı atılan büyük bir iftira olan "evrim teorisine" karşı insanı daha da bilinçlendirecektir. Birbiri içine geçmiş ve tek bir tanesi olmadan işlemeyen alt sistemlerden kurulu muhteşem bir yapı olan bedeniniz, evrim teorisinin iddiası olan tesadüf masalının geçersizliğini de gözler önüne sermektedir .

Allah’a iman eden her insanın yapması gereken şahit olduğu bu yaratılış mucizelerini elinden geldiği kadar diğer insanlarla paylaşmaktır. Müslümanlar Allah’ın sergilediği bu sanatı samimi, candan bir üslupla şevkle çevrelerindeki kişilere anlatırlar.


Milli Gazete

21 Ekim 2008 Salı

Değişken ruh halinin kaynağı din ahlakından uzak yaşamdır

Bazı insanlar, hayatı kendi belirledikleri kurallar doğrultusunda yaşarlar. Bu kişiler, nefislerinin o anki istekleri doğrultusunda, kolaylıkla bu kurallarından tavizler verebilmektedirler. Çünkü hayatlarına yön veren, kişiliklerinde süreklilik göstermelerini sağlayan ve mutlak olarak doğru olduğuna inandıkları bir yol göstericileri yoktur. Bundan dolayı da kişilikleri çoğu zaman değişkenlik gösterebilmektedir. Örneğin beş dakika öncesine kadar oldukça sakinken kişinin kapıları çarpması, taşkınlık dolu hareketler yaparak çevresindeki insanlara çıkışması, bağırıp çağırarak azarlaması ya da biraz önce mutlu olduğunu ifade ederken birden ağlamaya başlaması ve her şeye alınması bu kişilerin en belirgin özellikleridir.

Tüm iman sahipleri tarafından şiddetle kaçınılması gereken bu davranış bozukluğunun temel kaynağı ise, kişinin davranışlarını, konuşmalarını, hareketlerini, düşüncelerini ve olaylara yaklaşımını Kuran ahlakına göre şekillendirmemesidir.
Bu kişilerin dengeli bir kişilik sergileyememelerinin önündeki en büyük engel nefislerinin isteklerinin peşinden gitmeleridir. Yüce Allah Kuran'da nefislerin bencil tutkulara yatkın olarak yaratıldığını bildirmektedir. İnsan eğer nefsinin kendisini yönlendirmesine izin verecek olursa, tüm tavırları bu bencil tutkuları doğrultusunda şekillenecektir. Bu bencil tutkular ise; insanın sabit, tutarlı ve dengeli bir kişilik sergilemesini engelleyecektir. İnsan nefsinin telkinleri sonucunda bir anda öfkelenebilecek, duygusallaşabilecek, küsüp darılabilecek, kıskançlık hissine kapılabilecek ve bunlara bağlı olarak da ani kararlar alabilecektir. Dolayısıyla kişiliği, çevresindeki insanlar için her zaman bir sürpriz olacaktır. Bir anı bir diğer anına uymayacaktır. Her an ruh hali, düşünceleri, duyguları, kararları ve bakış açısı değişebilecektir. Böyle bir insan ise, tutarsız ve dengesiz davranışlarıyla her zaman için çevresindeki insanlar üzerinde tedirginlik ve güvensizlik hissi oluşturacaktır.
Bu kişilik yapısına, din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda sık olarak rastlamak mümkündür. Bu karakteri taşıyan insanlar, Kuran ahlakının kazandırdığı bakış açısından uzak oldukları için, kendi koydukları nefsani kuralların tüm hayatlarını yönlendirmesine izin verirler. Bu da onları akılcılıktan uzaklaştırır ve bazı dengesiz tavırlar içerisine sürükler. Böyle bir durumda Müslüman'ın rehberi ise Kuran'dır. Allah Kuran'da nefsin kişiyi daima kötülüğe çağıracağı ve şeytanın da insanı tutarsızlığa, akılsızca ve hırslarının, tutkularının gerektirdiği şekilde hareket etmeye zorlayacağı konusunda insanları uyarmıştır. Tüm bunlara karşılık, kendisine Kuran'ı rehber edinen, vicdanının sesi doğrultusunda hareket eden insanların ise, ideal bir kişilik kazanacaklarını, hem dünyada hem ahirette üstün konuma geleceklerini müjdelemiştir.
İman eden kişi, Allah'ın gösterdiği yola uyması sebebiyle bu güçlü ve üstün kişiliği kazanmıştır. Rehberi Kuran olduğu için olaylar karşında göstereceği tavırlar, vereceği tepkiler hep İslam ahlakına göre olur. Bu da ona itidalli ve dengeli bir kişilik kazandırır. Nasıl hareket edeceği, olayları hangi bakış açısıyla, nasıl bir mantık örgüsüyle değerlendireceği çevresindekiler için hiçbir zaman sürpriz olmaz. Aklı, vicdanı, tavırları, konuşmaları hep Kuran ahlakının getirdiği istikrarı yansıtır. Bundan dolayı da güvenilir bir karaktere sahiptir.

Değişken ruh halinin bir diğer nedeni ise duygularla hareket edilmesidir. Duygusallık, din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda çok olumsuz bir tavır olarak algılanmaz. Hatta duygusallığın aslında her insanın karakterinde az çok olması gereken önemli bir özellik olduğuna inanılır. Bu düşünceye göre duygusallığın neden olduğu tavırlar, yaşanması gereken insani duygulardır. Bu nedenle duygusallıktan kaynaklanan “alınma, yakınma, darılma, ağlama, içine kapanma, durgunluk, kıskançlık, kızgınlık” gibi tavır bozukluklarının, “insanın içinden gelen duygular” olduğu öne sürülerek olabildiğince teşvik edilir. Oysa bu kanaat tümüyle yanlıştır.

Kuran ahlakına göre yaşamayan toplumlarda yaygın olarak yaşanan duygusallık, insanın zayıf bir kişilik göstermesine neden olur. Kişi olaylar karşısında, duygularının kendisini yönlendirmesiyle hareket ettiği için akılcılıktan büyük ölçüde uzaklaşır. Mantıklı ve doğru düşünemeyecek, isabetli çıkarımlar yapamayacak hale gelir. Bu da kişinin değişken bir ruh haline sahip olmasına, kendisine ve çevresine hem maddi hem de manevi olarak zarar vermesine neden olur.
Mümin ise tüm hayatına ve kişiliğine Kuran ahlakı hakim olduğu için, nefsin bu özelliği ve ona karşı nasıl bir mücadele verilmesi gerektiği konusunda en doğru bilgilere sahiptir. Duygusallığın, insanın aklını perdelediğini, doğru düşünebilmesini, gerçekleri olduğu gibi görebilmesini engellediğini, insanı zayıf, dirençsiz ve güçsüz hale getirdiğini bilir. Ayrıca cahiliye ahlakının getirdiği bu zayıf karakterle özdeşleşen duygusallaşmak, üzüntüye kapılmak, ağlamak, söylenmek, öfkelenmek, kıskançlığa kapılmak, içine kapanmak gibi tavırların, iman sahibi bir
insanın karakteriyle bağdaşmayacak, ona yakışmayacak özellikler olduğunun da şuurundadır. Çünkü tüm bu tavırlar, Allah'ın beğenmediği ve sakınılması gereken davranışlardır.

Güçlü bir karakter ancak Allah’a iman ile mümkündür
Allah'a gönülden bir bağlılık, içten bir teslimiyet, her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu bilerek ve herşeyi hayır gözüyle değerlendirmek, insanın duygularına kapılıp olumsuz tavırlarda bulunmasını engeller. İman eden bir insan, Allah'a olan güçlü sevgisi ve derin Allah korkusu nedeniyle duygusallığın neden olabileceği tüm tavır bozukluklarından titizlikle sakınır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği şekilde, tüm tavırlarıyla, kişiliğiyle, yüksek ahlakıyla insanlara örnek olmayı hedefleyen bir insandır. (Furkan Suresi, 74) Bu da Allah'ın izniyle ona hiçbir olay karşısında yıkılmayan güçlü bir kişilik kazandırır.

Müminler tüm hayatlarını Kuran ahlakına uygun olarak düzenlerler. İman etmeyen toplumlarda yaygın olarak görülen tavır bozukluklarından sakınıp güçlü bir kişilik sergilemenin, tüm insanlar için güzel bir örnek olacağını bilir ve bu şuur ve sorumluluk bilinciyle hareket ederler. Allah'ın Kuran'da, "... Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından ' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Haşr Suresi, 9) ayetiyle bildirdiği gibi, nefislerini kötülüklerden arındırmak için çalışırlar. Bu çabalarına karşılık, Allah iman edenleri dünyada ve ahirette nimete, huzura kavuşturacağını ve mutluluğu en güzel şekilde onların yaşayacaklarını şöyle müjdelemektedir:
“Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın Katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl Suresi, 96-97)


Milli Gazete

14 Ekim 2008 Salı

Müslümanlar, kardeşlik bağları ile birbirlerine bağlanmışlardır

Allah Kuran'da iman edenlerin birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Müslümanların Kuran'da bildirilen bu kardeşlik ruhunu en güzel şekilde yaşamaları, eksikliklerini tamamlamaları ve birbirlerine her şart altında destek olmaları son derece önemlidir. Hucurat Suresi’nde şu şekilde bildirilmektedir:
Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)

Kardeşlik duyguları ile sağlamlaştırılmış bir birliğin temelinde sevgi, fedakarlık, yardımseverlik, merhamet, hoşgörü, anlayış ve uzlaşı olmalıdır. İnananların birliğini güçlü kılan imanları ve ihlaslarıdır. Gerçek dostluk ve ittifak ancak samimi iman ile kurulur. Müminler, birbirlerini araya hiçbir çıkar ya da menfaat beklentisi katmadan, halis niyetle ve sadece Allah rızası için sever, Allah rızası için dost olur ve Allah rızası için birlik olurlar. Temeli dünya üzerindeki en sağlam kaynağa, Allah sevgisine ve Allah korkusuna dayalı olan bu birliğin bozulması, dağılıp yıkılması Allah'ın dilemesi dışında hiçbir şekilde mümkün olmaz.

Allah’a iman eden, Kuran’a, Peygamberlere, meleklere, hesap gününe, cennete ve cehenneme inanan Müslümanların aralarında anlaşmazlık olması için hiçbir neden yoktur. Müslümanlar arasında kardeşlik duyguları ancak kişilerin bencil istek ve tutkuları işe karıştığı zaman bozulur.
Büyük İslam mütefekkiri Mehmed Zahid Kotku, Hadislerle Nasihatlar isimli eserinde Müslümanları bu konuda şöyle uyarmaktadır:
“Allah Teala kitabında birleşin demiyor mu? Bu birleşme kimlerle olacak, masonlarla mı birleşelim yoksa komünistlerle mi birleşelim? Herhalde Müslümanların birbirleri ile birleşmesi. Öyle ise niçin birleşemiyoruz? Sebebi benlik ve çekememezlik. Cenab-ı Hak bizi şu iki belanın elinden kurtarsın da Hak ve hakikatta birleşmek ve böylece dinsizlere lokma olmaktan kurtarsın. Amin.” (Hadislerle Nasihatlar, s. 93-94)

Müslümanların aralarında husumet ile sonuçlanan anlaşmazlıkların olması şeytanın telkini ile gerçekleşir. Müminlerin birlik olmasını şeytan istemez, çünkü o dünyaya kendi sisteminin hakim olmasını ister. Müminlerin etraflarında meydana gelen olayları bu şuur ile değerlendirmeleri gerekir. Bir Müslüman’ın diğer bir Müslüman’ı sevmesi Allah’ın rızasını uygun olandır. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar.
Hz. Muhammed (sav), Müslümanların birbirleri ile güzel geçinmelerini bir hadis-i şerifinde şöyle tavsiye etmiştir:
Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyiniz. Birbirinizle buğuz (düşmanlık) etmeyiniz. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyiniz ve ey Allah'ın kulları, kardeşler olunuz. (Mace ,Cilt 10, s. 32)

Mümin, her durumda affedici olmakla yükümlüdür, ancak karşısındaki kişi de bir Müslüman ise, onunla din kardeşi olduğunu, her ikisinin de Allah'tan korkup sakındığını, Peygamber Efendimiz (sav)'e itaat ettiğini, helal ve harama titizlik gösterdiğini düşünerek çok daha sabırlı davranmalıdır. Müslüman, din kardeşinin her zaman için iyiliğini istemesi gerektiğinin, kendisini düşündüğü gibi onu da düşünmesi gerektiğinin, herhangi bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda da sabırla, şefkatle ve sevgiyle karşılık vermesi gerektiğinin bilincindedir. Bir Kuran ayetinde, Müslümanların din kardeşleri için şöyle dua ettikleri bildirilir:
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: 'Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin. (Haşr Suresi, 10)

Tüm Müslümanlar birbirlerine Kuran’ın emrettiği şekilde bakmalıdırlar. Soğukluk, anlaşmazlık, gerilim, kötü zan, kin tutma, ihtilaf, söz mücadelesi, zıtlaşma ve sevgiyi zedeleyecek tüm negatif duygulardan kaçınmalıdırlar. Bu konuda gösterecekleri iradeyi Allah’ın rızasını kazanmak için koruyacakları için güzel ahlaklarını asla bozmamalıdırlar.


Milli Gazete

7 Ekim 2008 Salı

Kötülerin En Büyük Korkusu: İyilerin İttifakı

Her insan huzur ve güvenlik dolu, hiç kimsenin bir diğerine zarar veya tedirginlik vermediği, insanların barış ve dostluk içinde yaşadıkları, birbirlerinden daima güzel, övücü, saygı ve sevgi dolu sözler işittiği bir toplumda yaşamak ister. Ancak bu güzel ortamın bir gün gelip de kendiliğinden oluşacağını düşünmek ve hiçbir şey yapmadan bu günün gelmesini beklemek yeterli değildir. Bu nedenle de barışın, huzurun ve güvenliğin hakim olduğu bir toplumda yaşamayı samimi olarak isteyenler bir an önce harekete geçmeli ve bazı fedakarlıklarda bulunmalıdırlar.

Çevrenize dikkatle bakıp olayları akıl, vicdan ve sağduyu ile değerlendirdiğinizde, yukarıda sıraladığımız tüm bu güzelliklerin insanlar arasında hakim olması için çalışan, tüm vaktini, imkanlarını ve enerjisini buna vakfeden insanların var olduğunu fark edeceksiniz. Ancak onların yanısıra kötülerin de kimler olduklarını ve nasıl bir toplum modeli oluşturmayı amaçladıklarını fark edeceksiniz. İşte görmek istemeyip de gördüğünüz tüm çirkinliklerin, zalimliklerin, dejenerasyonun, sevgisizliğin, nefretin, acımasızlığın, kötü sözlerin, haksızlıkların, fakirliğin, dedikoduların, insanları üzen, sıkan, gerilime düşüren her türlü olayın nedeni kötülerin bu şiddetli ittifakıdır.
Bu ittifakın farkına varan iyi ve vicdan sahibi insanların çevrelerinde gelişen bu olaylara karşı kayıtsız kalmamaları gerekir. Eğer çevrenizdeki kötülüklerden bir nebze olsun rahatsızlık duyuyor ve dünya üzerinden bir an önce yok olmalarını talep ediyorsanız, bu sizin vicdan sahibi, duyarlı bir insan olduğunuzu gösterir. Bu nedenle de vicdanı körelip kötülüklerden rahatsızlık duymayan bir insan olmadan önce mutlaka iyilerden olmanız, hayatınızın bundan sonraki bölümünü onların safında geçirmeniz şarttır. Unutmayın ki zulme rıza göstermek, durmak bilmeyen kötülüklere karşı ses çıkarmadan seyirci olmak, zulmün ta kendisidir.

Hiç kimse "Benim desteğimden ne olur?" dememelidir, çünkü önemli olan herkesin kendi samimi niyeti ve gösterdiği halisane çabadır. Allah her insanın elinden gelenin en fazlasını yapmasını, iyilerin yanında yer almasını tüm bu kötülüklerin erimesine ve oluşturdukları ittifakın darmadağın edilmesine vesile edecektir. Allah bir ayetinde insanların arasında yeryüzündeki bozgunculuğu giderecek fazilet sahibi kişilerin bulunması gerektiğini buyurur:
Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise, içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Onlar, suçlu-günahkarlardı. (Hud Suresi, 116)

Vicdanlı ve akıl sahibi bir Müslüman çevresindeki insanları, içinde yaşadığı toplumu, hatta tüm insanları zulümden, kargaşadan, savaşlardan, bozgunculuktan, ahlaksızlıktan ve vicdansızlıktan kurtarmak için çaba gösterir. Şu çok açık bir gerçektir ki, samimiyet, vicdan, dürüstlük, merhamet, şefkat, sevgi, saygı gibi manevi değerler kötülerin ahlaksızlıklarını eritecek ve ortadan kaldıracaktır. Diğer bir deyişle iyilerin biraraya gelmeleri ve birlikte davranmaları ile kötülerin ittifakı dağılacak, kötülükleri eriyip yok olacaktır. Allah bir ayetinde bu gerçeği şöyle müjdeler:
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size. (Enbiya Suresi, 18)

Bu nedenle kötülerin ittifakının insanlık açısından tehlikelerini gözler önüne sermenin yanı sıra asıl önemli olan, iyilerin, vicdanlı ve samimi insanların kötülere karşı birbirlerine destek olmaları, zulme uğrayan mazlumları koruyup kollamaları, haksızlığa uğrayanları savunmalarıdır. Bu, Allah'ın hoşnut olduğu ve Kuran'da birçok ayetiyle müminlere emrettiği önemli bir ibadet ve güzel bir tavırdır:
Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura Suresi, 39)
… Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi, 157)

Araf Suresi'ndeki bu ayette Allah, müminlerin elçilerine destek olup savunmalarını, ona yardım etmelerini bildirmektedir. Müminler aynı şekilde birbirlerini de destekleyip savunmalı ve birbirlerine yardımda bulunmalıdırlar. Allah Kuran'ın birçok ayetinde müminlerin birbirlerinin velileri olduklarını bildirmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)

"Veli" kelimesinin anlamı, dost, koruyucu, yardımcı ve destekçidir. Öyle ise müminler; vicdan sahibi, güzel ahlaklı, dürüst ve samimi insanlar birbirlerini desteklemeli, birbirlerine dost, yardımcı ve koruyucu olmalıdırlar.


Milli Gazete

30 Eylül 2008 Salı

İyilik ve takva konusunda yardımlaşmak

Müminler birbirlerine olan merhametlerini, birbirlerini Allah’ın rızasının en fazlasını kazanacak tavırlara teşvik ederek gösterirler. Gerçek şefkatin karşılarındaki kimseyi cennete en layık olacak şekilde hazırlamak olduğunu bilirler. İşte bu nedenle de bu konuda güçlerinin yettiği oranda yardımlaşır ve birbirlerinin eksiklerini tamamlamaya, yanlışlarını düzeltmeye çalışırlar. Bu yardımlaşma aynı zamanda da Allah’ın bir emri ve Kuran ahlakının gereğidir. Kuran’da bu yardımlaşmanın sınırları şöyle bildirilmiştir:
... İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Maide Suresi, 2)

Ayette de açıklandığı gibi, müminler “günah ve haddi aşma” konusunda yardımlaşmazlar. Aslında bu da onların merhamet anlayışının bir sonucudur. Kendilerinden bu yönde bir yardım talep edildiğinde, “hatır kırmamak için” ya da “yardım etmezsem ayıp olur” gibi bir mantıkla hareket etmezler. Çünkü karşılarındaki kişinin, o an için yadırgasa bile, ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu anlayacağını bilirler.

Yukarıdaki ayette Allah makbul olan yardımlaşmanın “iyilik ve takva” konusunda olması gerektiğini bildirmiştir. Kuran’da bize iyiliğin ne olduğu şöyle açıklanmıştır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)

Görüldüğü gibi gerçek iyilik, toplumda algılanan şeklinden farklıdır. Kuran ahlakını yaşamayan kimseler iyiliği, insanın canı istediği zaman, karşı tarafa bir lütuf olarak bir yardımda bulunması olarak algılarlar. Fakat bu, kişinin sürekli olarak değil, ancak zaman zaman uyguladığı bir tavırdır. Genellikle bu iyilikler yolda görülen bir dilenciye para vermek, yolculukta yaşlılara yer vermek ya da yapılan yemekten komşuya ikram etmek gibi geleneklerle sınırlıdır. Daha da önemlisi bunların hepsi kişinin menfaatlerini fazla zedelememesi şartıyla kabul edilir.
Oysa Bakara Suresi’ndeki ayette gördüğümüz gibi, Kuran’da bildirilen iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece kişinin canı istediğinde, aklına geldiğinde değil, tüm yaşamı boyunca uyguladığı bir ibadettir. Ayrıca hiçbir şarta bağlı değildir. Mümin gerektiğinde iyilik yapabilmek ve başkalarını iyiliğe teşvik edebilmek için her türlü fedakarlığı göze alabilir.

Yardımlaşılması istenen bir diğer konu da “takva”dır. “Takva” kelimesinin anlamı ise, “ahirette insana zarar verecek, sonsuz bir azaba yol açacak ve dünyada da sıkıntı, yıkım, felaket gibi şeylere neden olacak şeylerden sakınmak-korkmak, nefsi her türlü günah ve isyandan, bozulma ve sapmalardan korumak” demektir. Kuran’da takva ile ilgili bazı ayetler şöyledir:
... Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)
Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Kuran’da bize, Allah Katında asıl değer görecek olanın, yapılan işin mahiyeti değil, ne niyetle yapıldığı ve bir kişinin bu işi yaparken samimi davranıp davranmadığı olduğu bildirilmektedir. Bir ayette bu konuya şöyle bir örnek verilmiştir:
(Kesilen kurbanların) Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah’a ulaşmaz, ancak O’na sizden takva ulaşır... (Hac Suresi, 37)

Buna günlük hayattan da pek çok örnek vermek mümkündür. Söz gelimi bir kimse fakirlere para yardımında bulunabilir, çok yardımsever, ince düşünceli ve fedakarca tavırlar gösterebilir. Ancak buradaki ölçü şudur; eğer bu kişi tüm bunları yaparken, Allah’ı razı edebilme umuduyla ve sadece Allah’ın takdirini kazanmak amacıyla hareket ediyorsa tavrı takvaya uygundur. Eğer insanların hoşnutluğunu, övgüsünü kazanmak, gösteriş yapmak gibi bir niyeti varsa, bu durumda tüm yaptıklarının boşa gitmiş olma ihtimali vardır. Çünkü, kişi ahirette takvasına göre karşılık görecektir.

Müminler bir başkasına ancak rahatlık ve huzur getirme şartıyla yardımcı olurlar. Örneğin bir insanın sağlığına zarar gelmesine engel olmak, daha rahat yaşaması sağlamak, neşesini artırmak için, imanını güçlendirmek, daha huzurlu bir ortam sunabilmek için, başına gelen sıkıntılı durumdan kurtulmak için yardım ederler. Yani yapılan yardımın sonucunda yardım edilen kişinin iman, sağlık, neşe, huzur, rahatlık, güzellik olarak ilerlemiş olması esastır.
Ancak Kuran’ın merhamet anlayışından yoksun olan kimseler karşı tarafa yardım ederken böyle bir değerlendirme içerisine girmezler. Yapacakları yardımın neticesinde kişinin zarara uğrama ihtimalini dahi düşünmezler. Söz gelimi kumar, fuhuş ya da dolandırıcılık gibi bir amaç doğrultusunda kullanılması için borç para vermek, karşı tarafa büyük bir kötülük etmek demektir. Bu kişi sağlanan bu yardımla hem dünyada büyük sıkıntı içerisine girecek hem de Allah’ın haram kıldığı bir işe giriştiği için ahirette kötü bir karşılık görecektir. Günah konusunda yapılan bu yardımlaşma, yardımı sağlayan kişiye de büyük bir sorumluluk yükleyecektir. Günah işlenmesine vesile olan bir insan da en az bu tavrı gösteren kişi kadar hatalı davranmış demektir. Bu nedenle Allah, bu kimselerin ahirette bu yardımlarından dolayı azapla karşılaşacaklarını, ama artık birbirlerine yardım edemeyeceklerini bildirmiştir:
(Onlara seslenilir:) “Ne oluyor size, birbirinizle (dünyada olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?”
Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır. (Saffat Suresi, 25-26)

İyilik ve takva konusunda yardımlaşanlar ise şöyle bir karşılık alacaklardır:
Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160)


Milli Gazete

23 Eylül 2008 Salı

Müminlerin birbirlerine olan duları

Müminlerin Ahireti İçin Dua Etmek
Müminlerin birbirlerine gösterdikleri en güzel merhamet şekillerinden biri birbirlerinin iyiliği için dua etmeleridir. İmanları gereği Allah’ın dilediği an dilediği herşeyi yapabilecek sonsuz bir güç sahibi olduğunu bilirler. Ayrıca Allah, “Kullarım beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar.” (Bakara Suresi, 186) diyerek müminleri dua ederek Kendisinden istekte bulunmaya çağırmış ve onların bu dualarına karşılık vereceğini bildirmiştir.

İşte müminler Rabbimizin bu çağrısına gönülden karşılık verir ve O’ndan dünyadaki ve ahiretteki her türlü güzelliği isterler. Ancak müminlere karşı duydukları merhamet, onların da iyiliği için dua etmelerini gerektirir. Kendileri için Allah’tan ne istiyorlarsa, diğer müminler için de en az bunları, hatta daha da fazlasını isteyecek kadar üstün bir merhamet anlayışına sahiptirler.
Bu merhametlerinin asıl sebebi ise cennet ve cehennemin ve ölümden sonra başlayacak olan sonsuz hayatın varlığından kesin emin olmalarıdır. Müminlerin de sonsuz yaşamlarını Allah’ın rahmeti içerisinde cennetlerde geçirebilmeleri için Allah’a sürekli olarak dua ederler. Allah’tan, kendilerinin ve mümin kardeşlerinin eksiklerini gidermesini, kötülüklerini arındırmasını, hatalarını bağışlamasını ve onlara cennetini nasip etmesini isterler.
Kuşkusuz bu çok üstün bir ahlaktır. Çünkü insanlar genelde hep kendi iyilikleri ve rahatları için çabalar ve hep kendilerine yönelik isteklerde bulunurlar. Müminlerin ayrıca diğer kardeşlerini de gözetiyor olmaları, onların üstün ahlaklarından kaynaklanmaktadır. Kuran’da müminlerin bu ahlaklarını yansıtan dualarına pek çok örnek verilmiştir:
…”Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara Suresi, 286)
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.” “Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen toplayacaksın. Doğrusu Allah, va’dinden cayıp-dönmez.” (Al-i İmran Suresi, 8-9)

Sonraki Nesillerin Mümin Olması İçin Dua Etmek
Kuran’da, müminlerin, ölümlerinden sonra arkalarında bırakacakları henüz yaşı küçük olan çocuklara karşı derin bir merhamet ve düşkünlükle yaklaşmaları gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu nedenle müminler kendi yaşamlarının sonuna yaklaştıklarında arkalarından yetişecek olan küçük çocukların başıboş, kendi hallerinde kalmalarına razı olmazlar. Onlara imanlı, dürüst, güvenilir, akıllı ve güzel ahlaklı olmanın yollarını gösterirler. Allah’ın bu konudaki emri şöyledir:
Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların, (vasiyetleri altında olanlar için de) içleri ürpertiyle titresin. Allah’tan korksunlar ve onlara doğru söz söylesinler. (Nisa Suresi, 9)

Allah Kuran’da peygamberlerden de bu konuda örnekler vermiştir. Peygamberler gerek çocukları gerekse kendilerinden sonra gelen soyları için dua etmiş, onların da güzel ahlaklı birer Müslüman olmaları için çaba harcamışlardır. Bu konuda Kuran’da bildirilen örneklerden bazıları şöyledir:
Ve onlar: “Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl” diyenlerdir. (Furkan Suresi, 74)
İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Ka’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin”, “Rabbimiz, ikimizi Sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.” (Bakara Suresi, 127-128)

Müminlerin Hataları İçin Bağışlanma Dilemek
Şu halde bil; gerçekten, Allah’tan başka ilah yoktur. Hem kendi günahın, hem mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret dile. Allah, sizin dönüp-dolaşacağınız yeri bilir, konaklama yerinizi de. (Muhammed Suresi, 19)

Kuran ahlakını yaşamanın müminlere kazandırdığı merhamet anlayışı, müminlerin birbirlerine karşı olan düşkünlükleriyle kendini gösterir. Müminler ahiretteki azaba karşı hissettikleri korkuyu mümin kardeşleri için de duyarlar. Kendi kurtuluşlarını istedikleri kadar diğer müminlerin de Allah’ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanmalarını isterler. Bu nedenle de Allah’ın emrettiği şekilde onların da bağışlanmaları için dua ederler. Kuran’da müminlerin bu üstün merhamet anlayışlarına örnek oluşturan pek çok ayet vardır:
“Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu ‘hor ve aşağılık’ kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” “Rabbimiz, biz: “Rabbinize iman edin” diye imana çağrıda bulunan bir çağırıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür.” “Rabbimiz, elçilerine va’dettiklerini bize ver, kıyamet gününde de bizi ‘hor ve aşağılık’ kılma. Şüphesiz Sen, va’dine muhalefet etmeyensin.” (Al-i İmran Suresi, 192-194)
“Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve mü’minleri bağışla.” (İbrahim Suresi, 40-41)

Üstelik müminler, gelmiş geçmiş tüm iman edenler için de dua ederler. Allah’a iman eden her insan, hangi dönemde, nerede yaşamış olursa olsun onların kardeşleridir. Müminlerin bu yöndeki duaları bir ayette şöyle bildirilir:
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.” (Haşr Suresi, 10)


Milli Gazete

16 Eylül 2008 Salı

İnkar edenlerin Cehennemi gördüklerinde yaşadıkları pişmanlık

Hesap günü tüm insanlar biraraya toplanacak ve hesaplarının belli olmasının ardından inkar edenler bölükler halinde cehenneme sevk edileceklerdir. Bu kalabalığın arasında tarih boyunca Allah'ın varlığını ve dinini inkar etmiş, Allah'ın ayetlerine karşı büyüklenmiş ve yüz çevirmiş olan herkes bulunacaktır. Aralarında dünyada kendilerince zenginlik ya da itibar sahibi olan kişiler de olacaktır. Ama bu insanlar, dünyada kendilerini kurtarabileceğini sandıkları şeylerin, o gün hiçbir fayda sağlamadığına şahitlik edeceklerdir. Rabbimiz Kuran'da tüm inkarcıların horlanarak ve aşağılanarak cehenneme doğru sürükleneceklerini haber vermiştir. Cehennemin kapısına geldiklerinde bekçiler suçlarını kendilerine bir kez daha itiraf ettirdikten sonra tüm inkarcıları içeri alacak ve cehennemin kapılarını üzerlerine kapatacaklardır. Allah Kuran'da inkarcıların cehenneme sevk edilişlerini şöyle anlatır:
İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbiniz'in ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar: "Evet." dediler. Ancak azab kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: "İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür. (Zümer Suresi, 71-72)
İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır. İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Artık mütekebbirlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Mü'min Suresi, 75-76)

Bu insanların arasında dünya hayatında Allah'ın azabıyla ve cehennemle karşılaşacaklarını bilmediğini söyleyebilecek tek bir kişi bile yoktur. Çünkü Allah sonsuz adaleti ile her insana dünyada iken uyarıcı göndererek onlara Kendi varlığını, hesap gününü, cenneti ve cehennemi hatırlatmıştır. Bu nedenle inkarcıların tümü cehennem azabını hak olarak yaşadıklarını ikrar edeceklerdir.

Dünyadayken uyarıldıkları halde büyüklenmişler ve kendilerini yaratan Allah'a, bile bile kulluk etmemişlerdir. Buna karşılık olarak da Allah bu kişilerin cehenneme boyunları bükük gireceklerini bildirmiştir. Rabbimiz'in bu gerçeği haber verdiği bir ayet şöyledir:
... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Bu insanların bir kısmı dünyada kendilerini çok güçlü görmüşler ve bundan dolayı baş kaldırmışlardır. Güçlerinin kendilerini her türlü tehlikeye karşı koruyacağını sanmışlardır. Ne zaman kendilerine cehennemin varlığı, bu dünyada Allah'ın rızası için yaşamaları, ahirette cennet yurdunu istemeleri ve Allah'ın Kahhar (kahreden) sıfatı hatırlatılsa, şöyle demişlerdir:
Ve kendi kendilerine: "Söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azab etse ya." derler. Onlara cehennem yeter; oraya gireceklerdir. Artık o, ne kötü bir gidiş yeridir. (Mücadele Suresi, 8)

Bu baş kaldırışlarına karşılık olarak cehennemin kapılarından içeriye alınacaklardır ve bir daha da Allah dilemedikçe dışarıya çıkmalarına izin verilmeyecektir. İşte ateşi gördükleri bu an inkarcılar yaptıklarından dolayı bir kez daha büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, cehennemden hiçbir kaçış yolu olmadığını anlayacaklardır:
Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)

Dünya hayatında anlamazlıktan geldikleri her şeyi artık açıkça görecek ve kavrayacaklardır. Bütün hayatlarını boş bir amaç uğruna tükettiklerini, çok az ve geçici bir menfaat uğruna ahiret yaşamlarını azap içinde geçireceklerini anlayacaklardır. Dünyada yaşadıkları birkaç on seneyi çok uzun zannetmiş ve bu yüzden ahireti düşünmemişlerdir. Burada acizlikler ve eksiklikler sebebiyle hiçbir zaman tatmin olmayan bir ruh halini yaşamayı, cennetteki kusursuz, hiçbir eksikliği olmayan, yorgunluk, açlık gibi fiziksel eksikliklerin de bulunmadığı, mükemmel nimetlerle dolu cennette büyük bir mutluluk içinde yaşamaya tercih etmişlerdir. Ama cehennemin kapılarından girdikten sonra artık geri dönüş imkanları olmadığını anlayacaklardır. Bu yüzden dünya hayatında sahip oldukları her şeyi fidye olarak vererek azaptan kurtulmaya çalışacaklardır. Kuran'da onların bu sonuçsuz çabaları şöyle bildirilmiştir:
...O'na icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa mutlaka (kurtulmak için) bunu fidye olarak verirlerdi. Sorgulamanın en kötüsü onlar içindir. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yaratıktır o! (Rad Suresi, 18)

Fakat bu insanların cehenneme gireceklerini anladıklarında gösterdikleri bu çabanın hiçbir karşılığı yoktur. Allah onların bu girişimden bir sonuç alamayacaklarını şöyle haber vermiştir:
Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve inkar edenlerden de. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur; o ne kötü bir gidiş yeridir. (Hadid Suresi, 15)

Elbette inkarcıların bu çabalarının sonuç vermemesinin önemli bir nedeni vardır. Allah onları dünyada iken cehennem azabını hatırlatarak uyarmıştır. Ve o gün hiçbir insanın bir diğerine yardım edemeyeceği, onu kurtarmak için hiçbir şey vermeyeceği, ayrıca verse bile bunun kabul edilmeyeceği konusunda onları uyarmıştır. İnsanları bu konuda uyarmak için Rabbimiz'in gönderdiği bir ayet şöyledir:
Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının. (Bakara Suresi, 48)

Ama onlar kendilerine yapılan her türlü uyarıya rağmen inkarda diretmiş ve bile bile kendilerine böyle bir son hazırlamışlardır. O gün kavrayacakları en büyük gerçeklerden biri kendi yaptıkları dolayısıyla cehennemi hak ettikleri olacaktır.
Bunu anladıklarında hissettikleri pişmanlık ise -Allah'ın dilemesi dışında- sonsuz hayatları boyunca hiçbir zaman kurtulamayacakları bir azap olacaktır. Çünkü artık çok önemli bir gerçekle yüzyüze gelmişlerdir. Eğer hayatlarını boş amaçlar yerine kendilerini ve herşeyi yaratan Rabbimiz'i razı etmeye adamış olsalar, bugün cehennemin kapısında değil cennetin yanında olacaklardır. Ama onlar doğru olanı yapmamışlardır ve bu yüzden de hüsranla karşılaşmışlardır.
Onlar için Allah'ın bir ayette bildirdiği gibi "kapıları kilitlenmiş bir ateş" (Beled Suresi, 20) vardır.
Yani cehennemin kapısından içeri girdikten sonra artık bu kapı üzerlerine kilitlenecektir. Ve bu kapının ardında Allah dilediği sürece yaşayacakları, sonu belli olmayan ateş azabı vardır. İnkarcılar için bu ateş azabından hiçbir zaman kaçma ya da kurtulma imkanı olmayacaktır. Allah onların atıldıkları bu ateşi "Hutame" olarak isimlendirmiştir. Hümeze Suresi'ndeki ayetler şöyledir:
Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır)."(Hümeze Suresi, 5-9)


Milli Gazete

9 Eylül 2008 Salı

Yapılan hatalara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak

Merhametin önemli göstergelerinden biri kişinin affedici ve bağışlayıcı olabilmesidir. Allah Kuran’da iman eden kullarını “affedici ve bağışlayıcı” olmaya şöyle çağırmaktadır:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)

Bu, insanın nefsine zor gelebilen, ama Allah Katında güzel karşılığı olan bir tavırdır. İnsan yapılan bir hata karşısında öfkeye kapılabilir ya da onu affetmek istemeyebilir. Ama Allah müminlere affetmenin daha güzel olduğunu bildirmiş ve onları bu ahlaka teşvik etmiştir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir... (Şura Suresi, 40)

Bir başka ayette Allah “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şura Suresi, 43) şeklinde bildirerek bunun üstün bir ahlak olduğuna dikkat çekmiştir.

Ayrıca Allah, “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nur Suresi, 22) ayetiyle müminleri bu konuda kendi durumlarını düşünmeye de teşvik etmiştir. Çünkü gerçekten de her insan Allah’ın kendisini bağışlamasını, esirgemesini ve rahmet etmesini ister. Yine aynı şekilde bir hata yaptığı zaman, çevresindeki insanların kendisini mazur görmesini ve affetmesini diler. İşte Allah müminlere bu durumu hatırlatarak kendilerine yapılmasından hoşlandıkları bir tavrı, başkalarına da göstermelerini bildirmiştir. Elbette bu, müminler arasında merhameti teşvik eden önemli bir emirdir.

Müminler diğer müminlere karşı, hataları her ne olursa olsun, affedici bir tutum izlerler. Ancak onların affetmeleri, cahiliye ahlakını yaşayan kimselerin affetmesinden çok farklıdır. Din ahlakını yaşamayan insanlar, çoğu zaman dilleriyle karşılarındaki kişiyi bağışladıklarını söyleseler bile, yapılan hataya karşı kalben duydukları kin ve kızgınlıktan kurtulmaları oldukça uzun sürer. Tavırları genellikle bu kızgınlığı yansıtacak bir sitemkarlık içerisindedir. Nitekim ellerine ilk fırsat geçtiğinde de zaten kalplerinde biriktirdikleri bu kin ve öfkelerini dile getirirler.

Müminlerin affetme şekli ise tamamen samimiyet içerir. İnsanın hata yapabilecek bir yapıda yaratıldığını bildikleri için, daha en başından karşı tarafa hoşgörü ile yaklaşırlar. Zira Kuran’da yer alan tevbe ile ilgili ayetler, insanın hata yapmaya açık bir varlık olduğunu, ancak önemli olanın bu hatayı fark eder etmez bir daha tekrar etmeme gayretiyle hemen vazgeçmek olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:
Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)

Kişinin samimiyetini ifade eden bu şartlar oluştuğu sürece müminler de birbirlerine karşı son derece bağışlayıcı ve merhametli bir tavır gösterirler. Tevbe ettiği, pişmanlık duyduğu, düzeltmeye çalıştığı hatalarından dolayı bir mümine karşı içlerinde kin beslemezler. Samimi olarak vazgeçmişse kimseyi geçmişte yaptıklarından dolayı yargılayamayacaklarını ve asıl önemli olanın kişinin son anda gösterdiği ahlak olduğunu bilirler.

Müminlerin affediciliğinin bir farklılığı da şudur: Onlar, kendileri tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir durumda bile hiç tereddütsüz affedebilirler. Çünkü Allah bunun güzel bir ahlak özelliği olduğunu bildirerek müminlere tavsiye etmiştir:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)

Allah’ın bu hükmünü göz önünde bulundurarak kendi haklarından kolaylıkla vazgeçer ve alttan alarak karşı tarafa güzel ahlakları ile örnek olurlar.
Bu konuda yine Kuran ahlakının getirdiği büyük bir farklılık daha söz konusudur; müminler affetme konusunda hataları büyük ya da küçük diyerek ayırmaz ve hataya göre farklı bir affedicilik anlayışı geliştirmezler. Hatayı yapan kişi istemeden büyük bir can ya da mal kaybına neden olmuş ve bu da karşı tarafın menfaatlerine büyük ölçüde zarar vermiş olabilir. Ancak meydana gelen her olayın Allah’ın izni ile ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen mümin, bu tür bir olayı tevekkülle karşılar ve şahsi bir kızgınlık içerisine girmez.
Yine bu kişi cehalet sonucu Kuran’ın bir hükmüne karşı gelmiş ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmış olabilir. Ancak bu tavırlarından dolayı kişiyi yargılayacak olan yalnızca Allah’tır. Bu nedenle bu konuda bir yargılama yapmak ve kişiyi affetmemek gibi bir tavır müminlerin sorumluluğunda değildir. Kişinin samimi olarak tevbe edip bu tavrından pişman olması durumunda alacağı karşılık Allah Katındadır. Nitekim Allah pek çok ayetiyle “Allah’a ortak koşma” dışında müminlerin samimiyetle vazgeçtikleri hatalarını affedebileceğini bildirmiştir. Müminler bunu bilemeyecekleri için onlar ancak Allah’ın bildirdiği şekilde affeder ve eğer bu konuda Kuran’da bildirilen bir açıklama varsa, hata yapan kişiye bu doğrultuda davranırlar.
Ancak şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, mümin için affetmede ölçü karşı tarafın samimiyeti ve iyi niyetidir. Bunu da mümin, vicdanı ve aklıyla teşhis eder. Kötülüğü bir alışkanlık haline getirmiş olup karşı tarafın merhametinden ve güzel ahlakından istifade etmeye çalışan birine elbette izin verilmez. Böyle bir durumda karşı tarafa gösterilecek asıl merhametin sadece affetmek olmadığını bilir ve onu samimiyete, dürüstlüğe ve Allah’tan korkmaya davet ederek merhametini farklı bir şekilde ifade eder.


Milli Gazete

2 Eylül 2008 Salı

Mübarek Ramazan ayına girerken+İslam dünyasını çok aydınlık bir gelecek bekliyor

İnsanları karanlıklardan nura, hüküm ve hikmet sahibi Rabbimiz’in yoluna çıkaran, tüm Müslümanlara bir hidayet, müjde ve rahmet, içi titreyerek korku duyanlara bir öğüt ve hatırlatma olan Kuran-ı Kerim, Ramazan ayında indirilmiştir. Ramazan ayı, aynı zamanda içinde "bin aydan daha hayırlı" (Kadir Suresi, 3) olduğu bildirilen Kadir gecesi'nin bulunduğu bir bereket ayıdır. İşte bu nedenle Ramazan ayının dünya üzerindeki tüm Müslümanlar için ayrı bir önemi, kudsiyeti ve güzelliği vardır. Bu ay boyunca müminler birlik ve beraberlik içinde oruç ibaretlerini yerine getirir, Allah’ın ayetlerinde ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetinde bildirdiği sınırları korur, Rabbimiz’in bahşettiği tüm nimetlerine şükreder, dua ve ibadetle O’ndan yardım dilerler.

Bu mübarek ay vesilesiyle tüm Müslümanların birliğe, beraberliğe ne kadar ihtiyaç duydukları, eğer bir birlik oluştururlarsa dünya barışı için çok büyük bir kuvvet haline gelecekleri bir kez daha anlaşılmaktadır. Irak’ta, Filistin’de, Doğu Türkistan’da ve diğer İslam topraklarında yaşananlar, tüm Müslümanları “birlik içinde hareket etmelerinin, farklılıkları bir kenara bırakıp İslam ahlakını yaygınlaştırmak için çaba sarf etmenin” önemi üzerinde düşünmeye sevk etmelidir.

Birlik, beraberlik, dayanışma, dostluk, fedakarlık, yardımlaşma ve benzeri özellikler Kuran ahlakının temelini oluşturan güzelliklerden bazılarıdır. Çünkü, birlik ve beraberlik sağlandığında, insanlar güç ve enerjilerini tartışmalara, kavgalara, sürtüşmelere, çatışmalara, savaşlara değil, hep hayır ve güzellik dolu işlere yönlendireceklerdir. Ayrıca herkesin emeğini, gücünü, şevkini kattığı, birbirine maddi ve manevi yönden destek sağladığı işlerde büyük bir bereket ve güzellik oluşacaktır. Ancak herşeyden önemlisi birlik ve beraberlik içinde hayır için çalışan iman sahiplerine Allah katından bir yardım, bir destek ve güç verileceği müjdelenmiştir. Bu nedenle Allah bazı ayetlerinde müminlere birbirleriyle çekişmemelerini, yoksa güçlerinin gideceğini ve zayıf düşeceklerini hatırlatmıştır. Bu ayetlerden biri şöyledir:
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

İnkar edenlerin şiddetle ittifak halinde olduğu, zavallı insanlara, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedildiği bir ortamda, bu mazlum insanlar vicdan sahibi kimselerden medet ummaktadırlar. O halde samimilerin, vicdanlıların, dürüstlerin, akıl sahibi, salih insanların güçlerini birbirlerine karşı kullanmalarının Allah Katında büyük bir sorumluluğu olabilir. Müminlerin birbirleriyle ittifakı, yardımlaşmaları, aralarındaki dostlukları, tesanütleri, muhabbetlerini artırmaları ve hiçbir an ittifaklarını zayıflatacak bir ihtilafa düşmemeleri son derece önemlidir. Hiç unutmamak gerekir ki, hiçbir dünyevi hırsı bulunmayan, hayır olarak gördüğü her davranışı, her eseri, her faaliyeti kendisine bir pay çıkarmadan, benim senin ayırımı yapmadan hayır için kullanan, kıskançlık, rekabet gibi nefsin kirlerinden sakınan insanların dayanışmaları kötü niyetli şer ittifakını mutlaka yenilgiye uğratacaktır.

İslam Dünyasını Çok Aydınlık Bir Gelecek Bekliyor
Şu anda içinde bulunulan durum, ilk bakışta bazı olumsuzluk içeriyor gibi görünebilir. Oysa olumsuzluk gibi görünen bu gelişmelerin her biri aslında kutlu bir dönemin habercisidir. Savaşlar, yokluklar, kıtlıklar, dünyanın farklı köşelerinde Müslümanların ezilip zulüm görmesi gibi olaylar, büyük çoğunluğu Peygamberimiz (sav) tarafından 1400 yıl öncesinden haber verilen ahir zaman alametleridir. Bu alametlerin gerçekleşiyor olması, yine Peygamber Efendimiz (sav)'in müjdelediği İslam ahlakının dünyaya hakimiyetinin de yakınlaştığına işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Bu yeni dönemde, Allah'ın izni ile, İslamiyet tüm dünya üzerinde çok büyük bir önem kazanacak, Kuran ahlakı insanlar arasında dalga dalga yayılacaktır. Rabbimiz ayetlerinde şöyle buyurmuştur:
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.
Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Nur Suresi'nin 55. ayeti de İslam ahlakının tüm dünyaya yayılacağına işaret eden ayetlerden biridir. Ayette şu şekilde buyurulmuştur:
Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Görüldüğü gibi İslam ahlakının yayılması Allah'ın iman edenlere bir vaadidir. Bu ayetlerle birlikte Peygamber Efendimizin pek çok hadisinde de Kuran ahlakının dünyaya hakim olacağı bildirilmiştir. Buna göre ahir zaman olarak adlandırılan kıyamet öncesindeki dönemde, insanlar önce haksızlığın, adaletsizliğin, yalanın, sahtekarlığın, savaşların, çatışmaların, kavgaların, ahlaki dejenarasyonun yaygınlaştığı bir dönemi yaşayacaklardır. Bu dönemin ardından ise, Kuran ahlakının dalga dalga insanlar arasında yayılmaya başladığı ve en sonunda tüm dünyaya hakim olduğu Altınçağ gelecektir. Altınçağ adaletin, bolluğun, bereketin, huzurun, güvenliğin, barışın, kardeşliğin hakim olacağı insanlar arasında sevgi, fedakarlık, hoşgörü, şefkat, merhamet, sadakat gibi duyguların yoğun olarak yaşanacağı bir dönem olacaktır.

Peygamberimiz (sav) hadislerinde bu kutlu dönemin Hz. Mehdi'nin ortaya çıkması ve Hz. İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelişi vesilesi ile yaşanacağını belirtmiştir. Bu iki mübarek şahıs, tüm dünyayı içinde bulunduğu kaostan, adaletsizlikten ve ahlaki çöküntüden kurtaracaklardır. Onlar, inkarcı ideolojileri ortadan kaldıracak, dünyanın dört bir yanında devam eden adaletsizlikleri, zulümleri, terörü sona erdirecek, dinin Peygamberimiz (sav)'in dönemindeki şekliyle yaşanmasını sağlayacak, Kuran ahlakını insanlar arasında hakim kılacak, tüm dünyada huzuru ve barışı tesis edeceklerdir. Temennimiz Allah'ın bizleri de bu kutlu döneme şahit kılmasıdır.


Milli Gazete

26 Ağustos 2008 Salı

İnkar edenlerin ölüm anındaki pişmanlıkları

Yaşadıkları süre boyunca insanlara pek çok kez cennet ve cehennemin varlığı, ahiret için hazırlık yapmaları gerektiği hatırlatılır. Ancak inkarcılar her seferinde yüz çevirir ve kendilerine verilen fırsatları değerlendiremezler. Ölümle karşılaştıklarında yaşadıkları büyük pişmanlığın asıl sebeplerinden biri de, “kendi elleriyle” kendilerini bu duruma sokmuş olmalarıdır. Kimse onları zorlamamıştır, onlar kendi iradeleriyle hareket ederek bu kötü sonu kendileri seçmişlerdir.

İnkarcılar bu yanlış seçimin sonucunda ölüm anı ile birlikte azabı yaşamaya başlarlar. Bu azabın başlangıcı ise, Allah’ın ayetlerde bildirdiği gibi, ölüm anında yaşanan büyük korkudur. O gün insanların yaşadığı korkuyu Rabbimiz şöyle bildirir:

(Ölüm korkusundan) ayaklar birbirine dolaştığında;

O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.

Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.

Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.

Sonra çalım satarak yakınlarına gitmişti.

Sen buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.

Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın. (Kıyamet Suresi, 29-35)

Ancak unutmamak gerekir ki bu korkuyu sadece inkar edenler yaşarlar. Çünkü iman eden insanlar zaten tüm hayatlarını Allah’ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak için çalışarak geçirirler. Bu nedenle umut içerisindedirler.

İnkar edenler ise ölümle birlikte büyük bir pişmanlık yaşarlar, ancak bu başlarına gelecek azapların hiçbirini engellemeye yaramaz. Allah, inkar edenlerin canlarının büyük bir acı ve zorluk içerisinde alınacağını bildirir:

... Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen... (Enam Suresi, 93)

Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? (Muhammed Suresi, 27)

Ölüm anında inkarcıların yaşadıkları bu durumu, dünya şartları içinde kavrayabilmek elbette mümkün değildir. Ancak Allah insanların düşünmesi ve böyle bir durumla karşılaşmaktan sakınmaları için bunun haberini bildirmiştir. Ölüm melekleri ayetlerde de açıklandığı gibi inkar edenlerin sırtlarına ve yüzlerine vura vura canlarını alacaklardır. İnkarcılar bir yandan fiziksel bir acı duyacaklardır. Elbette bu acıyla birlikte pişmanlığı da yaşamaya başlayacaklardır. Çünkü bu andan sonra artık geri dönüş imkanları kalmamıştır.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, ölüm anında insan başına gelenlerin tümünü belki de her zamankinden daha açık bir şuurla, hissederek yaşar. Onun için artık sonsuz bir hayat başlamıştır. Ölüm sadece bir geçiş aşaması ve ruhun bedenden ayrılarak sonsuzluk mekanına gidişidir.

İnkarcılar canları alınırken kendilerine çektirilen acıdan dolayı, Allah’ın dilemesi dışında sonsuza kadar sürecek olan büyük bir azapla karşı karşıya olduklarını anlarlar. Tüm hayatlarını Allah’ın dininden yüz çevirmiş olarak geçiren bu kimseler, o anda kendilerini azaptan kurtarması ve affetmesi için var güçleriyle Allah’a yalvarırlar. Pişmanlıkla bir daha dünyaya döndürülmeyi, salih amellerde bulunmayı ve kaybettiklerini telafi etmeyi isterler. Ancak bu istekleri kabul edilmez, çünkü onlara, Allah’ın bir ayetinde bildirdiği gibi “öğüt alacak olanın öğüt alabileceği kadar bir süre” verilmiş, cennet ve cehennem hayatı hatırlatılmış ama onlar bile bile bu gerçekten yüz çevirmişlerdir. Kendilerine bir kez daha böyle bir imkan tanınmış olsa, onların tüm bu pişmanlıklarını unutarak yine inkarı tercih edeceklerini Allah, Kur’an’da şöyle bildirmiştir:

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım.” Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir... (Mü’minun Suresi, 99-100)

İnkar edenler dünyada Allah’a bile bile secde etmemiş, O’nun hükümlerini yerine getirmemiş ve O’nun emrettiği güzel ahlâkı yaşamaktan kaçınmışlardır. Ölümle birlikte ise artık ne kadar isteseler de buna güç yetiremeyeceklerini Allah şöyle açıklar:

Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün, artık güç yetiremezler. Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet edilirlerdi. (Kalem Suresi, 42-43)

19 Ağustos 2008 Salı

İlaç yapımı için Allah'ın insanların hizmetine verdiği canlılar

Gerek temel, gerek lüks ihtiyaçlarımızın çok büyük bir bölümünün kaynağı canlılardır. Günlük yaşantımızın hemen her anında kullandığımız ürünleri gözümüzün önüne getirelim: Isınmak için kullandığımız yakıtlar, yünlü, pamuklu veya ipekli giysiler, arabamızı çalıştıran benzin, notlarımızı yazdığımız kağıtlar, ağaç veya plastikten yapılmış mobilyalar, endüstrinin bel kemiği olan petrol ve petrol ürünleri, hayvansal ve bitkisel yağlardan yapılmış temizlik malzemeleri... Kuşkusuz, bunlar veya benzeri ürünler günümüz medeniyetinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ve unutulmaması gerekir ki, milyonlarca senedir yaşayan yaratılış mucizesi canlı türleri olmasaydı, söz konusu ürünler de olmayacaktı. Kullandığımız ilaçlar da yine Allah’ın insanların hizmetine verdiği canlılar sayesinde yapılmaktadır.

Günümüzde binlerce mikroorganizma, mantar, bitki ve hayvan türü, hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Pek çok ilaç, canlılardan elde edilen kimyasal maddeler (veya bu maddelerin laboratuvarlarda üretilmesi) ile hazırlanmaktadır. Örneğin, bugün hemen herkesin tanıdığı bir ağrı kesici olan aspirinin kaynağı söğüt ağacının kabuğudur. Yüzlerce senedir sıtma tedavisinde kullanılan kinin, kınakına ağacının köklerinde ve kabuğunda bulunmaktadır. Halen tıbbi amaçlı olarak kullanılan bitki türlerinin sayısı yirmi binden fazladır. (Anne M. Borland, "Biodiversity Lectures", 2002) Illinois Üniversitesi Profesörü Norman Farnsworth'a göre, yaklaşık dört milyar insanın temel ilaç kaynağı bitkilerdir. (Norman R. Farnsworth, "Screening Plants For New Medicines", s. 91, Biodiversity, National Academy Press, Washington D.C., 1988)

Çoğunun adını bile duymadığınız canlıların, tıpta ve ilaç sanayiinde kullanımı her geçen gün artmaktadır. Göğüs ve yumurtalık kanserine karşı kullanılan "taxol" Kuzey Amerika'daki porsuk ağacının kabuğundan; kanser gelişimini engelleyen "Squalamine" bir köpek balığı türünün karaciğerinden; kalp yetmezliği çeken kişilere destek olan "digitalis" yüksük otundan; Hodgkin hastalığı ve çocuklardaki kan kanserine karşı etkili olan iki kimyasal madde (vinblastine ve vincristine) cezayir menekşesinden elde edilmiştir. Kuzey Amerika ve Batı Hint Adaları'nda rastlanan atnalı yengecindeki pıhtılaştırıcı bir maddenin sayesinde, aşılarda, haplarda ya da tıbbi gereçlerde bulunan ve ölüme yol açabilecek bakteriler saptanabilmektedir. (Biyolojik Çeşitlilik Haritası, National Geographic Maps, Ekim 2001; Çağlar Sunay, "Yitirilmekte Olan Cennet Amazon", Bilim ve Teknik, Nisan 1999, s. 76) Mikroplarla mücadelede kullanılan antibiyotik maddeler genellikle bakteri ve küf mantarlarından alınmaktadır.

Canlılardaki bu çeşitlilik olmasaydı, tıp ve ilaç endüstrisinden söz etmek mümkün olmayacaktı. Açıktır ki, pek çok canlı türü insanlardaki bazı hastalıkları ve sağlık sorunlarını ortadan kaldıracak özelliklere sahiptir. Buna rağmen henüz doğadaki canlıların çok küçük bir bölümü tanımlanabilmiş; tanımlananların da küçük bir kısmı kapsamlı olarak incelenebilmiştir. Örneğin, California Üniversitesi Profesörü Peter Bryant yağmur ormanlarındaki bitkilerin yaklaşık %1'lik bir bölümü tıbbi açıdan araştırıldığını belirtmektedir. Görünen odur ki insanların hastalıklardan kurtulmasına vesile olacak harika proteinler, moleküller ve kimyasal bileşimler, canlılarda mevcuttur.

Unutulmamalıdır ki hastalığı da şifayı da yaratan Allah'tır. Hastalığın iyileşmesi için uygulanan tedaviler, kullanılan ilaçlar birer vesiledir. Aynı şekilde, tedavilerde ve ilaçların yapımında kullanılan mikroorganizmalar, hayvanlar ve bitkiler de birer vesiledir. Bu canlıları ve bunların hastalık ve rahatsızlıklara çare olan özelliklerini yaratan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbimizdir.

12 Ağustos 2008 Salı

Doğada zayıf ve güçsüzlerin elendiği iddiası, gerçek dışıdır

Dünyaya yeni gelmiş her canlı güçsüz ve çaresizdir. Çevresindeki tehlikelerden tümüyle habersizdir. Beslenebilmek, büyüyüp güçlenebilmek ve hayatta kalabilmek için kendisini gözetip-koruyacak birine muhtaçtır. Tek başına yaşama ihtimali neredeyse yoktur. Ancak doğduğu andan itibaren yanında hep ebeveynleri olur. Annesi veya babası onu tehlikelerden korur, besler ve gerekirse kendi hayatını onun için feda eder.

Zayıf ve güçsüz yavrular ancak yetişkin ve güçlü olanlar tarafından bakılıp korunurlarsa hayatta kalabilirler. Ebeveynleri, hiçbir bıkkınlık göstermeden, onları hiç ihmal etmeden bu güçsüz yavruların bütün sorumluluğunu üzerlerine alırlar. Hatta birçoğu bunu, onlar daha yumurta halindeyken yaparlar.

En yırtıcı hayvanlar yavrularına karşı çok büyük bir şefkat gösterir, onları yedirir, her türlü tehlikeye karşı kendi canları pahasına korurlar. Yavrularını ağızlarında taşıyan timsahlar, yavrularına yuva yapmak için günlerce çalı çırpı toplayan, sürüsünü tehlikeden korumak için çığlık atarak veya yaralı taklidi yaparak düşmanın dikkatini kendi üzerlerine çeken kuşlar, kendilerini düşmanları ile genç zebraların arasına atarak ölümü göze alan yetişkin zebralar, aylarca yumurtalarını ve yeni doğan yavrularını hiç kıpırdamadan, kar fırtınalarının altında bir kez dahi yemek yemeden ayaklarının arasında taşıyan penguenler...

Bu hayvanların davranışlarının birçoğunda, insanın hayret ve şaşkınlıkla karşıladığı fedakarlık örnekleri vardır. Ancak hayvanlar akıl, vicdan, bilinç gibi özelliklerden yoksun varlıklardır. Onlar bunları Allah'ın ilhamı ile yaparlar. Rahman ve Rahim olan Allah vahşi hayvanları yavrularına hizmetçi etmiştir. Tüm hayvanlar eşsiz fedakarlık örnekleri göstererek, büyük bir görev bilinciyle yavrularına yiyecek temin etmektedirler. Bütün hayvanlar aleminin rızkı, Allah'ın merhameti sayesinde eksiksiz temin edilmektedir. Canlıların hayatlarını incelediğimizde milyonlarcasını göreceğimiz bu delillerden bazıları şunlardır:

Timsah en vahşi hayvanlardan biridir. Ancak yavrularına gösterdiği ihtimam son derece hayret vericidir. Yavruları yumurtadan çıktıktan sonra onları ağzında suya kadar taşır. Bundan sonra yavrular büyüyüp kendi başlarının çaresine bakana kadar timsah onları ağzında veya üzerinde taşıyacaktır. Doğan yavrular için en güvenli yer, annelerinin ağzında bulunan ve özel olarak bu iş için yaratılmış olan ve yaklaşık yarım düzine yavruyu barındırabilecek kapasitedeki koruyucu kesedir. Yavru timsahlar herhangi bir tehlike sezdiklerinde hemen annelerinin ağzındaki korunaklı barınaklarına kaçarlar. Oysa timsah hem vahşi, hem de bilinci olmayan bir hayvandır; dolayısıyla kendisinden beklenen yavrularını koruması değil aksine onları da beslenmek için ayrım gözetmeden yemesidir. Ancak böyle bir şey olmaz ve Allah'ın ilhamıyla hareket eden timsahlar büyük bir özenle yavrularını taşırlar. Allah yarattığı her canlıya karşı merhametli olandır, koruyandır.

İnsanlar için oldukça tehlikeli olabilen piton yılanı bile yumurtalarına karşı son derece düşkün ve koruyucudur. Dişi piton bir seferde yaklaşık 100 yumurta yumurtlar ve daha sonra kendisini yumurtalarının üzerine sarar. Bu hareketinin amacı hava çok sıcak olduğunda yumurtaların üzerine gölge yaparak onları serinletmek, hava sıcaklığı çok fazla düştüğünde ise vücudunu titreterek onları ısıtmaktır. Yumurtalarına sarılı olduğu sürece onları diğer tehlikelerden de korumuş olur.

Peki bu canlılar neden yavruları için bu kadar çok çaba harcarlar? Neden onları kendi hallerine bırakmak yerine her türlü ihtiyaçları ile bıkmadan usanmadan ilgilenirler? Bunları kendileri bilinçli olarak mı yaparlar? Örneğin bir kuşun kendi bilinci ve iradesi ile yavrusunu korumak için ölümü göze aldığını iddia etmek akla ve mantığa uygun mudur?

Elbette değildir, çünkü söz konusu olan akılsız, bilinçsiz, şefkat, merhamet gibi duygulara kendi iradesiyle sahip olması mümkün olmayan hayvanlardır. Burada karşımıza tek bir gerçek çıkar: Bu canlılara yavru sevgisi, anne şefkati gibi mucizevi duyguları Allah ilham eder. Yetişkin hayvanların yavruları için gösterdikleri fedakarlıklar, Allah'ın Rahman sıfatının herşeyi kuşattığının delillerinden sadece biridir.

Bazı anneler yavruları sütten kesilene kadar kendi yaşadıkları toplulukları terk etmek zorunda kalırlar ve böylece kendilerini büyük bir riske atarlar. Doğumdan veya yumurtadan çıktıktan sonra birçok hayvan türü yavrularına günlerce, aylarca hatta kimi zaman yıllarca bakar. Onlara yiyecek, yuva, sıcaklık sağlar, yırtıcı hayvanlardan korur. Gün boyunca birçok kuş, yavrularını saatte ortalama dört ile yirmi kere arasında besler. Memelilerde ise annelerin daha farklı sorunları olur. Süt verme döneminde daha iyi gıda almalıdırlar ve bunun için daha çok avlanmalıdırlar. Buna rağmen bu süre içerisinde yavru kilo alırken anne sürekli kilo kaybeder.

Bilinci olmayan bir hayvandan beklenen yavrusunu doğurduktan sonra bırakıp gitmesidir. Çünkü hayvanlar bu küçük canlıların ne olduklarının bile şuuruna varamazlar. Ancak buna rağmen bu yavruların bütün sorumluluğunu üzerlerine almaları ancak Allah'ın ilhamıyla ve Rahman sıfatının tecellisiyle mümkün olur.

Milli Gazete

5 Ağustos 2008 Salı

İyiler ittifak etmezlerse yeryüzünde bozgunculuk ve zulüm olur

Kötülerin tepkisini çekmemek ve onların kötülüklerinden sakınmak için bazı kimseler, haksızlıklara karşı kayıtsız kalabilmektedirler. Halk içinde kullanılan “suya sabuna dokunmamak”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi tabirler bu kişilerin tavrını çok açık bir şekilde tarif etmektedir. Oysa vicdan sahibi insanların tavrı kesinlikle bu şekilde olamaz.

İyilik konusunda çekimser kalanlar bilmelidirler ki, onların olaylara karşı suskun ve ilgisiz tavırları kötülerin azgınlıklarını daha da artıracaktır. Örneğin bir yerde zavallı ve masum insanlar hiçbir sebep olmadan katledilirlerse ve iyilerden olduklarını iddia edenler olup bitenler karşısında hiç ses çıkarmaz, sessizce bu zulmü seyrederlerse onlar kötülere ve zalimlere aslında destek çıkmış olurlar.

Şu çok önemli bir gerçektir ki, hiç kimse yardım etmese bile Allah’ın yolunda olan samimi ve salih insanlara Allah mutlaka yardım eder ve onlara yaptıkları işlerde başarı verir. Bu, Allah’ın müminlere vaat ettiği bir müjdesidir. Allah, Peygamberimiz (sav) ve diğer elçilerine yardım edeceğini ayetlerde şöyle müjdelemektedir:

Siz O’na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O’na yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak O’nu (Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.” Böylece Allah O’na ‘huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, O’nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini (inkar çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40)

Bir zulüm karşısında iyilerden taraf olduğunu söyleyen her insanın elinden gelen her türlü desteği gücünün sonuna kadar vermesi gerekir. Bunun için yapması gereken ilk şey de, hangi tarafta olduğunu açık bir şekilde ortaya koymasıdır. Çünkü sessiz ve seyirci kalan, karşı koymak için elindeki imkanları kullanmayan bir insanın samimiyetinden, dürüstlüğünden şüphe edilir. Baştan beri üzerinde durduğumuz gibi kötülerin ittifakına destek olmak için mutlaka onların yanında olmak gerekmez. Onların yaptıklarına kayıtsız kalmak da bir nevi onlara destek olmak anlamına gelmektedir. Allah Hud Suresi’nde insanları, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur...” (Hud Suresi, 113) şeklinde uyarmaktadır. Kayıtsız kalarak destek olmak da zulme eğilim göstermenin başka bir şeklidir. Erdemli olan davranış, bir insanın kötüleri gördüğü anda, kendisine zarar vermiyor olsa bile, o kişinin kötülüğünü engellemek için akılcı bir çaba yürütmesidir. Aksi takdirde kötülerle isteyerek veya istemeyerek de olsa işbirliği yapmış olur; ki, bu da kendi aleyhinedir. Allah hesap günü iyilerin ve kötülerin tarafında olanların durumunu şöyle haber vermektedir:

Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler. Kim bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) “Yaptıklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?” (denir). (Neml Suresi, 89-90)

29 Temmuz 2008 Salı

İyiler çekişmelerden kaçınarak birlik olmalıdırlar

Birlik, beraberlik, dayanışma, dostluk, fedakarlık, yardımlaşma, gözetip kollama ve benzeri özellikler Kuran ahlakının temelini oluşturan güzelliklerden bazılarıdır. İslam dininde insanlar hep hoşgörü, sevgi ve barış dolu, insanların birbirlerine karşı anlayış gösterdikleri, huzurlu bir ortamda yaşarlar. Bu özelliklere sahip toplumlar ise her zaman için daha hızlı gelişebilir ve güç kazanabilirler. Çünkü, birlik ve beraberlik sağlandığında, toplumun bireyleri güç ve enerjilerini tartışmalara, kavgalara, sürtüşmelere, çatışmalara, savaşlara değil, hep hayır ve güzellik dolu işlere yönlendireceklerdir. Ayrıca herkesin emeğini, gücünü, şevkini kattığı, birbirine maddi ve manevi yönden destek sağladığı işlerde büyük bir bereket ve güzellik oluşacaktır.
Ancak herşeyden önemlisi birlik ve beraberlik içinde hayır için çalışan insanlara Allah Katından bir yardım, bir destek ve güç verileceği müjdelenmiştir. Bu nedenle Allah bazı ayetlerinde müminlere birbirleriyle çekişmemelerini, yoksa güçlerinin gideceğini ve zayıf düşeceklerini hatırlatmıştır. Bu ayetlerden biri şöyledir:
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

İyiler ve dostlar arasında birleştirici bir rol üstlenmek Allah'ın tavsiye ettiği bir ahlaktır. Özellikle kötülerin azgınlıklarının arttığı bir dönemde müminler arasında kırgınlık, küsmek, alınganlık, çekişme gibi şeytandan olan pislikler kesinlikle barındırılmamalıdır. Bu tür durumları gidermek için çaba gösteren, birleştirici ve uzlaştırıcı bir tutum izlemek güzel bir ibadettir. Allah bunu bir ayette şöyle bildirir:
Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)

Çekişmek, sürtüşmek, düşmanlık, kin, nefret gibi duyguların tamamı şeytanın insanlar üzerindeki telkini ile oluşan kötü ahlak özellikleridir. Salih Müslümanlar hiçbir zaman bu hislerle hareket etmezler, daima ihlaslı, tevazulu, dostane ve birbirlerine karşı düşkün ve sevgi doludurlar. Halis niyetli olmayan insanlar en yakın arkadaşlarının, hatta öz kardeşlerinin dahi başarılarını, güzelliklerini çekemeyebilir, haset ederek düşmanlık gösterebilirler. Ancak salih bir Müslüman diğerlerinin başarılarıyla ve güzellikleriyle kıvanç duyar, bunlara kendisininmiş gibi sevinir, Allah'a hamd eder. Hatta bu kişinin güzelliklerinin ve başarılarının daha da artması için ona yardımcı olur, gerekirse yol gösterir. Bu ahlaka sahip olmayan insanlar ise bilakis başarısının yollarını tıkamaya çalışırlar. Rekabet, kıskançlık gibi hisler ise hayır yolunda yapılan işlerdeki ihlası kırar, bu da devamında o işin bereketini ve güzelliğini kaçırır.

20. yüzyılın en önemli İslam alimlerinden olan ve yazdığı eserlerdeki samimiyeti ile dikkat çeken Bediüzzaman Said Nursi, Kuran'ın bir tefsiri mahiyetinde hazırladığı Risale-i Nur Külliyatı'nda bu konuların üzerinde çok detaylı olarak durmuştur. Bediüzzaman müminlerin yaptıkları işlere rekabet gibi nefsin pisliklerinin karışmaması gerektiğini bir sözünde şöyle ifade etmiştir:
"Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilmi hakikatla maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz. Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak…" (Lemalar, s. 157-158)

Bediüzzaman Said Nursi'nin de belirttiği gibi Kuran ahlakına hizmet, inananların omuzlarında taşıdıkları bir hazine hükmündedir, son derece değerlidir. Herkesin bu değerli hizmette fedakarane bir yardımı ve desteği olmalıdır. Bu kıymetli hizmette şevk ve heyecanla göreve koşan bir mümini kıskanmak ya da kendine rakip olarak görmek salih bir Müslümana yakışmaz. Kıskanmak bir yana onun bu azmiyle gurur duyması ve desteklemesi gerekir.

Kıskançlık, şeytanın ittifakının bir vasfıdır. İhlasla çalışmanın içinde böyle bir kötülüğün yer alması ittifakın gücünü kırmaktan başka bir şeye yaramaz. Gücün gitmesi de sadece kötülerin ittifakına fayda verecektir. Bediüzzaman'ın da söylediği gibi bu hastalıkların tek çaresi nefsinden taraf olmayıp, daima dostuna taraf olmaktır.

Bediüzzaman İhlas Risalesi'nde ise, müminlerin aynı bir fabrikanın çarkları gibi birbirleriyle son derece uyumlu ve birbirlerini tamamlayıcı yönde hareket etmeleri gerektiğini, birbirlerinin gıpta damarlarını tahrik edecek tavır ve konuşmalardan kaçınmalarını söylemiştir:
...Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa'ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak. İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kuran'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız… (Lemalar, sf. 160-161)

Bu örnekte de olduğu gibi, nasıl fabrikanın çarkları birbiriyle uyumlu, rekabetten uzak çalışıyorsa ve hiçbiri bir diğerinin önüne geçmiyorsa ve ancak bu şekilde üretim kusursuz, eksiksiz ve zamanında elde edilebiliyorsa, Allah rızası için hayır yolunda çaba gösteren müminlerin de aynı uyum içinde hareket etmeleri gerekir. Birbirlerinin eksiklerini araştırmadan, kusurlarını görmeden, hatta biri bir diğerinin eksiğini tamamlayarak çaba göstermelidirler. İnkarcıların şiddetle ittifak halinde olduğu, müminlere karşı kin ve nefretlerinin ağızlarından taştığı, zavallı insanlara, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedildiği bir ortamda, bu mazlum insanlar vicdan sahibi kimselerden medet ummaktadırlar. O halde samimilerin, vicdanlıların, dürüstlerin, akıl sahibi, salih insanların güçlerini birbirlerine karşı kullanmalarının Allah Katında büyük bir sorumluluğu olabilir. Müminlerin birbirleriyle ittifakı, yardımlaşmaları, aralarındaki dostlukları, tesanütleri, muhabbetlerini artırmaları ve hiçbir an ittifaklarını zayıflatacak bir ihtilafa düşmemeleri son derece önemlidir.

Hiçbir dünyevi hırsı bulunmayan, hayır olarak gördüğü her davranışı, her eseri, her faaliyeti kendisine bir pay çıkarmadan, benim senin ayırımı yapmadan hayır için kullanan, kıskançlık, rekabet gibi nefsin pisliklerinden sakınan insanların dayanışmaları kötü niyetli şer ittifakını mutlaka yıldıracaktır.


Milli Gazete