29 Aralık 2009 Salı

Neden Bazı Müslümanlar Evrim Teorisini Savunuyorlar? - 1

Tarihin her döneminde insanlar evrenin ve canlıların kökeni üzerinde düşünmüş ve bu konuda çeşitli fikirler ortaya atmışlardır. Bu fikirleri evreni materyalist bakış açısıyla açıklamaya çalışanlar ve Allah'ın tüm kainatı yoktan var ettiğini -yani yaratılış gerçeğini- görenler olmak üzere iki başlık altında toplamak mümkündür.

Evrim teorisi materyalist felsefe üzerine bina edilmiştir. Materyalist bakış açısı, evreni oluşturan maddenin, var olan yegane varlık olduğunu iddia eder. Bu batıl inanışa göre madde sonsuzdan beri vardır ve maddeye hakim olan bir başka güç yoktur. Materyalistler, evrenin tesadüfler sonucunda kendiliğinden şekillendiğini, canlılığın ise zaman içerisinde yine kör tesadüfler sonucu cansız maddelerden evrimleşerek meydana geldiği yanılgısını kabul ederler. Bu yanılgıya göre, yeryüzündeki tüm canlılar doğal etkiler ve tesadüfler sonucu ortaya çıkmışlardır.

Diğer bir deyişle, materyalist felsefe canlılığın oluşumunu evrim teorisiyle açıklamaya çalışır. Evrim teorisi ile materyalist felsefe birbirini tamamlayan iki düşünce sistemidir. Eski Yunan'da doğan bu birliktelik, 19. yüzyılın ilkel bilim anlayışı içinde yeniden gündeme getirilmiş ve evrim teorisi materyalizme sözde bir destek oluşturduğu için -bilimsel olup olmadığına bakılmaksızın- materyalistler tarafından derhal kabul görmüştür.

Evrim teorisinin karşısında ise yaratılış gerçeği yer alır. Bu gerçeğe göre madde sonsuzdan beri var değildir, başıboş da değildir; Allah maddeyi yoktan yaratmış ve düzenlemiştir. Canlılar da yine Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur. Evrendeki ve canlılardaki büyük tasarım, hesap, denge ve düzen, bu gerçeğin açık kanıtlarıdır.

İnsanın akıl ve gözlem yoluyla kavrayabileceği yaratılış gerçeği, tarihin başından bu yana din yoluyla insanlara öğretilmiştir. Tüm İlahi dinler, Allah'ın tüm kainatı yoktan, "Ol" emri ile yarattığını ve kainattaki kusursuz işleyişin Allah'ın üstün yaratma gücünün bir delili olduğunu bildirmişlerdir. Kuran'ın pek çok ayetinde de bu gerçek bizlere bildirilmiştir. Allah "Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117) ayetiyle kainatı yoktan ve mucizevi biçimde yarattığını bildirmektedir. Enam Suresi'nde ise şu şekilde buyrulmaktadır:

O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır. Sur'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 73)

Günümüzde bilim, materyalist-evrimci iddianın geçersizliğini göstermekte ve yaratılış gerçeğini doğrulamaktadır. Evrim teorisinin iddiasının aksine, çevremizi saran her bir yaratılış delili kainatta tesadüfe asla yer olmadığını bizlere göstermektedir. Göklerin, yeryüzünün ve tüm canlı varlıkların incelenmesi ile ortaya çıkan her detay Allah'ın büyük güç ve kudretinin birer delili niteliğindedir.

22 Aralık 2009 Salı

Neden bazı Müslümanlar Evrim teorisini savunuyorlar? - 2

Materyalizm ile Allah inancı arasındaki fikri ayrılık, din ile dinsizlik arasındaki en temel farktır. Allah Kur'an'da inkar edenler için, "Yoksa onlar, hiçbir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?" (Tur Suresi, 35) buyurarak, onların yaratılış karşısındaki batıl iddialarına dikkat çeker. İnkarcılık, tarihin başından bu yana, evrenin ve insanların "yaratılmamış" oldukları yalanını öne sürmüş, bu saçma iddiayı bir şekilde makul gösterebilmek için çeşitli yollar aramıştır ve 19. yüzyılda Darwin'in teorisi ile, bu konuda en büyük girişimini yapmıştır.

Bu konuda fikri bir "uzlaşma" aramak, Müslüman için söz konusu değildir. Elbette insanlar istedikleri gibi düşünebilir, istedikleri teoriye inanabilirler. Ama ortaya atılma sebebi Allah'ı ve yaratılışı inkar etmek olan bir teori ile "uzlaşmak" mümkün değildir. Böyle boş bir çabaya girmek, dinin temelinden taviz vermek olur ki, bunun kabul edilmesi mümkün değildir.

Nitekim böyle bir girişimin dine zarar vermek anlamını taşıdığını bilen evrimciler, dindarları bu girişime zorlamak için çaba göstermektedirler.

Evrim teorisini körü körüne savunan bilim adamları, bilim alanında yaşanan ilerlemeler karşısında her geçen gün daha büyük bir açmaza girmektedirler. Çünkü her yeni gelişme teorilerinin aleyhinde olmakta ve yaratılış gerçeğini tasdik etmektedir. Bu nedenle de evrimci literatürde bilimsel deliller değil, demagojiler ağırlıktadır. Öte yandan en önde gelen evrimci bilim dergileri dahi evrim teorisinin çıkmazlarını itiraf etmek zorunda kalmaktadırlar. Bilimsel tartışmalar yaratılışı savunan bilim adamlarının kesin zaferleriyle sonuçlanmakta, evrimcilerin çaresizliklerine tüm dünya tanık olmaktadır.

İşte bu noktada bir diğer yanılgı olan evrimsel yaratılış görüşü, materyalist çevrelerin imdadına yetişmektedir. Evrimciler, inanç sahibi kişilerin desteğini alabilmek ve onların evrim teorisi karşısında yaptıkları fikri mücadeleyi zayıflatabilmek için, "evrimsel yaratılış fikri"ni el altından destekleyerek farklı bir yol denemektedirler. Kendileri Allah'a inanmadıkları, tesadüfü ilahlaştırdıkları, yaratılış gerçeğine tamamen karşı oldukları halde, teorilerinin kabulünü hızlandıracağını düşündükleri için, bazı kimselerin Allah'ın canlıları evrimle yarattığı fikrine karşı sessiz kalır, hatta çoğu zaman bu fikri teşvik ederler. Ancak bu yalnızca bir taktiktir. Evrimciler dine ve yaratılış gerçeğine şiddetle karşıdırlar. Hatta yaratılış gerçeğinin çoğunluk tarafından kabul görmesini engellemek için gerekirse evrim teorisi ile yaratılış arasında bir uyum varmış gibi gösterilebileceğini, bunun yaratılışı savunanların gücünü kıracağını savunurlar.

Bu durumda Allah'ın tüm kainatın Yaratıcısı olduğuna iman edip, bilimin ortaya koyduğu gerçekleri göz ardı ederek evrim teorisine destek vermek, üstelik Kur'an'daki açık izahları görmezlikten gelerek evrimin Kur'an'a uygun olduğunu iddia etmek çok hatalı bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımı benimseyen inançlı kimseler, gerçekte materyalist felsefe yararına ortaya atılmış bir düşünceye destek vermekte olduklarını fark etmeli ve bundan vazgeçmelidirler.

15 Aralık 2009 Salı

Neden bazı Müslümanlar Evrim teorisini savunuyorlar? - 1

Tarihin her döneminde insanlar evrenin ve canlıların kökeni üzerinde düşünmüş ve bu konuda çeşitli fikirler ortaya atmışlardır. Bu fikirleri evreni materyalist bakış açısıyla açıklamaya çalışanlar ve Allah'ın tüm kainatı yoktan var ettiğini -yani yaratılış gerçeğini- görenler olmak üzere iki başlık altında toplamak mümkündür.

Evrim teorisi materyalist felsefe üzerine bina edilmiştir. Materyalist bakış açısı, evreni oluşturan maddenin, var olan yegane varlık olduğunu iddia eder. Bu batıl inanışa göre madde sonsuzdan beri vardır ve maddeye hakim olan bir başka güç yoktur. Materyalistler, evrenin tesadüfler sonucunda kendiliğinden şekillendiğini, canlılığın ise zaman içerisinde yine kör tesadüfler sonucu cansız maddelerden evrimleşerek meydana geldiği yanılgısını kabul ederler. Bu yanılgıya göre, yeryüzündeki tüm canlılar doğal etkiler ve tesadüfler sonucu ortaya çıkmışlardır.

Diğer bir deyişle, materyalist felsefe canlılığın oluşumunu evrim teorisiyle açıklamaya çalışır. Evrim teorisi ile materyalist felsefe birbirini tamamlayan iki düşünce sistemidir. Eski Yunan'da doğan bu birliktelik, 19. yüzyılın ilkel bilim anlayışı içinde yeniden gündeme getirilmiş ve evrim teorisi materyalizme sözde bir destek oluşturduğu için -bilimsel olup olmadığına bakılmaksızın- materyalistler tarafından derhal kabul görmüştür.

Evrim teorisinin karşısında ise yaratılış gerçeği yer alır. Bu gerçeğe göre madde sonsuzdan beri var değildir, başıboş da değildir; Allah maddeyi yoktan yaratmış ve düzenlemiştir. Canlılar da yine Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur. Evrendeki ve canlılardaki büyük tasarım, hesap, denge ve düzen, bu gerçeğin açık kanıtlarıdır.

İnsanın akıl ve gözlem yoluyla kavrayabileceği yaratılış gerçeği, tarihin başından bu yana din yoluyla insanlara öğretilmiştir. Tüm İlahi dinler, Allah'ın tüm kainatı yoktan, "Ol" emri ile yarattığını ve kainattaki kusursuz işleyişin Allah'ın üstün yaratma gücünün bir delili olduğunu bildirmişlerdir. Kur'an'ın pek çok ayetinde de bu gerçek bizlere bildirilmiştir. Allah "Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117) ayetiyle kainatı yoktan ve mucizevi biçimde yarattığını bildirmektedir. Enam Suresi'nde ise şu şekilde buyrulmaktadır:

O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "Ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır. Sur'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 73)

Günümüzde bilim, materyalist-evrimci iddianın geçersizliğini göstermekte ve yaratılış gerçeğini doğrulamaktadır. Evrim teorisinin iddiasının aksine, çevremizi saran her bir yaratılış delili kainatta tesadüfe asla yer olmadığını bizlere göstermektedir. Göklerin, yeryüzünün ve tüm canlı varlıkların incelenmesi ile ortaya çıkan her detay Allah'ın büyük güç ve kudretinin birer delili niteliğindedir.

8 Aralık 2009 Salı

Kur'an'da diriliş örnekleri

Yaratma da diriltme de tamamen Allah'ın elindedir ve Allah'ın, aynı yaratmada olduğu gibi diriltmede de bir sebebe ihtiyacı yoktur. Bunun Kur'an'da pek çok örneği vardır.

Kur'an'da bildirildiği gibi, insan ölüp toprağa karıştıktan sonra ahiret gününde yeni bir yaratılışla diriltilecektir. Ayetlerde şu şekilde bildirilir:

Bu, şüphesiz, onların ayetlerimizi inkar etmelerine ve: "Biz kemikler haline geldikten, toprak olup ufalandıktan sonra mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?" demelerine karşılık cezalarıdır. Görmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler. (İsra sûresi, 98-99)

Ayetlerde de görüldüğü gibi, inkar edenler, insanların ölüp, toprak olduktan sonra yeniden yaratılacaklarına inanmamaktadırlar. Bu örnek evrim teorisinin içinde bulunduğu durumu da özetlemektedir. Çünkü kıyamet gününde insanların bedenlerini yoktan var edecek olan Rabbimiz, ilk insan olan Hz. Adem'i de yoktan var etmiştir. Bu ayetler Kur'an'a inanan, ancak evrim düşüncesini savunmada ısrarlı davranan inanç sahibi kişiler için de çok büyük önem taşımaktadır.

Allah, "Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız..." (Enam sûresi, 94) ayeti ile de insanın ahiret gününde yeniden yaratılışına işaret etmektedir. Ayette insanların ahiretteki yaratılışlarının "ilk yaratılışları" gibi olduğu açıklanmaktadır. Ölüp toprak haline gelen insan, ahirette yeniden bir yaratmayla yoktan yaratılacaktır ve insan halinde olacaktır. Dolayısıyla insanın ilk yaratılışı da buna benzemektedir ve aşama aşama değil, bir anda, mucizevi şekilde gerçekleşmiştir.

Kur'an'da yeniden diriliş ile ilgili daha pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Hz. Musa'nın kavmine Allah böyle bir olay yaşatmıştır. Allah bu kavmi öldürüp, sonra da diriltmiştir. Bu olay Kur'an'da şöyle anlatılır:

Ve demiştiniz ki: "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız." Bunun üzerine yıldırım sizi (kendinizden) almıştı. Ve siz bakıp duruyordunuz. Sonra şükredesiniz diye, sizi ölümünüzden sonra dirilttik. (Bakara sûresi, 55-56)

Kur'an'daki bir başka kıssada ise bir başka ölüp-dirilme olayına rastlanmaktadır. Olay yine Hz. Musa'nın kavminin başından geçmiştir. Allah bu kişilere öldürdükleri cesede daha önceden kestikleri ineğin bir parçasıyla vurmalarını emretmiştir. Allah, bunu ayette de belirtildiği gibi, bu insanlara ölüleri dirilttiğini göstermek ve onların imanlarını sağlamlaştırmak için yapmıştır. Bu apaçık bir mucizedir. Ancak ayetin devamında da görüleceği gibi, bu mucizenin ardından bu kişilerin kalpleri yine katılaşmıştır. (Bakara sûresi, 72-74)

Bu konuda Kur'an'da verilen bir diğer örnek ise öldükten sonra dirilmeye inanmayan bir kişinin durumudur. Ayetlerde bildirildiği üzere Allah bu kişiyi yüz yıl ölü bırakmış ve sonra da diriltmiştir. Ancak aradan yüz yıl geçmesine rağmen bu kişi kendisinin bir gün ya da bir günden az kaldığını düşünmüştür. Gerçeğin kendisine haber verilmesi karşısında bu kişi iman etmiştir. Kur'an'da bu olay şöyle bildirilir:

Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: "Ne kadar kaldın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. (Allah ona:) "Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir." (Bakara sûresi, 259)

Bu konuda Kur'an'da verilen örneklerden biri de Kehf Ehli'dir. Bu kıssayı diğerlerinden ayıran fark, Kehf Ehli'nin öldürülmemesi, sadece bir insanın normal ömründen çok daha uzun süren bir uykuya dalmalarıdır.

İnançlı gençlerden oluşan Kehf Ehli (mağara sahipleri), içinde yaşadıkları kavim Allah'a şirk koşarak, Allah'tan başka ilahlar edindiği için kavimlerinden uzaklaşıp, bir mağaraya sığınmışlardır. Ancak Allah, Kehf Ehli'ne üç yüzyıldan fazla süren bir uyku vermiş ve böylece onları mucizevi bir şekilde mağarada uyutmuştur. Bu olay Kur'an'da şöyle bildirilir:

Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). (Kehf sûresi, 11)

Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz." (Kehf sûresi, 25-26)

Ancak bir zaman sonra Allah, Kehf Ehli'ni uykularından uyandırmıştır. Bu olay da ayetlerde şöyle haber verilmektedir:

Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. (Kehf sûresi, 12-13)

Fakat onlar bu kadar uzun bir süre uyuduklarının farkında değildirler. Hatta bir gün ya da bir günün birkaç saatlik kısmı kadar kaldıklarını düşünmektedirler. Oysa üç yüz yılı aşkın bir süre uyumuşlardır. Konuyla ilgili ayet şöyledir:

Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin." (Kehf sûresi, 19)

Kur'an'da verilen bu gibi örnekler Allah'ın yaratma ve öldürme konusunda hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığını açıkça göstermektedir.

1 Aralık 2009 Salı

Allah İslam ahlakını yeryüzüne mutlaka hakim kılacaktır

Bayram günlerinde Müslümanların ruhlarına sevgi ve saygı hakim olur. Bu günlerde dargınlıklar sona erdirilir, insanlar birbirlerini bayramlaşarak veya hediyeleşerek sevindirme gayreti içerisinde olurlar. Müslümanlar sahip oldukları Kur'an ahlakı nedeniyle birbirlerine iyilikte bulunur, güzel söz söyler, temiz mekanlarda ağırlar, yiyecekler ikram eder, fedakarlık gösterirler. Ancak bu ahlak yapısı yalnızca Bayram günlerinde yaşanmakla kalmamalıdır. Bu sevgi ruhunun insanın tüm yaşamını kapsaması gerekir. Çünkü samimi Müslümanlar, güzel ahlakı insanlar için değil yalnızca Allah'ın rızasını kazanabilmek için yaşar. Dolayısıyla bir Müslüman'ın iyilik yapması karşısındaki kişinin davranışına bağlı değildir. Müslüman karşılıksız iyilikte bulunur.

Allah Müslümanları birbirlerine kardeş hükmünde yaratmıştır. Aynı öz kardeşlerin birbirlerini sevmesi, koruması gibi kuvvetli bir bağ tüm Müslümanların arasında yaşanmalıdır. Allah inanan kullarının, Kendi yolunda "sanki birbirleriyle kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlanmalarını" istemektedir (Saff Suresi, 4).

Allah'ın bu buyruğunu yerine getiren inançlı bir topluluğun Allah'ın izni ile maddi veya manevi zarara uğraması mümkün değildir. Gözünüzün önüne başkalarının menfaatini kendi menfaatinden önde tutan, komşusu aç iken yemek yemeyen, fakiri fukarayı koruması altına alan, kimseyi ezmeyen, zayıfları asla görmezlikten gelmeyen bir şahsiyet modeli getirin. Şimdi bu modeli bir şehrin insanlarına yerleştirin. Böyle bir şehirde nasıl bir yaşamın hakim olacağını düşünün. Sonra bu ahlak yapısının bir ülkeye hakim olduğunu düşünün. Böyle bir ülkenin vatandaşları arasında husumet, kavga hatta anlaşmazlığın bile yaşanması mümkün değildir. Çünkü vatandaşlar birbirlerini kardeşleri olarak görecek, görüşleri ne kadar farklı olursa olsun asla birbirlerinin kötülüğü için gayret etmeyeceklerdir.

Bahsedilen bu model bir ütopya değildir. Tarihte ve günümüzde yaşayan tüm mümin topluluklarının arasında böyle bir bağ vardır. Hak yolda olan mümin toplulukların tüm bireyleri Allah'ın rızasını kaybetmekten şiddetle korkan insanlardır. Bu nedenle bu kişiler birbirlerine seslerini bile yükseltmekten sakınırlar. Birbirlerini canları pahasına bile olsa korurlar. Allah aralarında kardeşlik ilişkisi yaşanan bu Müslüman topluluğa muazzam bir güç verir. Kuran'da samimi Müslümanların sahip olduğu bu güce şöyle dikkat çekilmektedir:

"Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar şöyle dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 249)

İman sahibi insanların Allah'a karşı duydukları bağlılık ve kadere olan teslimiyetleri onların üzerinden maddi ve manevi olarak rahatsız edebilecek her türlü sebebi ortadan kaldırır. Çünkü Müslüman Allah'ın seçip beğenip yarattığı her olayı sevinçle karşılar. Eğer bir topluma üzüntü, karamsarlık, mutsuzluk hakimse bunun nedeninin İslam ahlakını yaşamamaktan kaynaklandığının anlaşılması gerekmektedir. Allah Kur'an ahlakına sahip kullarının 'olumsuz' gibi görünen tüm yaşadıkları olayları 'hayra' ve 'iyiliğe' dönüştürür. Bu Allah'ın adetullahıdır.

Ahlaken seçkin milletimiz de Kur'an'ın öğrettiği bu gerçekleri öğrenip yaşamaya gayret ettiği müddetçe Allah'ın vaad ettiği güce ve yenilmezliğe ulaşacaktır. Bu Türk milletinin geçmişte kaderi olmuştur. İnşaAllah gelecekte de kaderi bu yöndedir.

Yazımızı sonlandırırken bir noktayı daha hatırlatmak isteriz; İnsanı Müslüman yaratan Allah'tır. Bu nedenle yeryüzünde Müslüman olarak yaratılmış olanlar, sahip oldukları bu büyük nimetin farkında olmalıdırlar. Allah ahirette "inkar edenlerin Müslüman olmayı nice kereler dileyeceklerini" (Hicr Suresi, 2) bildirmektedir. Bu nedenle Müslümanlar Müslümanlıklarını tam hakkıyla yani Kur'an-ı Kerim'e ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine uygun olarak yaşama gayret etmelidirler.

Tüm Müslüman dünyasının geçmiş Kurban bayramını kutlar, bir sonraki bayramımızı Türk-İslam Birliği çatısı altında kutlamayı Yüce Rabbimden niyaz ederim.

24 Kasım 2009 Salı

İbadete ve kul olmaya yanaşmayanlar

Bediüzzaman maddeyi ilah edinen felsefecilerin durumunu şöyle anlatmaktadır: "Firavunlaşmış maddiyyun (maddeciler, mâneviyata inanmayanlar felsefeciler) gibi, «Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar» mı tahayyül ediyorlar ki, îmândan, ubûdiyetten (ibadet ve kulluktan) istinkâf ederler (çekinirler). Demek kendilerini birer Hâlık (yaratıcı) zannederler. Halbuki birtek şeyin Hâlıkı, herbir şeyin Hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet (son) derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûb bir âciz-i mutlakı, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Mâdem bu derece akıldan, insâniyetten sukut etmişler (alçalmışlar). Hayvandan, belki cemadattan (cansız cisimlerden) daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma (üzüntü duyma). Bunları dahi, bir nevi muzır (zararlı) hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme." (25.Söz)

İnsanların bir kısmı kendilerinde muazzam bir güç var zanneder ve Allah'a karşı büyüklenirler. Allah'a karşı aczini bilmeyen, O'nun ayetlerinden yüz çeviren herkes şeytanın oyununa kanmış demektir. Çünkü çok açık bir gerçek vardır ki, yeryüzündeki ve insanın bedenindeki tüm sistemlerin üzerinde hiçbir kişinin tasarrufu bulunmamaktadır. İnsanların teknoloji olarak isimlendirdiği, hayatlarını kolaylaştırmak için geliştirdikleri sistemlerin tümünden çok daha üstün sistemler doğada bulunmaktadır. Bilim adamları bu muazzam akılı incelemekte ve tasarımlarını doğaya bakarak geliştirmektedir. Tüm bu gerçekler orta iken tek bir sineğin uçuşundaki mükemmelliğe yetişemeyen, gözle görülemeyen mikroplara karşı yenilen insanlar müthiş bir kibir içine girmektedirler.

İnsan çok az düşünse, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmediğini, ne kadar kalacağını bilmediğini, hayatında bir an sonrasından habersiz olduğunu, sahip olduğu fiziksel özelliklerin kendi seçimiyle kendisine verilmediğini rahatlıkla görür. Bu gerçekler karşısında insanın Bediüzzaman'ın belirttiği gibi Allah'a ibadetten çekinmesi büyük bir akılsızlıktır. Bu kişiler ölümlerinin ardından Allah'ın huzuruna çıktıklarında çok küçük düşecekler, dünyada akıl dışı ve mantıksız davranmış olduklarını göreceklerdir.

Kendisi kendisini köreltmeyen her insan Allah'ın büyüklüğünü, her şeyi yoktan var ettiğini, insanlara sahip oldukları bütün imkan ve özellikleri verenin O olduğunu, dilediği anda hepsini geri alabileceğini anlar. Tüm canlılar ölümlüdür, baki (varlığının sonu olmayan) sadece Allah'tır. Yaratıldığını bilen bir insanın kibirli ve azgın bir tavır içinde olması mümkün değildir. Ancak ölümlü olduğunu unutacak kadar akıl zafiyeti yaşayan bir insan yaratılmış olduğunu inkar edebilir.

Allah Kuran'da bizlere yarattığı insanlardan bir kısmının son derece zalim ve kibirli olacağını şöyle bildirmektedir:

"İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 77-79)

Allah'ın bilinmesi, tanınması ve sevilmesi vicdan meselesidir. İnsanların bir kısmı karşılarında MUCİZE bile getirilse yine inanmazlar. Bu nedenle yaratılış harikalarını görebilen insanlar bir takım bilim adamlarının veya felsefecilerin iman etmiyor olmalarına bakarak kendi gördükleri gerçekten yüz çevirmemelidirler. Her toplulukta bu tarz bireylerin bulunacağı Allah'ın bildirdiği bir gerçektir:

"İki seddin arasına kadar ulaştı, onların önünde hemen hemen hiçbir sözü kavramayan bir kavim buldu."(Kehf Suresi 92-93)

17 Kasım 2009 Salı

Evrimcilerin en çok tekrarladıkları kelime "Mucize"

Meydan Larousse'da 'mucize' kelimesi "insan aklının ölçülerini aşan tabiat yasalarının dışına çıkan, dini inanca dayanan oluş" olarak tanımlanır.

Bir olay veya bir varlık için mucize kelimesini kullanan bir kişi doğanın dışında var olan bir güce inanıyor demektir. Çünkü mucize 'doğaüstü' olaylara verilen isimdir. Oysa evrim teorisine göre her şey doğanın eseridir. Evrimciler sahip oldukları bu ön kabul ile gördükleri bilimsel gerçekleri ifade ediş tarzları arasında büyük bir çelişkiye düşerler. Doğanın kendisinden 'doğaüstü' bir olay beklemenin mantıksızlığı çok açıktır. Dolayısıyla evrimciler her mucize kelimesini zikrettiklerinde aslında gerçekte varlık aleminin dışında bir gücün varlığını kabul etmiş olmaktadırlar.

Burada evrimcilerin zihinlerinde yaşadıkları bu ikilemin ifadelerine nasıl yansıdığına kısaca değinmek istiyorum.

NTV'de yayınlanan The Human Body isimli belgeselde insan vücudu ve insanın doğumu hakkında birçok bilgi verilirken, belgeselde en çok tekrarlanan cümlelerden biri "bu evrimin bir mucizesidir" idi.

Rockefeller Üniversitesinde 20 yılı aşkın bir süre iç kulağı inceleyen David Corey işitme duyumuz için şu açıklamayı yapmıştı: "Tüylü hücrelerin mekanikleri inanılmaz. Bir tüy demetinin hareketi "adeta sihirli bir biçimde" duymamıza olanak sağlıyor. Bu hücreler öylesine muhteşem ki onlara bakmaktan asla yorulmuyorum.

Geo dergisinin Ağustos 2008 sayısında Martin Paetsch'in yumurtanın yapısı hakkında yazdığı makalenin başlığı "Yumurta Mucizesi" idi. Paetsch yaptığı araştırmaların sonucunu okuyucularına şöyle aktardı: "Bu dahiyane kapsülün barındırdığı inceliğin güzel bir örneği tavuk yumurtasıdır. Bu günlük besinimiz, mühendislerin çok şey öğrenebileceği biyolojik bir mucizedir. Hem sağlamdır, hem kolay açılır. İçeriğini kurumaya karşı korur ama yeterli gaz alışverişine de izin verir."

Prof Dr. Ali Demirsoy ise gözün müthiş kompleks yapısını tesadüflerle açıklayamadığı için, klasik evrimsel sahtekar üsluba başvurur: "Fakat tam oluşmuş bir gözün meydana gelmesi (memeli gözü gibi) birkaç yüz milyon yıldan eskiye uzanmaz. Bu karmaşık bir organın bu kadar kısa sürede oluşması evrimsel bir mucize kabul edilmektedir." (Kalıtım ve Evrim,s.74)

Evrimci bilim adamları bir yandan evrimin tamamen şuursuz tesadüfler zinciri olduğunu savunurken bir yandan da doğadaki harikalıkları tamamen tesadüf zıttı kelimelerle açıklarlar. Evrimciler tesadüflere dayalı evrimin bilinç sahibi olduğunu, ne yaptığını bildiğini, planlama yaptığını ve bu planları uygulamaya koyduğunu, yaptığı planlara yönelik cansız varlıkları ve atomları kusursuzca organize ettiği, strateji belirlediğini iddia ederler.

Evrimcilerin içinde bulunduğu mantık zafiyetinin farkında olan İngiliz biyolog ve genetikçi C. D. Darlington bu konuda şunları söylemektedir:

"Bize insanoğlunun sanatı kademe kademe geliştirdiği ve sonunda tarihin ışığında ortaya çıktığı anlatıldı. Bu "yavaş yavaş" ve "adım adım" gibi insanın beynini uyuşturmak için kullanılan kelimeler sürekli olarak tekrarlandılar. Amaç büyük bir bilgisizliği örtmekti. Biri şu soruyu sormalıydı: Hangi kademeler? Ancak bu soruyu soran kişi de verilen yavan cevaplarla uyuşturuldu ve vazgeçti. Çünkü hiç kimse medeniyetin bir anda oluştuğunu düşünmek bile istemiyordu."

Evrim konusunda müthiş bir çıkmazın içinde olan Darwinistlerin mantığı, Kuran'da mucizeler görseler bile inanmayacakları bildirilen insanların mantığına benzer.

Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)

Evrimciler inceledikleri, araştırdıkları varlıkların harikalığını görüp bu harikalığı kendi dilleri ile 'mucize' olarak yorumlamalarına rağmen hala tesadüfün doğayı meydana getirdiklerini savunmaları , günümüzde de mucize gördüğü halde iman etmeyen insanlar bulunduğunun bir göstergesidir.

10 Kasım 2009 Salı

Bilim dünyasının hayran olduğu 0.5 gr'lık hücre topluluğu

Bu et parçasının ismi Hipofiz bezidir. Nohut büyüklüğündedir. Beynin hipotalamus bölgesine küçük bir sap ile bağlıdır. Bu bağlantı sayesinde hipotalamustan doğrudan emir alır. Bu emir doğrultusunda gerekli hormonu üretir ve vücutta ihtiyaç duyulan düzenlemenin yapılmasını sağlar.

Hipofiz bezi insan vücudu üzerinde o kadar etkilidir ve o kadar harika işler başarır ki, bu sebeple uzun yıllar bilimsel araştırmaların konusu olmuştur ve halen de olmaktadır. Hatta bu küçük et parçası bir anlamda bilim dünyasının "saygısını" kazanmıştır. Birçok kaynakta hipofiz bezine, sahip olduğu olağanüstü yetenekler göz önünde bulundurularak, ilginç "yakıştırmalar" yapılmaktadır. Örneğin kimi kaynaklarda hipofiz bezi "hormon orkestrasının şefi" olarak tanımlanmaktadır. Bazı kaynaklarda da hipofiz bezine hormonal sistemin "şahı" yakıştırması yapılmaktadır. Aynı zamanda hipofiz bezi "olağanüstü biyolojik harika" olarak da tanımlanmaktadır.

Hipofiz bezi, 12 farklı hormon üretmektedir. Hipofiz bezi yalnızca belirli doku hücrelerini etkileyen hormonlar üretmekle kalmaz, aynı zamanda kendisinden çok uzakta bulunan diğer hormonal bezlerin çalışmalarını da düzenler. Bir anlamda yöneticilerin yöneticisi gibi çalışır. Burada öncelikle üzerinde durulması gereken konu, bir nohut büyüklüğündeki hipofiz bezinin nasıl olup da kendisinden çok uzakta bulunan bir başka hormonal beze emir verebildiğidir. Örneğin böbrek üstü bezindeki hücreler, hipofiz bezinden kendilerine ulaşan emri nasıl anlayıp yorumlarlar ve bu emre niçin itaat ederler?

Hipofiz bezinin ürettiği hormon, tam olarak hedeflenen hücrenin üzerinde bulunan alıcı antenlere uygun olarak tasarlanmıştır. Oysa hiçbir hipofiz hücresi mesaj gönderilen hormonal bezi görmemiştir. Hipofiz hücreleri böbrek üstü bezini oluşturan hücrelerin alıcılarının nasıl bir yaratılışa sahip olduğunu bilemezler. Bu, bir insanın kendisinden binlerce kilometre uzakta, başka bir ülkede bulunan bir evin, hiç görmediği kapısının üzerinde bulunan kilide uygun bir anahtarı, bir seferde hatasız bir şekilde yapmasına benzer. Hipofiz bezini oluşturan hücreler hiç görmedikleri bu kilitlere uygun anahtarı yapmayı nereden bilirler?

Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, bu sistemde hataya yer olmadığıdır. Eğer üretilen anahtar hedeflenen kapıyı açmazsa, yani üretilen hormon hedeflenen bölgede görevini yapmazsa bunun sonucu ölümdür. Örneğin eğer hipofiz bezinin ürettiği hormon böbrek üstü bezini hareket geçirmezse sonuç ölüm olur.

Hipofiz bezi ve böbrek üstü bezi iki hücre topluluğudur. Hücrelerin kendi aralarında haberleşmeleri, birbirlerinin dilinden anlamaları, bu haberleşme sonucunda üretime geçmeleri insanların gözlerinin önüne serilmiş gerçek bir mucizedir.

İnsan eğer biyoloji eğitimi almadıysa vücudunda meydana gelen bu muazzam olaydan haberdar dahi olmaz. Günlük yaşamda gördüğünüz insanların çoğu "hipofiz"in ne olduğunu bilmezler bile. İnsanı kuşatan bu bilgisizlik içinde onun yaşamı için gerekli olan tüm fonksiyonları hücrelere yaptıran Allah'tır. Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:

Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)

Hipofiz bezinin yaptığı işlemlerin yapay ortamda gerçekleşebilmesi için insan bedeninin bir çok noktasında hassas termometreler, damarların içine kanın yoğunluğunu ölçen özel aletler, damarların yüzeyinde kan basıncını ölçen alıcılar ve hücrelerin çalışma hızlarını kontrol eden mini laboratuvarlar yerleştirilmedir. Ardından vücudun her noktasına yerleştirilen bu binlerce mikro aletten gelen bilgiler çok gelişmiş bir bilgisayara aktarılmalı ve gerekli değerlendirmeler her saniye yapılmalıdır.

Bu değerlendirmelerin yapılması da tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda, mevcut verilere göre hangi tedbirlerin alınacağının belirlenmesi ve alınacak tedbirlerin uygulamaya konulması için hangi hücrelere, nasıl bir emir verilmesi gerektiğinin de bilinmesi gerekir. Şüphesiz günümüz teknolojisi ile insan bedeninin derinliklerine binlerce termometre, mini laboratuvar, basınç ölçer gibi aletler yerleştirmek henüz imkansızdır. Ancak mümkün olan en mükemmel tasarıma sahip özel bir sistem, insan vücudunun derinliklerine doğuştan yerleştirilmiştir.

Allah Kuran'da insanları 'gerçekleri araştırıp bulmaya' davet etmektedir (Cin Suresi,14). Bilim dünyasında yapay bir modeli üretilememiş olan hipofiz bezi hakkında daha detaylı araştırma yapmak, yaratılış hakkında gerçekleri görmek bakımından pek çok insan için çok faydalı bir başlangıç olacaktır.

3 Kasım 2009 Salı

Anne sütü yaratılış mucizesidir

Her yıl bebek maması üreten büyük şirketler milyonlarca dolar harcayarak anne sütünü incelemektedirler. Bu sütün yerini alabilecek yapay bir ürün henüz keşfedilememiştir. Ulaştıkları son noktada bebeğin değişen ihtiyaçlarına göre her aşamada özel bir beslenme şekline gereksinim duyduğunu görmüş ve bu ihtiyaçların tümünü an an karşılayabilecek tek besin maddesinin de anne sütünde hazır olduğunu bulmuşlardır.

Anne sütünün en ilginç özelliği, bebeğin yaşına (daha doğrusu ayına) göre karışımının değişmesidir. Sütün kalori miktarı ve besin dengesi, bebeğin erken veya zamanında doğmuş olmasına göre de değişiklikler gösterir. Bebek erken doğumla (prematüre olarak) dünyaya gelmişse, anne sütünün içerdiği yağ ve protein miktarı normal olgunluktaki bebeğe göre daha fazladır. Çünkü erken doğan bebeğin yüksek kaloriye ihtiyacı vardır. Bu oran bebeğin gelişimine göre, emzirme süresince farklılıklar göstererek en mükemmel birleşimleri içerir. Bu hassas değişiklikleri hesaplamak ve buna göre sütün içeriğini ayarlamak, en gelişmiş teknolojiyi kullanan bilimadamları tarafından bile yapılamamaktadır.

Peki bebeğin gelişimine paralel olarak anne sütünde meydana gelen besin değişimini kim ayarlamaktadır? Erken doğum sonucunda dünyaya gelen bir bebeği koruyan ve ihtiyaçlarını karşılayan güç nedir? Bu merhameti ve şefkati anne göğsünde bulunan hücreler ve proteinler mi sağlamıştır? Yoksa şuursuz tesadüfler mi bebeğin üzerine tecelli eden merhametin kaynağıdır?

Doğumdan sonra son derece aciz ve güçsüz olan bu canlıyı koruyan, ona rızkını veren Rezzak (bütün canlıları rızık veren) olan Allah'tır.

Dünyaya yeni gelen bebek çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Çevresi farkında olmadığı milyonlarca düşman tarafından kuşatılmıştır. Gözle görülemeyen bu düşmanlar bakteriler ve virüslerdir. Normal bir insan bedeni, sahip olduğu savunma sistemi sayesinde bu düşmanlarla yirmidört saat aralıksız savaşır. İşte yeni doğan bebek için problem burada ortaya çıkar. Çünkü bebeğin vücudunda kendisini bu düşmanlara karşı koruyacak bir savunma sistemi yoktur.

Bu noktada çok büyük bir mucizeyle karşılaşılır. Bebeğin ihtiyacı olduğu savunma sistemi elemanları (antikorlar ve savunma hücreleri) anne sütünün içinde bebeğe verilir. Bu savunma sistemi elemanları, adeta paralı askerler gibi ait olmadıkları bir vücut için savunma yapar ve bebeği düşmanlarından korurlar.

Burada bir mucize daha görülür.

Normal bir insan protein ya da protein yapılı bir besin aldığında, bu proteinler midede parçalanırlar.

Bebeğin anne sütüyle beraber vücuduna aldığı antikorlar ve diğer savunma elemanları da protein yapılıdırlar. Öyleyse bebeğin sindirim sisteminin bu dost askerleri sindirmesi gerekir. Bu da bebeğin yine savunmasız kalması anlamına gelir.

Ancak bebeği de, savunma askerlerini de ve bu askerlerin yerleştirildiği anne sütünü de yaratan Allah, sisteme bir başka mucize eklemiştir. Bebeğin midesi bu dost askerleri sindirmez, bu sayede bebek milyonlarca düşmanına karşı bir savunma ordusu kazanır.

Anne sütünün yapısında bir mucize daha mevcuttur. Bebeğin sindirim sistemi anne sütüyle gönderilen bazı besinleri emebilecek güçte değildir.

Ancak anne sütünün içinde, bebeğin sindirim sisteminin bu besinleri emmesini sağlayacak özel enzimler bulunur. Yani bu besinleri anne sütüne yerleştiren Allah, bu besinlerin emilmesinin sağlanması için gerekli olan yardımcı maddeyi de anne sütüne eklemiştir.

Geçtiğimiz yıllarda anne sütünün, bebeğin hayati ihtiyacı olan D vitamininden yoksun olduğu zannedilmiş ve bu sözde eksik, dış katkı maddeleri ile sağlanmaya çalışılmıştı. Ancak, daha sonraki yıllarda gelişmiş aygıtlarla yapılan incelemeler sonucu, dünyada suda çözülebilen tek D vitamini türünün, anne sütünde bulunduğu ortaya çıkmış ve bu maddenin anne sütündeki diğer maddelerle birleştiği zaman, bebeğin sözkonusu ihtiyacını mükemmel bir şekilde giderdiği tespit edilmiştir. Bu gelişme ile birlikte insanoğlu, anne sütünün kusursuz, benzersiz ve yeri doldurulamaz bir besin maddesi olduğunun farkına varabilmiştir.

Karşımızda gerçek bir mucize bulunmaktadır. Annenin göğsünde bulunan birtakım hücrelerin, hiç görmedikleri ve hiç tanımadıkları dış dünyadaki bir varlığın, yeni doğmuş bir bebeğin bütün ihtiyaçlarını hesaplayamayacağı açıktır. Ayrıca bu hücreler bilim adamlarının laboratuvarlarda yapamadığını başarmakta ve en mükemmel besin karışımına sahip olan anne sütünü üretmektedirler. Unutulmaması gereken en önemli gerçek, annenin göğsünde bulunan süt bezlerini oluşturan hücrelerin, tıpkı diğer hücreler gibi şuursuz ve akılsız varlıklar olduklarıdır. İnsanı annesinin rahminde yaratıp şekillendiren Allah, aynı zamanda onu bu harika karışımla besleyip-büyütmektedir.

27 Ekim 2009 Salı

Evrim teorisine inananların sayısı her geçen gün azalıyor

Son zamanlarda dünyada pek çok bilimadamı, filozof ve yazar artık evrim teorisine inanmadıklarını, Allah'a iman ettiklerini açıklıyor. Bu kişilerden bazıları ateist oldukları dönemde topluma verdikleri zararı hayatlarının geri kalan bölümünde telafi etmeye çalışacaklarını belirtiyorlar. Dünyada komünist ideolojinin etkisinin kalkmasıyla tüm ülkelerin zihinlerinde bir açılma meydana geldi.

Ateizm 1990'ların başından itibaren özellikle Büyük Patlama teorisinin doğruluğunun Cobe uydusu ile kesin olarak belirlenmesinin ardından, büyük bir yenilgiye uğradı. Bu gelişmenin ardından evrim teorisi ile ilgili olarak dünya çapında bir propaganda çalışması başlatıldı. Hiçbir paleontolojik delile dayanmayan kayıp halka yalanları birbirlerini takip etti. Evrim teorisi hiçbir bilimsel delili olmadan yıllarca savunulmasının tek nedeni ideolojik nedenlerle savunulmasıdır. Bu güne kadar insanların gözlerinin önünde tüm açıklığıyla duran yaratılış gerçeğini doğrulayan deliller saklanmaya çalışılmıştır.

Özellikle son aylarda her geçen gün sanat camiasından veya köşe yazarlarından yeni bir kişi daha evrim teorisinin ne kadar büyük bir yanılgı ve aldatmaca olduğunu anladıklarını beyan etmektedirler. Türk milletinin hiçbir zaman evrim teorisine inanmamış bir halk olması dolayısıyla, sözkonusu yazarlar veya sanatçılar halkımızdan güç alarak ateist oyunların daha fazla bir parçası olmamaya karar vermişlerdir. Milletimiz yeryüzünde ve gözyüzünde bulunan birbirinden harika yapıların 'tesadüfler' sonucu oluşamayacağını bilecek basirete sahip bir millettir.

Darwinistler bu teoriyi bir bilim olarak değil, bir inanç olarak desteklediklerini pek çok defa itiraf etmişlerdir. Bu itiraflardan biri Harvard Üniversitesi'nden genetikçi Richard Lewontin'e aittir;

"Bizim materyalizme olan inancımız var, 'a priori (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz." (R.Lewontin,The Demon-Haunted World, s.28)

Bizzat Darwin'in kendisi kainatta gördüğü bütün mükemmel yapılardan son derece rahatsızlık duymuş, bu yapıların mükemmelliğinin evrim ile asla açıklanamayacağını anlamış ve teorisini bir paçavra olarak nitelendirmiştir. Yıllardır hem Charles Darwin'in itiraf niteliğinde beyanları bilinmesine hem de evrim teorisini ispatlayacak hiçbir fosil kaydı bulunmamasına rağmen kör bir mücadele yürüten evrimciler, son yirmi yıl içinde müthiş moral çöküntüsüne uğradılar. Bilimsel gelişmeler hücrelerin içindeki mükemmel yapıyı, dna'nın hiç bir bilim adamının çözemediği karmaşıklığını, elektronların yaratıldıkları ilk günden itibaren bir kere bile durmadan saniyede 1000 km hız yaptıklarını ortaya koydu. Bu bilimsel gerçekler insanların zihinlerinde zorlama bir inanç olarak kabul edilmiş olan canlıların tesadüfler sonucu var olduğu düşüncesini sildi.

Darwinist etkinin gittikçe zayıflamasına neden olan etkenlerden biri de 2007 yılından beri devam eden ve 2014 yılına kadar şiddetini arttırarak etkisini göstereceği İMF tarafından açıklanmış olan ekonomik krizdir. ABD'de bankaların, kredi kurumlarının, büyük şirketlerin çökmesinin ardından ekonomiyi kurtarmak için gerekli olan kaynağın miktarı milyarlarca Amerikan doları olarak açıklandı. Şu an ise trilyon hesabı ile Amerikan doları gerekli miktar olarak bildiriliyor. Ekonomik krizin etkisinden kurtulmak için finansal çözümlerin fayda vermediğini anlayanlar bu krizden kurtulmak için Allah'a yönelmeye başladılar. Amerika sokaklarının köşe başlarına dua kabinleri kuruldu. İngiltere Kilisesi'nin lideri Dr. Rowan Williams'ın halka tavsiye ettiği duadan bazı bölümler şöyle: "Tanrım, tüm dünyada sulh ve sükunetin bozulduğu günlerde yaşıyoruz... Fiyatlar yükselirken, borçlar artarken, bankalar batarken, işler kaybedilirken huzuru bize hediye et... Sevgi gösteren Tanrım, korkularımızda bizi yalnız bırakma, dualarımızı duy, Karanlıkta ışık ve ayağımızın altından kaymakta olan kumun içinde bize manevi güç ver... Gerçek sevincin bulunacağı yerde kalplerimizi onar... Amin"

Kendilerini paralara hükmeden çok güçlü gören insanlar ekonmik kriz nedeniyle birden gücün kendilerine ait olmadığını hissetmişlerdir. İnsanlar kendilerine dokunan zarara engel olamayınca, ekonomi de dahil tüm gücün sahibinin Allah olduğunu daha iyi anlamışlardır. Bu anlayış ve his onları başlarını kaldırıp çevrelerine bakmalarına ve etraflarında gördükleri muazzam düzeni daha iyi değerlendirmelerini sağlamıştır. Akıl özellikleri taşıyan, fizikçileri-biyologları-kimyacıları kendine hayran bırakan her yapının kaynağı sonsuz akıl sahibi Yüce Allah'tır. "Şayet Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, O'ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik dokunduracak olursa da O, herşeye güç yetirendir." (Enam Suresi, 17)

20 Ekim 2009 Salı

Darwin'in Türk milletine bakış açısı

Günümüz medeniyeti ve biliminin temelleri Türk topraklarında atılmıştır. Orta Asya'da yaşayan Türklerin bilime yaptıkları katkı yeterince bilinmemektedir. Özellikle İslamiyeti benimsemelerinden sonra bazı Türk bilginleri coğrafya, yerbilimleri, matematik alanlarında önemli keşiflerde bulunmuşlardır. Türkler daha o zamanlarda, yerbilimleri alanında ancak 19. yüzyıl sonlarında ortaya konan ve benimsenen bazı temel ilkeleri açıklamışlardır. Biruni dünyanın ekseni çevresinde döndüğünü belirtmiş, birçok yer için sağlıklı enlem ve boylam ölçmeleri yapmış ve zamanından çok daha sonraları anlaşılacak olan bilimsel gerçekleri ifade etmiştir.

Bugün Batı Medeniyetinin dayandığı ana temel olan enerji konusunda Türkler binlerce yıl önce pek çok keşifte bulunmuşlardır. Üretim enerjiye dayanmaktadır. Petrole dayanan günümüz enerji kaynağı kullanılmadan önce sürdürülebilir kaynaklardan istifade ediliyordu. Binlerce yıl önce İslam dünyasında bir kısım enerji sudan elde ediliyordu ve makinelere krank mili sistemi gibi döşeniyordu. Bu sistem suyu yükseklere su kemerine, şehirlerin su ihtiyacını karşılamak için taşınıyordu. Su ile çalıştırılan değirmenler buğday öğütmek için kullanılırdı.

Pek çok kaynakta 7. yüzyılda Türklerin rüzgar enerjisinden faydalandığı belirtilmektedir. Avrupa ise rüzgar değirmenlerini 12. yüzyılda Haçlı Seferleri vesilesiyle tanımıştır. İlk dönem rüzgar değirmenleri iki katlı yapılıyordu ve tepelerin, kalelerin veya kendi platformlarının üzerine inşa ediliyordu. Üst katta değirmen taşı duruyor, alt katta da kumaşla kaplanmış altı veya on iki yelken tarafından sürülen tekerlek duruyordu. Bunlar üsteki değirmen taşını döndürüyordu. Alt odanın duvarları daha dar olandan içe doğru rüzgarı yelkenlere yönlendiren ve hızını arttıran 4 menfez tarafından çekiliyordu.

Bilim, Teknoloji ve Medeniyet Vakfı'nın yayınladığı "1001 Keşif - Dünyamıza Müslüman Mirası" isimli eserde Türklerin günümüz makine mühendisliğinin ortaya çıkmasında önemli bir etkiye sahip olduğu ve bu icat sayesinde yeni ticaretlerin doğduğu anlatılmaktadır.

Batı Medeniyetinin sahip olduğu bilginin kaynağının Doğu Medeniyetlerinden geldiği artık çok iyi bilinmektedir. Modern matematik bile Türklerin bulduğu rakamlarla bugünkü haline gelmiştir. İbni Türk, 9. yüzyılda cebirin temelini atan bilgindir. Uluğ Bey çağının en büyük astronomu ve trigonmetride yeni çığır açan ünlü alim ve hümükdardır. Mimar Sinan, bugün hala saviyesine ulaşılamayan bir mimar ve tam manasıyla sanat dahisidir. Sabuncu Oğlu Şerafeddin Osmanlı'nın cerrahlarından ve deneysel fizyolojinin öncülerindendir.

Zamanında en büyük Türk beldesi olan Belh'de doğmuş olan Mevlana Celaleddin Rumi, atom ile alemin yapısını Mesnevi'de anlatmıştır:

''Eğer bir zerreyi (atomu) kesersen, ortasında bir güneş ve güneş etrafında durmadan dönen gezegenler bulursun''.

Selçuk Üniversitesi tarafından yayına hazırlanmış olan 'Mevlana ve Mevlevilik' isimli eserde bu ifadelerin, ''güneş (atomun çekirdeği) ve onun etrafında dönen gezegenlerle (elektronlar) bilimsel bir gerçeğe yüzyıllar öncesinden vurgu yapıldığı'' anlatılarak, şu görüşlere yer verilmektedir:

''Böylece Mevlana, bir yandan merkezi güneş olan gezegenler sistemine ve onların güneş etrafında dönüşlerine, diğer yandan atomun parçalanabileceğine, atomun içindeki çekirdek ve etrafında dönen elektronlara işaret etmiş; her şeyin durmaksızın hareket halinde olduğunu anlatmıştır. Bu durum semanın şekline de yansımıştır."

Evliya Çelebi, Kadızade Rumi, Katip Çelebi, Takiyyüddin Er Rasit, Fatih Sultan Mehmet gibi sayısız ilim adamı yetiştirmiş asil Türk Milletine, hiçbir bilimsel eğitimi olmayan Charles Darwin 'aşağı ırk' yakıştırması yapmaktan çekinmemiştir. Sapkın zihniyet sahibi bir kişi olan Darwin ifadeleriyle necip Türk milletinin üstünlüğünü ayaklar altına almaya çalışmış ve milletimize nefretini şu sözlerle ifade etmiştir:

"Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, TÜRKLER TARAFINDAN İŞGAL EDİLDİĞİNDE, Avrupa milletleri nasıl risk altında kalmıştı, bugün Avrupa'nın TÜRKLER TARAFINDAN İŞGALİ bize ne kadar gülünç geliyor.

Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türklere karşı kesin bir galibiyet elde etmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, çok sayıdaki AŞAĞI IRKLARIN medenileşmiş yüksek ırklar tarafından ELİMİNE EDİLECEĞİNİ (YOK EDİLECEĞİNİ) görüyorum." (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Vol. I, 1888. New York: D. Appleton and Company, s. 285-286)

İnsanlarımızın bir kısmının "bilim adamı" olduğunu sanarak hiçbir bilimsel eğitimi bulunmayan Darwin'e gösterdikleri saygı çok kaygı vericidir. Allah'a ve dine karşı mücadele içinde olan bir kısım insanlar, toplumu Darwinizm safsatasıyla yıllardan beri aldatmaktadır. Ancak artık insanlarımız Darwin'in ırkçı Türk düşmanı zihniyetini anlamış ve evrim teorisini destekleyen tek bir ara geçiş formunun bile bulunmadığını görmüştür.

13 Ekim 2009 Salı

İnkar edenlerin müminler aleyhine kurdukları tuzaklar baştan bozulmuştur

Gülay Pınarbaşı
“Onlar bilmiyorlar mı ki, elbette Allah, onların gizli tuttuklarını da, fısıldaştıklarını da biliyor. Gerçekten Allah, gaybın bilgisine sahip olandır.” (Tevbe Suresi, 78)
Allah'a iman etmeyen, dolayısıyla Allah'tan korkmayan ve ahiret gününde hesap vereceğini düşünmeyen insanlar, akıllarından geçen bir düşünceyi Allah'ın bilmediğini, gizlice yaptıkları bir tavrı Allah'ın görmediğini sanmaktadırlar. Oysa Allah her insanın gizli ya da açık yaptığı herşeyi veya konuştuğu her sözü bilir. Allah, her ortamda ve her an kullarının yanında olandır. Bu durum Kuran'da şöyle tarif edilir:
Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)
İnkar edenler arasında Müslümanları zayıflatmak, şevklerini ve heyecanlarını kırmak isteyen kimseler olabilir ve bu insanlar müminleri engelleyebilmek için var güçleriyle çalışırlar. Tüm bu kişiler, müminlere zarar vermek için açıkça faaliyette bulunabilecekleri gibi, sinsi ve gizli yöntemler de kullanabilirler. Örneğin, münafıklar ve kalplerinde hastalık olan kimseler, inkar edenlerle işbirliği yaparak kendilerince müminlerin aleyhlerine açıkça tuzaklar kurabilirler.
Müslümanlar aleyhine faaliyet gösterenlerin en büyük hedefi, Allah’ın varlığının açıkça inkar edildiği bir toplum oluşturmaktır. Bu amaç doğrultusunda tüm planlarını insanları İslam’dan ve Kuran’dan uzaklaştırmak için kurarlar. Toplumdaki herkesin kendileri gibi inançsız olmalarını isterler. Özellikle Türkiye gibi çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede böyle bir amacı açıkça ilan ederek gerçekleştirmeleri çok fazla tepki alacağı için, hedeflerine gizli saklı yöntemler kullanarak ulaşmaya çalışırlar. Bu insanların durumunu Rabbimiz şöyle bildirmiştir:
Gerçekten Allah, içinizden alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri bilir. (Ahzab Suresi, 18)
Bu kişilerin içinde bulundukları en büyük yanılgı kurdukları çirkin düzenlerin Allah tarafından bilinmediğini sanmalarıdır.
Yoksa onlar; gerçekten Bizim, sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (herşeyi) yazıyorlar. (Zuhruf Suresi, 80)
Ayetlerde haber verildiği gibi hiçbir iftiracı başıboş değildir. Ve hiçbir iftira sözü, -iki kişi arasında geçse dahi- karşılıksız kalmaz. İftirayı atan unutsa dahi, onu gören, işiten ve yaratan Allah unutmaz; inkarcıların söyledikleri tüm isyankar sözlerin, asılsız iftiraların, sahip oldukları tüm kötü düşüncelerin, yaptıkları tüm zulümlerin karşılığı hesap günü kendilerine geri dönecektir.
Peygamberimiz (sav)'in, "Kim mü'mine zarar verirse Allah da onu zarara uğratır. Kim de mü'mine meşakkat verirse, Allah da ona meşakkat verir." (Tirmizi, Birr 27-1941) hadisinde buyurdukları gibi, Allah kötü niyetlerine karşılık olarak bu insanların kendilerini zarara uğratacaktır.
Herşeyin hakimi ve tek sahibi olan Allah, müminlerin dostu ve vekilidir. Müminler, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Rabbimizin, her zaman herşeyi en güzel, en hayırlı, en adil, en hikmetli şekliyle yarattığını bilir ve sadece O'na dayanıp güvenirler. Allah'ın dışında hiçbir varlıktan korkmazlar. Hiçbir iftira, saldırı, tehdit, alay, canlarına ve mallarına kastedilmesi onları imanın güzelliğini ve Kuran ahlakını yaşamaktan vazgeçirmeye güç yetiremez. Allah samimi Müslümanları her türlü tuzaktan koruduğu bir ayette şöyle bildirmiştir:
Şüphesiz Allah, (müşriklerin saldırı ve sinsi tuzaklarını) iman edenlerden uzaklaştırmaktadır. Gerçekten Allah, hain ve nankör olan kimseyi sevmez. (Hac Suresi, 38)

6 Ekim 2009 Salı

Doğu Türkistan Halkı İçin Yerine Getirilmesi Gereken Görev

Gülay Pınarbaşı
16 yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında 25 milyon Afrikalı köleleştirilmek üzere Batı medeniyeti tarafından topraklarından koparıldı. Bu insanların 8 milyonu yapılan yolculuklar sırasında havasızlık, açlık, hastalık gibi kötü yaşam koşullarından öldü. Amerika kıtasına Avrupalıların ayak basmalarından sonra yerliler sistemli biçimde katledildi ve 80 (bazı kaynaklara göre 90) milyon Kızılderili öldürüldü. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıldığı an 1 km’lik alan içinde yaşayan 80 bin insan anında öldü. Daha sonra ölü sayısı 250 bine yükseldi. 1954 yılında başlayan ve sekiz yıl devam eden Cezayir Bağımsızlık Savaşında 2.5 milyon Cezayirli hayatını kaybetti. 1955’te Endonezya, Laos, Kamboçya gibi yerlerde bölge halkını yok etmeye yönelik, siyasi oyunlarla operasyonlar düzenlendi. 1950-59 yılları arasında 60 bin insan Batista birliklerince yine katledildi. 1975 Vietnam savaşının ardından ülkede 4 milyonu sivil olmak üzere 5 milyon ölü, 80 bin sakat, on binlerce tecavüz olayı tarihe geçti. 1970-75’te Kamboçya ve Laos’ta bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan insanlık dramı yaşandı. 1983 yılında Lübnan’da ve Grenada’da yine politik oyunlar neticesinde binlerce kişi öldü. 1989’da gerçekleşen Panama Çıkartmasında beş bin Panamalı öldü. 1991 yılında Irak işgal edildi ve bu bölgede akan kan hala durmadı. Irak’ta bugün 5 milyon yetim 1 milyon dul bulunmaktadır. 4 milyon insan açlık sınırının altında yaşamakta, 8 milyon insan da acil yardıma muhtaç durumdadır. Peki bunca fakirliğin yaşandığı Irak topraklarının değeri nedir? Irak’ın 115 milyar varillik yani trilyonlarca dolarlık petrol rezervi olduğundan bahsedilmektedir.
Tarih boyunca insanlık birçok savaş yaşamıştır. Ancak özellikle sosyal darwinist görüşlerin güçlendiği döneme kadar bu savaşlar genellikle ülkelerin orduları arasında gerçekleşiyordu, sivil halk doğrudan hedef alınmıyordu. Sosyal darwinizm ırklar arası çatışmanın milletlerin ilerlemesini sağlayacağı aldatmacası ile savaşlara zemin hazırlamıştır. Bu sapkın fikir ile savaş, zayıfların elenmesi, güçlülerin hayatta kalması, insan ırkının gelişebilmesi, ağırlık ve yük olarak görülen insanların yok edilmesi için sözde “en uygun yol” olarak görülmüştür. Bu nedenle sosyal darwinist amaçlarla yapılan savaşlarının asıl hedefi sivil halk olmuştur.
Savaşın "düzenleyici bir unsur" olduğunu öne sürmek ne akıl ve mantıkla ne de bilimsel verilerle açıklanabilir bir durum değildir. Savaş büyük can ve mal kayıplarına sebep olan, toplumların geleceği üzerinde telafi edilmesi zor tahriplere neden olan yıkıcı bir güçtür. Darwinistler insanın savaştıkça enerji ve canlılık kazanacağı yalanını uydurmuşlardır. Oysa Allah insanları, barışta huzur bulacak bir yapıda yaratmıştır. Kaos ve çatışma insanın ruhunda büyük gerilim ve tedirginliklere neden olur. İnsanın sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan en hızlı ilerleyişi huzur ve güvenliğin hakim olduğu ortamlarda mümkündür. Savaş ve çatışma ise yalnızca yıkım ve kayıp getirir.

Bugün dünyada baskı ve zulüm gören toplulukların tarihine baktığımız zaman neredeyse yüz yıldan beri üzerlerindeki baskının hiç kalkmamış olduğunu görüyoruz. Doğu Türkistan halkı ise bu konudaki nadir istisnalardan. Çünkü bu halk iki yüz yıldır işgal altında ve zulüm görüyor. Diledikleri kadar çocuk sahip olmaları bile kanunen yasaklanmış olan bu halka yapılanlara yıllardır dünya şahit. Ancak Doğu Türkistan’da uygulanan soykırım neredeyse sıradanlaştırılmaya çalışılıyor. Yapılan katliamların insanları uyarma işlevi adeta ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Evrim teorisini bir bilim gibi sunarak insanı hayvan ile eşit göstermek isteyen zihniyet bugün dünyada yaşanan katliamlardan mesuldür. Sosyal darwinistlerin dünyaya hakim kılmak istedikleleri düşüncelere karşı çıkarak fikri mücadele yürütmek her Müslüman’ın görevidir.

29 Eylül 2009 Salı

Dindar Olmak İnsana Daimi Dinçlik, Güç ve Enerji Verir

Gülay Pınarbaşı
Küçük yaşlarda pek çok ideali olan bazı insanlar, büyüyüp olgunluk yaşına geldiklerinde artık belli hedeflere ulaşmış, okul bitirip bir meslek edinmiş, evlenip çocuk sahibi olmuş, başka beklentileri, arzuları ve hedefleri kalmamış, şevk ve heyecanlarını kaybetmişlerdir. Artık herkes içinde bulunduğu şartlara ve kültüre göre vakit geçirmekte; kimi kafelerde oturarak, kimi sahilde, çarşılarda, parklarda dolaşarak, kimi ise evinde uyuyarak, televizyon seyrederek vakit öldürmektedir. Her gün bir önceki günün aynısı olmakta, böylece bu insanların hepsi birer birer ölümü bekler hale gelmektedirler.
Böyle bir kişi, sabah gözlerini açtığı zaman, bugünün de diğer günlerden bir farkı olmadığını düşünür. Ne var ki beklendiği gibi bundan şikayetçi de değildir. Çünkü onun yaşadığı her günün hedefi, sadece ölmeden 'ertesi güne geçebilmek'tir. Bu ruh hali, söz konusu insanların ruhen ve fiziken hızlı bir şekilde çökmelerine sebep olur. 55-60 yaşlarında emekli olmuş bir insan aslında çok yaşlı sayılmaz. Fakat iyi ve güzel olan herşey için "geçti artık" şeklinde ifade ettikleri bakış açıları, onların kendilerini çok daha yaşlı hissetmelerine ve öyle de görünmelerine sebep olmaktadır. Oysa aynı yaşta fakat tam tersi bir bakış açısına sahip olan, içindeki şevki ve heyecanı hiç kaybetmeyen, çalışkan insanlar yaşıtlarına kıyasla çok daha dinç, enerjik ve neşeli olabilirler. Nitekim Kuran ayetlerinde de sürekli çalışmanın, hatta hiç boş kalmamanın faydalarına yönelik işaretler vardır. Allah İnşirah Suresi'nde yer alan ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 7-8)
Bazı insanların hayattan tek beklentilerinin sadece yaşamak olduğu düşüncesi, sadece yaşlılarda ya da emeklilerde değil, toplumun her kesiminde, her yaş grubunda görülebilmektedir. İş hayatında belli bir kariyer yapmış, daha fazla yükselme beklentisi içinde olmayan, evlenip çocuk sahibi olmuş bazı kişilerde de bu bakış açısı kısmen vardır. Sabah işe gidip akşam dönmek, televizyon programlarını seyretmek ve yemek yiyip, yatmaktan başka yapacak bir işleri ya da hedefleri olmayan insanlarda da tek amaç, kimi bazı yaşlılarda olduğu gibi 'o günü atlatmak'tır.
Bu tip kişilerin yaşamlarında kolay kolay bir değişiklik ya da yenilik oluşmaz. Kendilerini geliştirmek, çevrelerine faydalı olmak gibi güzel ve asil düşüncelere asla sahip olamazlar. Çünkü bu tavır ve düşünceler hayatlarında değişikliklerin meydana gelmesine, düzenlerinin bozulmasına sebep olacaktır. Bu ise onların işlerine gelmeyen bir durumdur. Onlar, kimse kendilerine dokunmadan, kurmuş oldukları basit, monoton düzenleri, küçük dünyaları içerisinde yaşamak isterler.
Din ahlakından uzak yaşayan insanların bazılarının, hiçbir hedefleri olmaksızın günlerini geçirebildiklerini, adeta ölümü beklediklerini görebiliriz. Bu kişiler hayatlarının amacını vicdanlarında sorgulamayan, ahirete imanları zayıf olan, din ahlakından uzak yaşayan kimselerdir. Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak, O'nun razı olacağı salih amellerde bulunmak, güzel ahlaklı, vicdanlı insanlarla hayırlarda yarışıp öne geçmek gibi hedefleri olmadığı için bu noktaya gelmiş, kendilerine olabilecek en alçaltıcı ve basit ideallerden birini edinmişlerdir. İçine düştükleri manevi boşlukta dünyevi ideallerini de bir kenara bırakıp, tüm istek ve arzularından, gösterdikleri çabadan, çalışmaktan, üretmekten dahası düşünmekten bile vazgeçmişlerdir. Artık sadece yaşamlarını sürdürecek kadar bir faaliyet içindedirler.
Bu insanların tamamı dünya ile bağlantısını koparmış kişiler değildir. Her gün işine gidip gelen bir kişi de benzer bir boşluk ve monotonluk içinde sadece o günü geçirmeyi hedefleyebilir. Çalışan, çalışmayan, genç, yaşlı, fakir, zengin, kadın, erkek ayrımı olmaksızın, yaratılış amacından uzak olan kimi insanlar kendilerine sadece yaşamayı ideal edinmişler, Allah’a kulluk görevini yerine getirmenin verdiği heyecan ve dinçliği kaybetmişlerdir.

15 Eylül 2009 Salı

Bu Bayramda Peygamberimiz (sav)’in Fedakar Ahlakına Benzemeye Niyet Edelim

Gülay Pınarbaşı
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve sahabeler gösterdikleri üstün tesanüd ve fedakarlık örnekleriyle İslamiyet’in ve Kuran ahlakının tüm dünyaya yayılmasına vesile olmuşlardır.
Peygamber Efendimiz (sav), gönderildiği müşrik toplumu, o güne kadar yaşadıkları sapkın inançlarını terk etmeye ve yalnızca bir olan Allah'a kulluk etmeye çağırmıştır. Resul-ü Ekrem Efendimiz, bu tebliği sırasında çok büyük zorluklarla karşılaşmıştır. İslam ahlakının toplumda yaygınlaşmasının kendi menfaatlerini zedeleyeceğini düşünen müşrikler, Peygamberimiz (sav)'e ve inananlara karşı birlik olmuş, ellerindeki tüm imkanları kullanarak büyük bir mücadele yürütmüşlerdir. Atalarının şirk dinini değiştirmeyi kabul etmemiş, Peygamberimiz (sav)'e tuzaklar kurmaya yeltenmişlerdir. Resulullah'tan nefislerine uygun ayet getirmesini istemiş, O'nu öldürmeye, yaşadığı yerden sürmeye ya da tutuklamaya kalkışmışlardır. Allah'ın Resulü'nün tebliğinin insanlar üzerindeki etkisini önleyebilmek için, Peygamberimiz (sav)'e delilik, büyücülük, akıl yetersizliği, doğru sözlü olmamak, şairlik gibi asılsız iftiralarda bulunmuşlardır. Peygamberimiz (sav) inkarcıların sözlü ve fiili olarak yaptıkları tüm bu iftira ve saldırılara karşı çok üstün bir sabır ve tevekkül göstermiş, onlara hep Kuran ahlakıyla karşılık vermiştir. Allah'ın indirdiğini hiçbir değişikliğe uğratmadan, hiç kimsenin çıkarını hesap etmeden, sadece Allah'tan korkup sakınarak hareket etmiştir. Yapılan tüm tehditlere, baskılara ve çıkarılan zorluklara rağmen, dini tebliğ etmeye devam etmiştir.
Kuşkusuz Resulullah'ın bu üstün ahlakı, tüm Müslümanlar için çok önemli bir örnektir. Peygamberimiz (sav)'in, en zor şartlarda iken bile öncelikle dinin menfaatlerini, Müslümanların rahatını, güvenliğini ve huzurunu ön planda tutması, O'nun sahip olduğu üstün fedakarlık anlayışını göstermektedir. Savaşların en kızıştığı, Allah'ın Müslümanları açlık, yokluk, hastalık gibi sıkıntılarla denediği bir ortamda Peygamberimiz (sav), Müslümanlara karşı çok büyük düşkünlük göstermiş, onları merhamet ve şefkatle koruyup kollamıştır.
Sahabeler de Hz. Muhammed (sav)'in bu üstün fedakarlık anlayışını kendilerine örnek alıp, maddi manevi her konuda üstün bir ahlak sergilemişlerdir. Bu fedakarlık ruhuna dayanan birlik ve beraberlikleri sonucunda büyük bir kuvvet elde etmiş, Allah'ın rahmetiyle inkar edenlere ve müşriklere karşı büyük zaferler kazanmışlardır. Peygamberimiz (sav) döneminde çok küçük bir topluluk olan Müslümanların sayısı giderek büyük bir yükselişle artmış, İslamiyet tüm Arap Yarımadasına yayılmıştır.
Peygamberimiz (sav)'i görmemiş olsak bile, Kuran ayetlerinden ve hadislerden, O’nun güzel tavırlarını, konuşmalarını, gösterdiği güzel ahlakı anlayabilir, O’na benzemek, ahirette O’nunla yakın bir dost olabilmek için elimizden gelen çabayı en fazlasıyla gösterebiliriz. Allah Kuran’da, Peygamberimiz (sav)'in ahlakında tüm Müslümanlar için güzel bir örnek olduğunu şöyle bildirmektedir:
Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab Suresi, 21)
Tüm Müslüman aleminin Kurban Bayramı’nın mübarek olmasını Allah’tan diliyorum.

8 Eylül 2009 Salı

Bediüzzaman Said Nursi'nin İnsanlar Üzerindeki Muazzam Etkisi

İnsanların bir bölümü hayatları boyunca kendilerine ahiretleri için fayda vermeyecek konularla akıllarını meşgul eder. Diğer bir bölümü de Kuran’da Allah’ın “Onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirirler” (Müminun Suresi, 3) ayeti gereği hareket eder. Samimi iman eden insanlar Allah'ın yaratış sırlarını, dünya hayatının gerçeğini, cennet ve cehennemin varlığını, olayların iç yüzünü kavrar. Allah'ın razı olduğu bir insan olmanın önemini daha iyi anlar, din ahlakını gereği gibi yaşar, gördüğü herşeyde Allah'ın sıfatlarını tanır, insanların büyük çoğunluğunun değil, Allah'ın emrettiği şekilde düşünmeye başlar. Bunun sonucu olarak bu kişinin sahip olduğu düşünceler Kuran’a uygun olması dolayısı ile yeryüzündeki tüm düşünce akımlarının üstünde bir hikmet ve etkiye sahip olur.
Derin iman sahibi kişiler, Kuran’da kendilerine bildirildiği şekilde Allah’ın ayetlerini ‘iyiden iyiye düşünürler’ (Sad Suresi, 29). Allah’a yakın olmanın getirdiği derinlikten yoksun olan kimseler ise çevrelerindeki olayların gerçek mahiyetlerini ve hikmetlerini göremezler. Bu kişeler içinde bulundukları ‘gaflet perdesi’ altında hayatın ve ölümün gerçek mahiyetinden habersiz son derece sığ bir ömür sürerler.
Allah’tan korkup sakınan insanlar, vicdanları ile gerçekleri görebilirler. Onlar vicdanlarının kabul etmeyeceği tek bir düşünceye asla yanaşmayacaklarından, atalarından gelen bilgileri de yine vicdanları ile önce değerlendirip, sonra bu bilgilerin içerisinde yanlış olanları açıkça beyan ederler. Kuran’da gerçekler apaçık önlerinde durmasına rağmen adeta büyülenmiş gibi yanlışlıklar peşinde giden insanlar hakkında şöyle bilgi verilmektedir:
De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
İman sahibi müminler, Allah’ın hiçbir şeyi bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye yaratmadığını bilirler. Allah kendisine yönelmiş olan bu kullarının üzerine genelin sahip olmadığı bir anlayış ve akıl verir. Bu üstün akıl neticesinde derinlik sahibi mümin kişi, bir insanın tek başına asla edinemeyeceği kadar yüksek etki gücüne sahip olur. Allah’ın verdiği bu etki neticesinde mümin kimsenin anlattıkları tüm Kuran dışı sistemleri yıkacak güçte olur. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri böyle bir şahsiyettir. Onun zaman zaman tek başına hapsedildiği mekanlarda kaleme aldığı eserlerini okuyan insanlar derinden etkilemiş ve tüm dünya görüşleri değişmiştir. Emirdağ Lahikasında Üstad, Risale-i Nur’un etkisi hakkında şöyle söylemiştir:
Derler: "Said'in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. Ona temas eden, ona dost olur. Öyle ise, onu her şeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır" diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.Ben de derim: Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risale-i Nur'undur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez.” ….
Evet eserler tesirlidir. Fakat millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüzbin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesi'yle gayet uslu ve mütedeyyin suretine girmeleri; hattâ iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir seneddir, bir hüccettir.” (Emirdağ Lahikası, sf. 18)
Allah dinini savunan ve dinine hizmet eden kişilere yardım eder. Bu kişilerin söyledikleri sözlerin veya yazdıkları eserlerin bire yüz hatta bire bin katlamalı etkisi olur. Bu etkiyi yaratan şahıslar değildir. Etkiyi yaratan Allah’tır, çünkü insan Allah’ın izni olmadan tek bir cümle kuramaz, tek bir düşünce zihninde oluşturamaz. İnançsız insanların hem boş bir uğurda gösterdikleri mücadele hem de düşünceleri tarih içinde değersizleşir ve topluma kötülükten başka bir şey getirmeyeceği anlaşılır. Oysa Said Nursi gibi İslam alimlerinin düşünceleri dünyanın dört bir yanına dağılır. Bu düşüncelerin değeri her geçen gün daha da iyi anlaşılır. İnsanlar bu düşünceler ile maddi ve manevi karanlıklardan kurtulur. Dinsizliğin kullandığı tüm silahlara rağmen bu düşünceler üstün gelir. Çünkü Allah ‘hakkı batıl’ın üstüne fırlatır ve onu beynini darmadağın eder. (Enbiya Suresi, 18).

25 Ağustos 2009 Salı

Hücrelerin Sahip Olduğu Akıl, Tesadüf Temelli Evrim Teorisini Yıkar

Vücudumuzdaki organların birbirleri ile iletişim kurmaları, hayatımızın devam etmesi için mutlak bir zorunluluktur. Bir organizmadaki hücreler görevlerini yerine getirebilmek için sürekli haberleşirler. Hücreler birbiri ile ya doğrudan temas yoluyla, ya da sinirsel, elektriksel ve kimyasal haberciler aracılığı ile haberleşirler. Ancak burada söz ettiğimiz her organelin bir et parçası olduğunu, iletişimi sağlayan habercilerin de yine proteinler, kimyasallar ya da mineraller olduğunu unutmamak gerekir. Birbirlerine bilgiyi aktaran, bu bilgiyi anlayıp uygulamaya geçirenler de yine aynı maddelerdir. Ancak yapılan hareket çok büyük bir şuur ve akıl içermektedir.
Örneğin bir insanın karaciğerinin bir kısmı kesilip alındığında karaciğerin diğer kısmı kendi kendini yenileyerek eski halini alır. Bu sırada hücreler zaman kaybetmemek için çok hızla çoğalır. Ama asıl önemli olan hücrenin çoğalmaya ne zaman başlaması ve ne zaman durması gerektiğini bilmesidir. Burada çoğalan ve bölünen hücreler aynı anda durmaya karar vermektedirler. Daha fazla ya da daha az değil, daha önce ya da daha geç değil, aynı anda durma kararı almaktadırlar.
Bu hücrelere ilk çoğalma emrini veren, acil bir durum olduğu için hızlı davranmaları gerektiği konusunda onları uyaran, organ eski halini aldığında bunu fark edip, onları durduran kimdir? Peki diğer hücreler kimin sözüne itaat edip, çoğalmaya başlamakta, kimin sözüne itaat edip durmaktadırlar? Karaciğer isimli bir et parçasının mı?
Mide hücreleri de aynı karaciğer gibi mükemmel akıl özellikleri gösterirler. Vücuda besin girer girmez mide hücreleri harekete geçer. Bu hücrelerin bütün amacı besinlerin insan için en iyi şekilde sindirilmesinin sağlanmasıdır. Bu amaç için hücreler yapılması gereken işlemleri teker teker başlatır. Midede bulunan ve mideden başka bir yerde bulunmamış olan hücreler sindirilen besinlerin oniki parmak bağırsağına ulaşacağını bilirler. Bu nedenle bağırsaklara ulaşacak besinin sindirilmesi için gerekli olan enzimleri yine hiç bilmediği başka bir hücreden ister –pankreas hücrelerinden.
Mide hücrelerinin pankreasa gönderdiği mektup (yani salgılanan hormon) kan yolu ile ulaştırılır. Kana bırakılan mektup vücut içinde yolculuk eder. Bu yolculuk sırasında pankreasa gelindiği zaman, pankreas hücreleri mektubu tanır ve hemen açarlar. Burada ilginç bir nokta -kan yoluyla hemen hemen bütün vücudu dolaştığı halde- mektubun diğer organların hücreleri tarafından açılmaması ve özellikle okunmamasıdır. Bütün hücreler bu mektubun pankreas için yazıldığını, kendilerini muhatap almadığını bilirler. Çünkü mektubun üzerinde pankreasın adresi vardır. Mektubun moleküler yapısı yalnızca pankreas hücrelerinin zarında bulunan algılayıcı moleküllerle etkileşecek şekilde özel olarak dizayn edilmiştir. Yani mide hücresi şuurlu ve bilinçli bir şekilde ürettiği hormonun üzerine gerçekten bir adres yazmıştır. Üstelik vücuttaki milyarlarca farklı adres içinden pankreas hücresinin adresini doğru bir şekilde yazmıştır. Bu adresin doğru şekilde yazılabilmesi için mide hücresinin pankreas hücresinin bütün özelliklerini bilmesi gerekir.
Mucize yalnızca adresin doğru yazılması ile sınırlı değildir. Mide hücresinin gönderdiği mektubun içinde bir de mesaj vardır. İnsan vücudunun derinliklerinde, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki küçük canlı (hücre) mektuplaşmakta ve haberleşmektedir. Birbirlerini hiç görmedikleri halde birbirlerinin hangi dilden anladıklarını bilmektedirler. Dahası bu haberleşme bir amaç uğrunadır. İki hücre birlik olmuş ve yediğiniz besinlerin sindirilmesi için plan yapmaktadırlar. Şüphesiz bu gerçek bir mucizedir.
Hücrelerin insanların sahip olmadığı derecede üstün şuur ve akıl göstererek karar vermesi mümkün değildir. Bu hücreler var oldukları andan yok olana kadar sabah akşam insanın hizmetine hazırdır. Asla dinlenmez, yorulmaz veya yapması gerekenleri unutmaz. Bu üstün akıl ve şuur alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Bu olaylar bize tüm kainata hakim olan Allah'ın üstün kudretini göstermektedir. Allah düşünmek isteyen insanlar için sayılamayacak kadar çok yaratılış delili bize göstermektedir. Böylece, Allah’ın varlığını inkar eden ve Allah’ın merhametine mazhar olamayacak olanların ahirette ‘biz görmemiştik, biz anlamamıştık’ diyebilecekleri hiç bir gerekçeleri olmayacaktır.
Böylece, helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalacak kişi apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 42)

20 Ağustos 2009 Perşembe

Karl Marx Toplumu İnançsızlaştırabilmek İçin Fikirlerine Bilimsel Bir Kılıf Aradı

Friedrich Engels, Charles Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabı yayınlanır yayınlanmaz Karl Marx'a şöyle yazdı:

"Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem". (Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene, Philadelphia; the University of Pennsylvania Press, 1959, s.527)

Engels’in hararetle bu haberi Marx’a iletmesinin önemli bin nedeni vardı, çünkü o sırada Karl Marx insanları dinsizliğe yöneltecek olan ideolojisine bilimsel bir kılıf arıyordu.

1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmalarında bu konuya duyduğu ihtiyacı şöyle belirtmişti:

“İşçilerin her nesnenin yapıldığı ve her eserin kendisini yapana şahadet ettiğine dair bir değerlendirmeleri vardır. Çalışma tecrübemizin eşyaları kendiliklerinden yalnız başına meydana gelmezler, onlar kendiliklerinden var değildirler. Öyle ise bu nokta üzerinde iş tarafından şekillendirilmiş halk zihninin hatası vardır. Felsefe tabiatın ve insanın kendiliğinden var olduğu fikrinin makul olduğunu göstermek mecburiyetindedir.”

Marx yazılarında yaratılışın halkın zihninden kolayca sökülüp atılamayacak bir düşünce olduğuna da dikkat çekmiş ve özellikle insanların varlığının sadece kendilerine borçlu olduğunun gösterilmesi gerektiği fikrini savunmuştur. Bu konuda aksi bir fikir olursa yani insanlar kendi öz varlıklarını başka bir varlığa bağımlı görürlerse, bu durumda o varlığın lütfuyla yaşadıklarını düşüneceklerini belirtmiştir. İnsanın kendi varlığını Allah’ın bir lütfu olarak görmemesi için tek yolun da insanın varlığının ancak insana borçlu olduğunun ispatlanması gerektiği şeklinde düşünmüştür.
Bu düşüncesinin kabul görmesinin imkansızlığı hakkında ise şunları yazmıştır:

“Tabiatın ve insanın kendiliğinden varlığını sürdürmesi veya var olması kendisi için anlaşılır bir şey değildir, çünkü pratik hayatın elle tutulur bütün verileri onun aksini bildirmektedir.”

Görüldüğü gibi Karl Marx’ın düşüncelerinde, insanları inançsızlaştırma konusunda sahip olduğu tezlerin hiçbir mantıki yanı olmadığı için toplum tarafından da kabullenmeyeceği görüşü hakimdi. Marx’ın yaşadığı bu çıkmazdan dolayı Charles Darwin’in kitabı hakkında Engels’e cevaben şunları yazdı:

"Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur".

Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise şöyle söylüyordu:
"Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor." (Marks Engels Mektuplar, cilt 2, s.126)

Marx, Darwin'e olan sempatisini ise en önemli eseri olan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı:

"Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".

Engels'in bu konudaki başka bir sözü ise Darwin'e olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu:

"Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin'in adı anılmalıdır." (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm-Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 1990, s.85)

Engels, Darwin'i, Marx ile eş tutacak şekilde övüyor ve "Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti" diyordu. (Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, London: Chatto & Windus, 1959, s. 348)

Bir başka eserinde ise şöyle diyordu:

"Darwin, bütün organik varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve insanın kendisinin, milyonlarca yıldır olagelen bir evrim sürecinin ürünleri olduğunu kanıtlayarak metafizik doğa görüşüne en ağır darbeyi indirdi." (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, Sol Yayınları, s. 156)

Marxs ve Engels Darwin’in evrim kuramının kendi ateist dünya görüşlerine bilimsel bir destek oluşturduğunu zannederek sevinmişlerdi. Ancak böyle bir sevince kapılmakta aceleci davranmışlardı. Çünkü evrim teorisi 19. yüzyılın bilim açısından ilkel ortamında ortaya atıldığı için kabul görebilmiş, hiçbir bilimsel delili olmayan yanılgılarla dolu bir teoridir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise gelişen bilim sayesinde evrim teorisinin geçersizliği ortaya çıktı. Bu Darwinizm için olduğu kadar materyalizm ve komünizm için de çöküş anlamı taşıyordu.

Karl Marx’ın ateşlediği komünizm, marksizm cereyanı sonunda yalnız Doğu Türkistan’da üç milyondan fazla insan dini inançlarından dolayı şehit edildi. Komünistlerin feci bir şekilde yürüttükleri dinsizleştirme siyasetine muhalefet edenler ya öldürüldü veya işkence kamplarına sürüldü. Bu zulme ilaveten, mevcut milyonlarca Kur’an-ı Kerim, hadis kitapları ve dini eserler toplanıp yakıldı. Cenaze namazı kılmak, ölüleri yıkamak yasak edildi. Ölüler doğrudan doğruya kireçlenerek çukurlara atıldı. Komünist ihtilal sonucunda sadece Rusya’da 52 milyon insan öldürüldü.

18 Ağustos 2009 Salı

Darwin Kambriyen Fosilleri İle Karşılaşınca Hüzne Kapılmıştı

Gülay Pınarbaşı
Evrim teorisinin olanaksızlığı günümüzde pek çok yönden ispatlanmış olsa da hala bir takım kişi ve kurumlar bu delillere gözlerini ve kulaklarını kapamaktalar. Bu kişi ve kurumlar evrim teorisini bir saplantı haline getirip, bilimden kopmaları dolayısıyla içine düştükleri acıklı durumun halkımızca açıkça görüldüğünün farkında değiller.
Son on yıla kadar insanların bir bölümü Darwin’in kaleme aldığı kitapların bilimsel bir değeri olduğunu sanıyorlardı. Mikroskobun olmadığı bir dönem olması dolayısı ile hücrenin içi su dolu bir kese olduğunu ve çamurlu su içerisinde tesadüfen oluştuğunu düşünen Darwin, bu gerçek dışı düşüncesini temel edinip fikirlerini oluşturdu. Bilimsellik ile hiçbir ilgisi olmayan sadece gezi notları sayılabilecek özellikte olan bu kitaplar evrimci bilim adamlarının tekelinden çıkarılıp halka arz edildiği zaman evrim teorisinin şişirilmiş bir balon olduğu ortaya çıktı. Bunu ortaya çıkaran başlıca meselelerden biri Darwin’in kitaplarında sürekli teorisinin nasıl bir çıkmazda olduğu, aklının nasıl karışık olduğu, teorisinden nasıl soğuduğu, birtakım gerçeklerle karşılaşınca nasıl üzüntüye kapıldığını ifade eden cümleler olmuştur.
Kambriyen fosilleri Darwin’i ve teorisini perişan eden delillerden biridir. Darwin zaten ilk baştan beri teorisinin mükemmel yapıları ve komplekslikleri açıklayamadığının farkındaydı. Bu nedenle göz gibi 40 ayrı parçanın aynı anda var olması ile ancak işlevini görebilecek bir sistemin varlığı Darwin’i teorisinden soğutmuştu. Gözün retina, kornea, mercek gibi kompleks tüm yapıları bulunsa sadece göz sıvısının var olmaması halinde bile göz işlevini yitirmektedir. Gözü oluşturan bu 40 parçanın birlikte hareket edip bir mili saniyede 1,5 milyon elektrik sinyali mesajını yakalamasını, beyne teslim etmesini ve bu mesajı yorumlayabilmesini yapay olarak gerçekleşebilmesi için süper hız-kapasite bilgisayarlardan düzinelercesinin kusursuzca programlanması ve hatasız aynı anda çalışması gerekmektedir
Darwin’in içinde bulunduğu çıkmaza umut ettiği gibi yeryüzünde asla bir ilkel göz yapısı bulunmadığı eklenince Darwin iyice hüsrana uğramıştır. Tanınmış evrimi Stephen Jay Gould bu konuda şöyle söylemektedir:
Fosil kayıtları Darwin’e mutluluktan çok hüzün getirdi. Hiçbir şey onun neredeyse tüm kompleks dizaynların ortaya çıktığı Kambriyen patlamasından daha çok rahatsız etmedi. (The Panda’s Thumb, s.238-239)
Kambriyen dönemi yani canlı fosillerinin yeryüzünde görüldükleri ilk zaman diliminde (530 milyon yıl öncesi) ilkel göz yapılarının bulunduğunu söyleyen kişilerin meslekleri bilim adamı bile olsa yalan söylemekte oldukları ispatlanmıştır. 530 milyon yıl önce trilobitlerin gözleri günümüz sineklerinin veya yusufçuklarının mükemmel petek gözü yapısı ile aynı idi. Bugün yusufçuk gözü dünyanın en iyi böcek gözü olarak kabul edilmektedir. İnsanlığın bilgice en yüksek seviyeye ulaştığını kabul ettiğimiz 21. yüzyılda, çok yüksek hızda uçarken mükemmel görme yeteneği sayesinde ani manevralar yapabilen yusufçuğun tüm yapısı uçak endüstrisi tarafından araştırılmaktadır.
Trilobitte üç binden fazla mercek, üç binden fazla farklı görüntünün canlının beynine ulaşması anlamına gelmektedir. Bu da, 530 milyon yıl önce yaşayan bir canlının göz ve beyin yapısının ne kadar büyük bir kompleksilğe sahip olduğunu ve evrimle hiçbir şekilde meydana gelemeyecek kusursuz bir yapı sergilediğini açıkça göstermektedir.
Bu yazıca belirtilen evrim teorisini yıkan milyonlarca delilden yalnızca biridir, ancak görüldüğü gibi tek bir tanesi bile evrimin büyük bir aldatmaca olduğunu ispatlayacak niteliktedir. O zaman bu dev gerçeğe rağmen bir kısım insanların evrim inancını yalanlarla savunuyor ve halkımızı aldatmaya çalışıyor olmasının nedenin ne olduğunu düşünmek gerekmektedir. Bu konuda Kuran’da bildirilen bir ayet bizlere cevap olmaktadır:
“Onlar sizin inkar etmenizi içten arzu etmişlerdir.” (Mümtehine Suresi, 2)

11 Ağustos 2009 Salı

Evrimci Bilim Adamlarının Sürekli Başvurdukları Hile

Gülay Pınarbaşı
Evrimciler canlıların sahip oldukları benzer özellikleri evrimin kanıtı olarak yorumlarlar. Bu yorum dünyadaki tüm ses çıkaran aletlerin aynı fabrikadan çıkmış olduklarına inanmakla eşdeğerdir. Cd çalarların, kaset çalarların, radyoların, ipod’ların ayrı üretim merkezleri ve üretim teknikleri vardır. Evrimciler sürekli olarak ellerinde hiçbir kanıt olmadan varsayım yaparlar. Ve tüm varlıkları bilimin gösterdiklerine göre değil sahip oldukları bu varsayıma göre değerlendirirler.
Bugüne kadar yapılmış genetik karşılaştırmaların ortaya koyduğu genel tabloya bakıldığında, "moleküler benzerlikler" konusunun evrime delil olmadığı, aksine teoriyi çaresiz bıraktığı görülmektedir.
Ünlü biyokimyacı Prof. Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:
"Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi." (Michael Denton, Evrim: Krizdeki Teori, s 290-291)
Elbette canlılar arasında moleküler benzerliklerin olması son derece doğaldır; çünkü aynı moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedirler. Metabolizmalarının ve dolayısıyla genetik yapılarının birbirine benzemesi de çok normaldir. Ancak bu, onların ortak bir atadan evrimleştiklerinin bir delili değildir.
Bu ortak yapılar, aslında Allah'ın tüm canlılarda yarattığı ortak bir yapının ortak malzemeleridir. Ortak yapı, günümüz teknolojisi ile yürütülen tasarım ürünü yapıların başta gelen özelliklerinden biridir. Örneğin farklı modellerde bilgisayarların paylaştığı çip, hard disk gibi ortak yapılar mevcuttur. Ancak, elbette, bu durum bilgisayarların birbirlerinden evrimleştiklerini göstermeyecektir. Canlılarda bulunan ve evrimcilerin spekülasyon malzemesi yaptkları ortak genler ise bilgisayar parçalarından çok daha kompleks ortak yapılar ortaya koyarlar. Örneğin, bir insanın tek bir hücresindeki DNA'da yaklaşık 100.000 ansiklopedi sayfasını doldurabilecek miktarda bilgi saklıdır. Üstelik DNA molekülü, bilgisayar mühendislerini şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakan bir mikro-tasarımdır. DNA'daki bu yüklü miktarda bilgi, boyu yaklaşık 2 m'yi bulan, buna karşılık kalınlığı milimetrenin sadece beş milyonda biri kadar olan bir iplikçik üzerinde saklanır.
Açıktır ki, hiçbir akıl sahibi insan, bilgisayarlardaki ortak tasarımların ve Windows XP programının tesadüflerle, başka yapı ve sistemlerden evrimleşerek ortaya çıktığını savunmaz. Bilgisayardan çok daha kompleks olan ortak biyolojik yapıların tesadüfen var olmadığı, tümünü Allah'ın mükemmel özelliklerle birlikte yarattığı apaçık bir gerçektir. Üstün güç sahibi Allah herşeyin Yaratıcısıdır:
"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstün ve güçlü olan, bağışlayandır." (Sad Suresi, 66)
Tüm bilimsel gerçeklere rağmen sürdürülen bu hileli yöntemlerin nedeni evrimcilerin şu an bir çıkmazın içinde bulunmalarıdır. Bu kişilerin vicdanları hiçbir basit yapının evrimleşerek kusursuz yapılar oluşturamayacağını çok iyi görmekte ve kabul etmektedir. Ancak Allah’ı inkar etme isteği bu kişilerde öyle şiddetlidir ki bilimin ortaya koyduğu gerçekleri, yürüttükleri hileli kampanyalarla örtmeye çalışırlar. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat’ta bu tehlikeyi hikmetli sözleriyle şöyle bildirmektedir:
“Vicdanın ziyası din ilimleri, aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Ayrıldıkları vakit, birincisinden taassup, ikincisinden hile doğar.”

4 Ağustos 2009 Salı

Ateist Düşünce Sistemi yüzyılımız İçinde nasıl parçalandı

İslam dini son yıllarda tüm dünyada çok büyük bir güç kazanmakta. İslam yalnızca Müslüman olarak bilinen ülkelerde güçlenmekle kalmadı, Çin'den Amerika'ya kadar tüm ülkelerde İslam'ın gerçek kaynağı olan Kur'an'a ilgi hızlanarak arttı. İslam inancının yükselmesinde, ateist düşüncenin fikri temellerinin yıkılmasının etkisi büyük oldu. Dinsizliği bir bozgunculuk unsuru olarak kullanma taraftarı olmayan açık görüşlü insanlar ateizmden Allah inancına döndüler.

19. yüzyılda Marx, Engels, Nietzsche, Durkheim, Freud, Darwin gibi düşünürler ateist düşünceyi farklı bilim alanlarına uyguladılar. 19. yüzyılın sonlarında, ateistler, kendilerince her şeyi açıklayabildikleri bir dünyada yaşadıklarını sanıyorlardı. Tarih ve sosyoloji konusunda Marx ve Durkheim, psikolojide Freud, biyolojide ise Darwin ateizm temelli düşüncelerinin hiç sarsılmayacağını sanmışlardı. Oysa bu görüşlerin her biri 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki bulgu, tespit ve sonuçlar, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti.

Söz konusu düşünürler bilimin evrende mekanik ve rastlantısal bir işleyiş olduğunu ortaya çıkaracağını sanmışlardı. Aksine bilim evrende olağanüstü bir düzen ve akıl olduğunu keşfetti. Bu keşiflerden en önemlisi hiç kuşkusuz evrenin bir başlangıcı olduğu tespitiydi. Batı dünyasındaki materyalist bilim adamları Eski Yunan felsefesine merak salmışlardı. Bu nedenle maddenin sonsuz olduğu görüşünü benimsediler. Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri isimli kitabında "Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekir. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir." diye yazdı. Politzer'in düşüncelerinin tam aksine bilim, yokluktan oluşumu ispatlayarak kabul etti. Evrenin yok olduğu bir anın var olduğunun ortaya çıkması, ateist felsefeyi bir anda darmadağın etti. Bu andan sonra kendini zamanında ateist olarak nitelendiren felsefeciler veya bilimadamları oldukça sıkıntılı bir döneme girdiler. Örneğin materyalist fizikçilerden Arthur Eddington "felsefi olarak doğanın şu anki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi beni rahatsız etmektedir" sözü yaşadıkları sıkıntıyı bizlere göstermektedir. Daha sonradan Allah'a iman ettiğini açıklayan Anthony Flew ise, 'Büyük Patlama modelinin' bir ateist açısından oldukça sıkıntı verici olduğunu bunun nedeninin bilimin dini kaynaklarca savunulan bir iddiayı ispatlaması olduğunu beyan etti.

Yine materyalist fizikçi Lipson ise 'eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz" şeklinde bilim dünyasına önemli bir uyarıda bulundu.

Günümüzde giderek azalsa da bazı bilim adamları Lipson'un yaptığı bu uyarıyı göz ardı etmekte. Bu tutumları ile bilime adeta ihanet eden bu kişiler tarihte toplumu çok büyük yanılgıya düşürmüş kişiler olarak anılacaklardır. Günümüzde de Marx, Nietzsche gibi düşünürler aynen böyle anılmaktalar.

Son olarak Economist dergisinin baş editörlerinden John Micklethwait ve yine aynı derginin Washington bürosu yetkilisi Adrian Wooldringe'nin Allah İnancının Avrupaya Geri Dönüşü ile ilgili eserinde 19. yüzyıl ateist filozoflarının, düşünürlerinin tahminlerinin 2009'a gelindiğinde nasıl yanlış çıktığı anlattılar. Yazarlara göre teknoloji, demokrasi ve seçme özgürlüğü insanların kendi seçimlerini yapmasına imkan sağlayarak dini güçlendirdi. Dünya nüfusunun yüzde 80'ini yüzyılın ortasına kadar ana dinlerden birine üye olacak ve bu eğilim Avrupa'da da yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. Uzmanlara göre bunun nedeni, Avrupa'ya dışarıdan gelen göçmenler, küreselleşme ve kötüleşen sosyal güvenlik sistemlerinden duyulan rahatsızlık. 2005 yılında Avrupa'da kendini ateist olarak niteleyen kişilerin oranı yüzde 30'larda iken bu oran 2009'da yüzde 18'e düştü. (Star Gazetesi, 26 Mayıs 2009)

Ateizim, sırtını dayadığı kozmoloji, biyoloji, psikoloji, tıp veya sosyoloji gibi kavramların eliyle çökmüştür. Ateizme dayanak yapılmaya çalışılan bu kavramlar 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren görüldüğü gibi Allah inancının yükselişine zemin hazırlamıştır.

28 Temmuz 2009 Salı

Tüm Müslümanlar kardeştir

Tüm insanları yaratan Allah'tır. İnsanlara sahip oldukları özellikleri, eğitimi, zenginliği ve imkanları veren Allah'tır. Belli bir yaşa geldikten sonra kişiler sahip oldukları özellikleri kendilerinin edindiklerini zannederler. Ancak bu büyük bir aldanmadır, çünkü herkesin kaderi daha doğmadan bellidir. Dünyada sahip olunan veya olunamayan maddi imkanların hiçbir önemi yoktur. Çünkü her insan ancak birkaç on yıl yaşayıp bedenini toprağa teslim edecek, ruhunu ise Allah huzuruna alacaktır. İnsanın dünyada sahip olduğu bedeni, malı, mülkü, itibarı, ünü tamamen yok olacaktır. Tüm insanlar Allah katında eşittir. Üstünlük yalnızca takvadan kaynaklanır. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilmektedir: "Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13)

Irk, soy, kültür, geçmiş medeniyetlerle bağlar üstünlük olmadığı gibi fiziksel özellikler ve kabiliyetler de üstünlük değildir. Bir kişi Allah'a olan imanı, korkusu ve sadakati oranında üstün olabilir. Ayrıca bu üstünlüğü de insanlar tam olarak bilemezler, ancak umut ederler. İnsanlardan kimin kime üstün olduğu Allah'ın izni ile ahirette belli olacaktır. Dünyada zahiri anlamda pek çok uğraşı ile insanın ömrü geçebilir. Ancak bir Müslüman'ın asıl amacı nefsini ıslah edebilmek ve Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmaktır. Dünyada yaşanan olumlu veya olumsuz gibi görünen tüm olaylar bu nihai sonuca hizmet etmektedir. Şeytan insana yaratılış amacını unutturup, gerçekte imtihan konusu olan birtakım detay meselelere dikkatini çeker. Irksal çatışmalar da bunlardan biridir. İnsanın takvaya göre üstün olduğu kesin bir gerçek iken şeytan bunu unutturup kardeşi kardeşe katlettirmek için insanların arasını açmaya çalışır.

İman sahibi kişiler şeytanın bu oyununa gelmezler. Bu kişiler Allah'ın farklı ırkları bir güzellik olarak yarattığını bilirler. İnsanların vücut yapılarından, dillerine kadar görülen çeşitlilik Allah'ın yaratma sanatının bir tecellisidir. Şu an yeryüzünde yaşayan hiçbir insan birbirine benzememektedir. Rabbimiz, aynı kemik, deri, göz hücrelerinden milyarlarca farklı insan yaratmıştır. Bizden önce yaşayan insanlar da parmak uçlarına kadar birbirlerinden farklı olarak yaratılmışlardır. Yaratılıştaki bu muazzam çeşitliliğin hikmeti ve üstünlük kavramı ile ilgili olarak Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur: Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13) Genetik araştırmalarda, ırklar arasında genetik farklılıkların çok küçük olduğu, genlere bakılarak ırkların ayırt edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Genetik olarak ırklar arasında farklılık yalnızca %0.012'lik orandadır.

Allah Kuran'da, şeytanın insanların arasını açmaya, fitne, kin ve düşmanlık sokmaya çalışacağı hakkında inananları uyarmaktadır. Kuran'dan uzaklaşan topluluklar bu uyarıyı arkalarında bırakır ve Allah'ın yarattığı çok değerli olan diğer insanlara %0.012'lik genetik farklardan dolayı düşman olurlar. Şeytan bu oyunu insanın önüne çıkıp kulağına fısıldayarak gerçekleştirmez. Şeytan bu oyunu tüm insanlığa Darwinizm ile oynamaktadır. Darwin'in evrim teorisine göre insanlar arasında sözde aşağı ırklar ve sözde üstün ırklar kavramı bulunmaktadır. Ve evrim aldatmacasının bir gereği olarak, zayıf olan ırklar elenip yok olacak, üstün ırklar dünyaya egemen olacaktır. Hiçbir bilimsel yanı olmayan bu düşünce ekonomik açıdan güçsüz durumda olan ülkelerin emperyalizm ile sömürülmesi için kullanılmış ve yeryüzünde milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşlar yaşanmıştır. Dinimiz ırkı, dili, geçmişi ne olursa olsun tüm insanları uzlaştırmakta ve birbirlerine kardeş kılmaktadır. Kuran doğrultusunda düşünmek ve şeytani fitnelerinden uzaklaşmak tüm halkımızı selamete çıkaracak ve en ufak bir kavga bile halkımız arasında görülmeyecektir. Müminler ancak birbirlerinin velisidirler. Doğusuyla batısıyla tüm Türk halkı, İslami temellere dayanan Anadolu ahlakı ile ahlaklanmışlardır. Bu dünyada barışın ve sevginin nasıl yaşanacağını diğer uluslara gösterebilecek tek memleketin Türkiye olduğunu akıllarımızdan hiç çıkarmamamız gerekir.

21 Temmuz 2009 Salı

İnsanları birbirlerine düşüren kimdir?

Karıncalar, var oldukları günden bu yana, yani 100 milyonu aşkın yıldır, hiçbir kargaşa çıkmadan yaşamaktadırlar. Bunca yıldır hiçbir karınca kolonisinde huzur bozulmamış, karınca bireylerinin birbirlerine saldırısı görülmemiş, anarşi ortamı oluşmamıştır. Doğada bencil, tembel, çıkarcı, isyankar karınca hiç görülmüş müdür? Tüm bu sayılanların aksine karıncalar bir su damlasını dahi paylaşırlar, kolonideki diğer karıncalar için hiç tereddüt etmeden hayatlarını feda ederler, her bir karınca mesul olduğu görevi eksiksiz olarak yerine getirir. Karınca topluluğunda görülen bu olağanüstü mükemmellikteki sosyal yaşam tüm canlılar alemine hakimdir. Hayvan aleminde insan aleminde görüldüğü gibi kötülükte bulunma isteği yoktur.

Allah insanı yaratmış ve onun nefsine iki tür özellik vermiştir. Biri 'fücur' yani sınır tanımayan kötülüğü. Diğeri bu kötülükten sakınmasını sağlayacak vicdan. "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğnü) ve ondan sakınmayı ilham edene andolsun. (Şems Suresi, 7-8)

Hayvanların fıtratlarında böyle bir özellik bulunmadığı için onlar daima Allah'ın kedilerine ilham ettiği akıllı davranışları yerine getirirler. Ancak insan şuur sahibidir ve dünyada imtihan olmaktadır. Allah'ın kullarının nefsindeki bu 'fücur' her bir insanın imtihanıdır. Müminler, Kuran ahlakının verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Ancak, Yüce Allah'ın varlığının, birliğinin farkında oldukları ve Rabbimiz'in hükümlerine karşı gelmekten sakındıkları için de nefislerindeki fücuru (inkara, günaha ve isyana girişmek, fasık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, ahlaki çöküntü vb) örtmez, açığa çıkarıp vicdanını dinleyerek bunları temizler ve Yüce Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınır.

Kendisinin Allah tarafından yaratıldığının ve bu dünyada bulunma amacını bilmeyen insanlar ise içlerindeki bu sınır tanımayan kötülüğe kapılmaya müsaittirler. Allah'a hesap verecek olduklarını unutmaları ve Allah'ın azabından korkmamaları neticesinde bu kişileri kötülükte bulunmaktan alıkoyacak hiçbir güç kalmaz. Özellikle yaşadığımız bu yıl içerisinde görülen insanları dehşete düşüren cinayetler, katliamlar bu tarzda insanların işlediği fillerdir. Çoğu zaman gazetelerde bu kişilerin 'insan olamayacağı' yorumları yer almaktadır. Oysa insanlar, hayvanlar aleminde asla görülmeyen vahşi eylemleri işlemektedir. Bu kişiler Allah'a iman etmedikleri, ahirette tekrar yaratılacaklarını inanmadıkları ve sonsuz cehennem hayatını düşünmedikleri için, içlerindeki sınır tanımaz kötülüğe uymuş kişilerdir.

Bu kötülüğü hareketlendiren şeytandır. Şeytan insanın en büyük düşmanıdır. İnsanlık tarihinin her aşamasında var olmuştur. Yaşamış ve ölmüş milyarlarca insanı ateşin içine çekmiş ve halen de çekmektedir. Şeytan hiçbir zaman ayırım yapmaz. Genç, yaşlı, kadın, erkek, devlet başkanı, zengin veya fakir fark etmez. Her insan bu düşmanın hedefidir. Bir insanın masum bir bebeği öldürmesi, kendisine hiçbir kötülüğü dokunmamış savunmasızları katletmesi, kaçırıp insanlık dışı işkenceler uygulaması nasıl mümkün olabilir? Cani kelimesi bu tür insanları nitelemek için türetilmiştir. Doğada cani sıfatı ile nitelenen başka bir canlı bulunmamaktadır.

İnsanların nefislerinde onları kötülük işlemekten koruyacak vicdanları ancak Allah'a iman ile devreye girmektedir. İman dışında insan şeytanın telkinlerine tamamen açık duruma gelir. Şeytan da baş düşmanı olan insanın dünyada ve ahirette felaketlere uğramasını ister. Gerek ülkemiz tarihinde, gerekse dünya tarihinde görülmüş olan bir milletin birbirine düşmesi, anarşi ve kardeş kavgası yaşaması şeytanın en büyük icraati olmuştur. Birer siyasi terminoloji haline gelmiş olan 'iç çatışma', 'kutuplaşma', 'bölücülük', 'ayrılıkçılık', 'ötekileştirme' gibi kelimelerin içine dalarak toplumsal meseleleri değerlendirmek, oluşan gerilimin asıl nedeninin görülmemesine neden olmaktadır. İnsanları birbirine düşüren şeytandır.

14 Temmuz 2009 Salı

Karl Marx, fikirlerine bilimsel bir kılıf aradı

Friedrich Engels, Charles Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabı yayınlanır yayınlanmaz Karl Marx'a şöyle yazdı: "Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem". (Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene, Philadelphia; the University of Pennsylvania Press, 1959, s.527) Engels'in hararetle bu haberi Marx'a iletmesinin önemli bin nedeni vardı, çünkü o sırada Karl Marx insanları dinsizliğe yöneltecek olan ideolojisine bilimsel bir kılıf arıyordu.

1844 ekonomik ve felsefi elyazmalarında bu konuya duyduğu ihtiyacı şöyle belirtmişti:

"İşçilerin her nesnenin yapıldığı ve her eserin kendisini yapana şahadet ettiğine dair bir değerlendirmeleri vardır. Çalışma tecrübemizin eşyaları kendiliklerinden yalnız başına meydana gelmezler, onlar kendiliklerinden var değildirler. Öyle ise bu nokta üzerinde iş tarafından şekillendirilmiş halk zihninin hatası vardır. Felsefe tabiatın ve insanın kendiliğinden var olduğu fikrinin makul olduğunu göstermek mecburiyetindedir."

Marx yazılarında yaratılışın halkın zihninden kolayca sökülüp atılamayacak bir düşünce olduğuna da dikkat çekmiş ve özellikle insanların varlığının sadece kendilerine borçlu olduğunun gösterilmesi gerektiği fikrini savunmuştur. Bu konuda aksi bir fikir olursa yani insanlar kendi öz varlıklarını başka bir varlığa bağımlı görürlerse, bu durumda o varlığın lütfuyla yaşadıklarını düşüneceklerini belirtmiştir. İnsanın kendi varlığını Allah'ın bir lütfu olarak görmemesi için tek yolun da insanın varlığının ancak insana borçlu olduğunun ispatlanması gerektiği şeklinde düşünmüştür. Bu düşüncesinin kabul görmesinin imkansızlığı hakkında ise şunları yazmıştır:

"Tabiatın ve insanın kendiliğinden varlığını sürdürmesi veya var olması kendisi için anlaşılır bir şey değildir, çünkü pratik hayatın elle tutulur bütün verileri onun aksini bildirmektedir."

Görüldüğü gibi Karl Marx'ın düşüncelerinde, insanları inançsızlaştırma konusunda sahip olduğu tezlerin hiçbir mantıki yanı olmadığı için toplum tarafından da kabullenmeyeceği görüşü hakimdi. Marx'ın yaşadığı bu çıkmazdan dolayı Charles Darwin'in kitabı hakkında Engels'e cevaben şunları yazdı:

"Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur".

Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise şöyle söylüyordu:

"Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor." (Marks Engels Mektuplar, cilt 2, s.126)

Marx, Darwin'e olan sempatisini ise en önemli eseri olan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı:

"Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".

Engels'in bu konudaki başka bir sözü ise Darwin'e olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu:

"Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin'in adı anılmalıdır." (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm-Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 1990, s.85)

Engels, Darwin'i, Marx ile eş tutacak şekilde övüyor ve "Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti" diyordu. (Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, London: Chatto