29 Nisan 2008 Salı

İslam'ın Avrupa'daki tarihi

Avrupa ile İslam medeniyetleri, birbiri ile yakın ilişki içerisinde olmuş iki medeniyettir. Önce İber yarımadasında kurulmuş olan Endülüs Devleti, daha sonra Haçlı Seferleri ve Osmanlı'nın Balkanları fethi, Avrupa ve İslam toplumları arasında düzenli bir etkileşime neden olmuştur. Ortaçağ karanlığı içine gömülmüş olan Avrupa'daki gelişme ve ilerleme hareketlerinin asıl öncüsünün İslamiyet olduğu bugün pek çok tarihçi ve sosyolog tarafından da dile getirilmektedir. Tıp, astronomi, matematik gibi alanlarda Avrupa'nın oldukça geri olduğunun bilindiği dönemlerde Müslümanların engin bir bilgi hazinesine ve gelişmiş imkanlara sahip oldukları bilinmektedir.

Avrupalıların, İslamiyet'in hayatlarında önemli bir yeri olacağının farkına vardıkları ilk olay Hz. Ömer'in Kudüs'ü fethidir. Bu gelişmeyle birlikte Avrupa, ilk defa İslam'ın genişlediğinin ve kendi sınırlarına doğru ilerlediğinin farkına varmıştır. Bu fetihten dört yüzyıl sonra gerçekleştirilecek olan Haçlı Seferlerinin de ana gerekçelerinden birisi, Kudüs'ün Müslümanlardan geri alınabilmesidir. Bu amaçla yola çıkan Haçlılar, seferler sırasında çok önemli bir kazanç daha sağlamışlardır. Müslüman dünyasıyla kurulan bu temas, Avrupa'da yeni bir dönemi başlatacak olan ilk gelişmedir. Karanlık, savaş ve kavgalarla dolu, despotizmin hakim olduğu Avrupa, Müslüman dünyasında çok ilerlemiş bir medeniyet ile tanıştı. Müslümanlar tıp, astronomi, matematik gibi alanlarda olduğu kadar sosyal yaşamda da son derece medeni ve refah bir hayat sürmekteydiler. Bununla birlikte çoğulculuk, hoşgörü, uzlaşma, merhamet, fedakarlık gibi o dönemin Avrupası'nda pek rastlanmayan değerler tüm toplum tarafından dini sorumluluk duygusu ile yaşanan güzel ahlak özellikleri idi.

Haçlı seferleri bir yandan devam ederken, Avrupa toplumları Müslümanlarla, Haçlı seferlerinin yapıldığı topraklardan çok daha yakın bir bölgede, kendi kıtalarının güneyinde birebir ilişki içindeydiler. İber yarımadasının Müslümanlar tarafından fethedilmesinin ardından bu topraklarda kurulan Endülüs devleti, 15. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa üzerinde büyük bir kültürel etki yaptı. Endülüs devletinin Avrupa üzerindeki etkisini inceleyen pek çok tarihçi, sosyal yapısı ve ulaşmış olduğu medeniyet seviyesi Avrupa toplumlarının çok ilerisinde olan bu devletin, Avrupa medeniyetinin gelişiminde en önemli faktörlerden birisi olduğu konusunda hemfikirdir. Ünlü İspanyol tarihçi Blasco Ibanez, Müslümanların İspanya'da inşa ettiği bu medeniyeti şu sözlerle dile getirmektedir:
İspanya'da yenilenme kuzeyden değil, Müslüman fatihler vasıtasıyla güneyden geldi. Bu gelişme bir fetih olmanın çok daha ötesinde bir medeniyet hamlesiydi. Bu sayede İspanya'da 8. ve 15. yüzyıllar arasında bütün Ortaçağ boyunca Avrupa'nın bilinen en zengin ve en parlak medeniyeti doğup gelişti. Bu dönemde kuzeydeki halklar din savaşları yüzünden parçalanmakta ve kana susamış vahşi (barbar) sürüler halinde hareket etmekte iken, Endülüs toplumu otuz milyonu aşmakta, o dönem için çok büyük olan bu nüfus yapısı içinde her ırk ve din grubu ahenk içinde hareket etmekte ve toplum çok canlı bir nabız atışı sergilemekteydi.

İngiliz tarihçi John W. Draper ise Endülüs Müslümanlarının sahip oldukları medeniyeti şöyle anlatır:
700 sene sonrasında bile Londra'da bir tek sokak lambası bulunmazken... Sonraki uzun asırlar boyu Paris'teki evinin eşiğinden yağmurlu bir günde sokağa adımını atan bir Parisli ayak bileklerine kadar çamura batarken, aydınlık ve temiz sokaklarıyla Endülüs kentleri pek ileri ve gelişmiş bir görünüm arz ediyordu.

1492 yılında Müslümanların elinde kalan son toprak olan Granada'nın (Gırnata) da kaybedilmesiyle Endülüs Devleti tamamen sona erdi. Ancak Avrupa bu defa da Balkanlar üzerinden gelen Müslümanlar ile karşı karşıyaydı. Osmanlı İmparatorluğu birbiri ardına gelen fetihlerle Balkanlarda ilerlemeye başlamış, bu arada Balkan halkları da gruplar halinde İslam'a dönmüşlerdi. Bu dönüş hiçbir zaman zorlama ve baskı yoluyla gerçekleştirilmemiş, Osmanlı'nın yaşattığı İslam ahlakı zaman içerisinde bu ahlaka şahit olanların kendi istekleriyle İslamiyet'i tercih etmelerini sağlamıştır. Osmanlı, Kuran ahlakının gereği olan adalet, eşitlik, hoşgörü ve merhamet üzerine bina ettiği medeniyeti ile 400 yıl boyunca Balkanlarda kalmıştır. Osmanlı'nın Balkanlarda kurduğu medeniyetin izleri bugün dahi ayaktadır. (Bu eserlerin büyük kısmı Bosna savaşı sırasında Sırp ordu birlikleri ve milisleri tarafından tahrip edilmiştir, ancak bu tarihi gerçekleri değiştirmez). Osmanlı'nın, hoşgörü, uzlaşma ve çoğulculuk üzerine kurduğu bu medeniyet, İslam'ı Avrupa'nın önemli bir parçası haline getirmiştir. Bugün de Avrupa Müslümanlarının oldukça büyük bölümü Balkanlar'da yaşamaktadır.

Avrupa medeniyetinin İslamiyet'ten çok şey öğrendiğini ve iki medeniyetin hep içiçe olduğunu dile getiren kişilerden birisi de Galler Prensi Charles'tır. Prens Charles, İslam medeniyetinin özelliklerini ve gerek Endülüsler gerekse Balkanlardaki Osmanlı tecrübesinin Avrupa'ya neler öğrettiğini şöyle açıklamaktadır:
... Diplomasi, serbest ticaret, açık sınır, akademik araştırma teknikleri, antropoloji, moda, alternatif tıp, hastaneler hep bu büyük kültürden (Endülüs) gelen şeyler. Ortaçağ, İslam o çağın koşullarına göre fazlasıyla tolerans sahibiydi, Yahudiler ve Hıristiyanlar inançlarını diledikleri gibi yerine getirebiliyorlardı. Bu yönleri ile Müslümanlar, Hıristiyanların ancak yüzyıllar sonra uygulamaya geçirebilecekleri bir örnek teşkil ediyorlardı. Asıl şaşırtıcı olan, İslam'ın, önce İspanya'da daha sonra Balkanlar'da, ne kadar uzun zamandır Avrupa'nın bir parçası olduğunu, yani bizim büyük bir yanılgıyla Batı medeniyeti olarak adlandırdığımız medeniyetin üzerinde ne kadar büyük etkisi olduğunu görmektir. İslam, insanlık sahasının her alanında, bizim geçmişimizin ve bugünümüzün bir parçasıdır. Modern Avrupa'nın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bizim tarihi mirasımızdan ayrı bir şey değildir, mirasımızın bir parçasıdır.


Milli Gazete

22 Nisan 2008 Salı

Hz. Nuh'a kavmi türlü iftiralarda bulunmuştur

Hz. Nuh, kavmine Allah'ın tek ilah olduğunu hatırlattıktan sonra, onları Allah'tan bağışlanma dilemeye davet etmiş, Allah'a yönelmeleri karşılığında Allah'ın onlara vereceği nimetleri şu şekilde müjdelemiştir:
"Bundan böyle" dedim. "Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. (Öyle yapın ki,) Üzerinize gökten sağanak (bol miktarda yağmur) yağdırsın. Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size (ürün yüklü) bağlar-bahçeler versin, ırmaklar da versin." (Nuh Suresi 10-12)

Dünya tarihi boyunca Allah’ın gönderdiği tüm elçilere iftiralar atılmıştır. Bu, Allah'ın, her dönemde yaşayan elçilerinin karşılaştıkları hiç değişmeyen bir kanunudur.
Hz. Nuh'un kavmi de peygamberlerine itaat etme konusunda direnmiş ve kendilerince onu yıldırmak için birçok iftira atmışlardır. Bunlardan biri 'şaşırmış ve sapmışlık' iftirasıdır:
Kavmimin önde gelenleri: "Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz" dediler. (Araf Suresi, 60)

Allah'ın elçilerinin en belirgin özelliklerinden biri, her ortamda sabır ve kararlılıklarını, üstün ahlaklarını korumaya devam etmeleridir. Karşılaştıkları zorluk ve iftiralar karşısında daima olgun ve mütevvekil bir tavır göstermişlerdir. Atılan sapmışlık iftirasına karşı Hz. Nuh'un cevabı tüm müminler için örnektir.
O: "Ey kavmim, bende bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim." dedi." Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. (Ayrıca) Size öğüt veriyor ve sizin bilmediklerinizi ben Allah'tan biliyorum." (Araf Suresi, 61-62)

Dünya üzerinde var olan herşeyin sahibinin Allah olduğunu, Allah dilemedikten sonra kimsenin kendilerine bir zarar veya fayda sağlamaya güç yetiremeyeceğini bilen elçiler, kavimlerinin kendilerine yönelttikleri tehditlerden dolayı hiçbir zaman yılgınlık göstermemişlerdir. Karşılaştıkları her türlü zorlukta Allah'a dayanıp-güvenmişlerdir. Hz. Nuh da inkarcıların önde gelenlerine karşı cesurca bir mücadele vermiş, onların iftira ve saldırılarından asla yılmayacağını şöyle vurgulamıştır:
Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: "Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin. (Yunus Suresi 71)

Günümüzde de samimi Müslümanlar kendilerine peygamberlerin hayatlarını örnek alırlar. Bundan dolayı başlarına gelen zorluklar onları asla yıldıramaz. Düşmanlarına karşı asla yılgınlık ve gevşeklik göstermezler. Allah’ın yardımının her an yanlarında olduğunu ve mutlak zaferin her zaman iman edenlere ait olduğunu bilirler. Çünkü bu galibiyet Allah’ın kesin vaadidir.
Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139)
... Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez. (Nisa Suresi, 141)

Bu ahlak yapısını dindar olmayan kişiler anlayamaz. Çünkü onlar başlarına gelen her olayda ya kendilerinin ya da başka kişilerin etkisi olduğunu düşünürler. Oysa müminler, kendilerine yalan ve iftiralarla düşmanlık gösteren kişilerin de Allah’ın dilemesiyle hareket ettiklerinin farkındadırlar. Bundan dolayı dışarıdan mücadele ettikleri görülmesine rağmen, gerçekte Allah ile tek başlarına olduklarını bilirler. Yaşadıkları bu olaylarda asıl amaçları üstün gelmek değil, ibadet etmektir. Çünkü dinini asıl üstün kılacak olan Allah’tır. Kuran’da haber verilen sırlardan habersiz olan imansızlar düşmanlıklarında boşuna bir çaba içerisinde olduklarının farkında değildirler. Çünkü ayetlerde Allah, dinini tüm dinlere üstün kılacağını bildirmiştir;
“Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” ( Tevbe Suresi, 33)

Müminler, Allah’ın Kuran’da “yaratılmışların en hayırlıları” (Beyyine Suresi, 7) olarak bildirdiği yeryüzünün en değerli varlıklarıdır. Onların koruyucuları Allah’tır. Bu nedenle müminlerin aleyhinde hiç bir gelişme meydana gelmez. Tarih boyunca inananlara husumet duymuş ve onların aleyhinde tuzak kurmuş olanlar hiç bir şekilde başarıya ulaşamamışlardır. Tarih boyunca süren bu başarısızlık günümüzde de halen devam etmektedir.
Hz. Nuh ve diğer peygamberleri örnek alan müminlerin yapması gereken, din ahlakını her türlü imkanı kullanarak sözlü veya yazılı olarak anlatıp, Allah’ın varlığının her türlü delillerini insanlara duyurmak, ayrıca tüm yapılanların karşılığının görüleceği cennetin ve cehennemin yakınlığını tebliğ etmektir.


Milli Gazete

15 Nisan 2008 Salı

Tonlarca ağırlıkta yağmur yüklü bulutlar

Kümülonimbüs türü fırtına bulutunda, 300.000 ton ağırlığa ulaşan miktarlarda su toplanmaktadır. Gökyüzünde hiçbir dayanak olmadan 300.000 tonluk bir kütlenin durabileceği bir düzenin kurulmuş olması kuşkusuz hayranlık uyandıran bir durumdur. Kuran ayetlerinde bulutların ağırlığına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O'dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız. (Araf Suresi, 57)
O size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır. (Rad Suresi, 12)

Tonlarca ağırlıkta bulutları yaratan ve onlardan yağmuru indiren Allah’tır. Yağmur, rüzgarın aşılama özelliği sonucunda yeryüzüne düşmektedir. Bir Kuran ayetinde bu konuya şöyle dikkat çekilmektedir:
Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık... (Hicr Suresi, 22)

Ayette, yağmur oluşumundaki ilk aşamanın rüzgarlar olduğuna dikkat çekilmektedir. Oysa 20. yüzyılın başlarına kadar, rüzgarla yağmurun yağması arasındaki tek ilişki rüzgarın bulutları sürüklemesi olarak biliniyordu. Modern meteorolojik bulgular ise rüzgarların yağmurun oluşumunda "aşılayıcı" rol oynadıklarını gösterdi.

Rüzgarların bu aşılama özelliği daha önce de değindiğimiz gibi şöyle gerçekleşir: Okyanusların ve denizlerin yüzeyinde, köpüklenme nedeniyle her an sayısız hava kabarcığı oluşmaktadır. Bu kabarcıklar patladıkları anda, milimetrenin 100'de biri çapındaki binlerce parçacığı havaya fırlatırlar. "Aerosol" adı verilen bu parçacıklar, rüzgarlar sayesinde karalardan gelen tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına taşınır. Rüzgarların bu şekilde yükseklere taşıdığı parçacıklar, burada su buharı ile temas eder. Su buharı da bu parçacıkların etrafına toplanarak yoğunlaşır ve su damlacıklarına dönüşür. Bu su damlacıkları önce biraraya gelerek bulutları oluşturur, bir süre sonra da yağmur olarak yeryüzüne iner. Görüldüğü gibi rüzgarlar, havada serbest halde bulunan su buharını denizlerden taşıdıkları parçacıklarla "aşılamakta" ve böylece yağmur bulutlarının oluşumunu sağlamaktadır.

Bulut tipleri üzerinde araştırma yapan bilim adamları yağmurun oluşumu ile ilgili şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Yağmur bulutları belirli bir sistem ve aşamalar dahilinde oluşmakta ve şekillenmektedir. Yağmur bulutlarından biri olan kümülonimbüs türü bulutların oluşum aşamaları bilimsel olarak şöyledir:

1. AŞAMA, Sürülme: Bulutlar rüzgarlar tarafından bulundukları yerden itilir yani sürülürler.

2. AŞAMA, Birleşme: Rüzgar tarafından itilen bu küçük boyuttaki bulutlar (kümülonimbüs) sürüklendikleri yerde birleşip yeni büyük bulutları oluştururlar.

3. AŞAMA, Yığılma: Küçük bulutlar birleştikten sonra büyük bulutun içindeki yukarı doğru çekiş
kuvveti artar. Bulutun merkezindeki yukarı çekiş kuvveti kenarlardaki çekişten daha güçlüdür.

Bu yukarı çekişler bulutun gövdesinin dikey olarak büyümesine neden olur. Böylece bulutlar yukarıya doğru genişleyerek üst üste yığılmış olur. Bu, dikey olarak büyümüş bulutun gövdesinin atmosferin daha serin yerlerine doğru uzamasına sebep olur. İşte bu noktada atmosferin serin bölgelerinde bulutta su ve dolu damlaları büyümeye başlar.

Bu aşamaların sonucunda, su ve dolu damlaları -yukarı çekiş gücünün onları destekleyemeyeceği kadar- ağırlaştıkları zaman da bulutlardan yağmur, dolu vs. şeklinde düşmeye başlarlar.

Yağmur bulutları, Allah’ın gücünün tecellilerinden yalnızca birisidir. Allah yeryüzünü insanlara imtihan yeri olarak yaratmıştır. İçerisinde insanların Rabbimizin gücünü takdir edebilecekleri sayısız varlık ve olay yaratmıştır. Azametli ve büyük olan her şey insanda hayranlık uyandırır. Yeryüzünün en yüksek binasını veya yine yeryüzünün en büyük barajını gören bir kişi, karşısında durduğu muazzam yapıların mimarına doğal olarak saygı duyar. Başımızın üzerinde 300.000 tonluk yağmur bulutlarında görülen ihtişam ise yeryüzündeki hiçbir yapıyla mukayese edilemez.

Güç sahibi olan Allah’ın yüceliğini kavramak insanın ne kadar zayıf, güçsüz ve aciz olduğunu anlamasını sağlar. Çünkü insanın nefsi şeytanın etkisi ile büyüklenmeye çok yatkındır. Ağır bir nesneyi kaldırabiliyor veya hızlı koşabiliyor olmaktan, yabancı bir lisan bilmekten, matematik problemi çözebilmekten, hatta güzel yemek yapabiliyor olmaktan bile büyüklenebilir. Yeryüzünde bugüne kadar yaşamış, şu an yaşamakta olan ve yaşayacak olan deha sayılan insanların tümü bir araya gelseler bu topluluğun sahip olduğu bilgi Allah’ın ilminin yanında çok küçük kalır. Allah’ın ilminin sonu yoktur. Yeryüzündeki tüm ağaçlar kalem, tüm denizler mürekkep olsa yine de Allah’ın ilmini yazmaya yetişmez. Sonunda ağaçlar ve denizler tükenir. (Kehf Suresi, 109)

Hayatı boyunca her gün bulutları gören, ancak bir kere bile Allah’ı düşünmeyen bir insan körlüğün en şiddetli noktasında bulunmaktadır. Gözü ve kalbi körelmiş olarak yaşayan bu insanların gerçek durumunu Rabbimiz bizlere bildirmiştir;
Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Tevbe Suresi, 179)

Milli Gazete

8 Nisan 2008 Salı

Arıların kusursuz vücut yapıları

Dünyanın en tanınmış bilgisayar dergilerinden Byte'da yer alan bir haber, balarıları hakkında son derece ilginç bilgiler içermektedir. Dergi bilgisayarlarla arı beynini karşılaştırmaktadır. Dergide yer verilen bir araştırmanın sonuçlarına göre, arı beyni, dünyanın en gelişmiş bilgisayarlarından daha hızlı çalışmaktadır. Bugün en gelişmiş bilgisayar saniyede 16 milyar işlem yapmaktadır. Arı beyninin işlem sayısı ise bunun tam 625 katı, yani 10 trilyondur. Üstelik arı beyni bu kadar fazla işlem yaparken bilgisayardan çok daha az enerji tüketmektedir. 10 milyon arının tükettiği enerji, ancak 100 wat'lık bir ampulü yakmak için harcanan enerji kadardır (Arının beyni 10 mikrowattan daha az enerji tüketir).

Arının beyni ile ilgili yapılmış olan bu karşılaştırmada da görüldüğü gibi, arıların vücut yapılarında kusursuz bir tasarım vardır. Arının her organı şu andaki görevlerini yerine getirebilmesi için özel olarak yaratılmıştır.
Arılarda diğer böceklerde olduğu gibi sert kabuklardan oluşmuş bir dış iskelet vardır. Bu dış iskeletin temel bileşiği kitin denen eklemli sert bir tabakadır. Bu tabakalar dış iskelet yapısını oluşturacak kadar sağlam nitelikte yaratılmışlardır.

Arıların solunum sistemi dışarıya açılan solunum delikleriyle başlar. "Trake sistemi" denilen bu sistem arının vücudundaki her organa rahatlıkla ulaşacak şekilde dallara ayrılmıştır. Trake kolları genişler ve hava keselerini oluşturur. Az sayıda ama büyükçe olan bu hava keseleri, havanın depo edilmesi için kullanılır. Keselerden çıkan ince dallar ve borular dokulara kadar uzanır. Arılar, bu keseleri sıkıştırmak suretiyle vücutlarındaki dolaşımı hızlandırırlar, bu sayede dokulara besin ulaşımı da hızlanmış olur.

Arıların vücutlarındaki her kas farklı sayıda kas liflerinden oluşmuştur. Kas lifleri de boyuna uzanan hücrelerden yapılmıştır. Bilindiği gibi her canlı hücresinin faaliyet yapabilmek için enerjiye ihtiyacı vardır. Arının hareket etmesini sağlayan kaslarının yapısı kullanım alanına göre değişir. Örneğin kanat kaslarında olduğu gibi çok hızlı hareket eden kaslarda yeterince oksijen sağlayabilmek için diğer vücut kaslarında bulunan dış zar yoktur. Ayrıca hızlı hareket etmede gerekli olan oksijenin sağlanması için arıların tüm vücutları trake (solunum) boruları ile donatılmıştır.

Balarıları uçarken iki kanatlı gibi gözükmelerine rağmen aslında dört kanada sahiptirler. Uçarken bu dört kanatlarını sanki iki kanatmış gibi hareket ettirirler. Bu kullanılış şekli aerodinamik kurallara daha uygundur. Eğer bu dört kanat ayrı hareket ediyor olsaydı, uçmak için kullanışsız olacaktı. Oysa arılar kanatlarındaki özel tasarım sayesinde diğer pek çok uçucu canlıdan daha hızlı hareket ederler.

Balarılarında arka kanatta bir sıra kuvvetli kanca şeklinde tüy bulunur. Bu kancalar ön kanadın kıvrılmış arka kenarına takılır ve bu sayede uçarken iki kanat gibi hareket eder. Dinlenme durumunda ise tüm bağlantılar açılarak ön ve arka kanatlar serbest hale geçer.
Arıların koku alma organları antenlerinin üzerinde bulunur. (Böceklerin koku alma organları insanlardaki gibi solunum delikleri içinde yer almaz. Solunum delikleri başlarında değil vücutlarının başka bölgelerinde bulunur.) Anteninin içine doğru beyninden gelen koklama sinirleri uzanır. Ancak bu sinirler koku maddeleriyle doğrudan temas etmezler. Çünkü böceklerin vücudu -antenler de dahil olmak üzere- kabuk ile kaplıdır.

Arı antenlerini mikroskop altına yatırdığınızda antenin üzerinde pek çok delik görürsünüz. Beyinden gelen koklama sinirleri bu deliklerin içinde son bulur. Ancak bu deliklerin üzeri özel bir zarla kaplıdır ve sinir uçlarını korumaya yarar. Buna rağmen kokuyu geçirebilme özelliğine sahiptir. Bu deliklerin arası ise incecik tüylerle kaplıdır. Bunlar arının duyum tüyleridir.
Arıların tat alma organları ağız boşluklarında ve hortumlarında bulunur. Arılar tatlıyı, acıyı, ekşiyi ve tuzluyu ayırt edebilirler.

Bal toplayan arılar için bunlardan en önemlisi tatlılıktır. Arılar özellikle şekerin kendilerine gerekli olan cinslerini çok iyi ayırt ederler. Bir arı gerçek şeker ile tatlandırıcı maddeler arasındaki farkı hemen anlar. . Bu hassas tat alma sistemi arılar açısından çok önemli bir özelliktir. Çünkü arı topladığı nektarı kullanarak bal üretir. Dolayısıyla kokunun ve şekerin hatalı algılanması balın ya hiç oluşmamasına veya sağlıksız olmasına sebep olacaktır.

Mühendislik harikası olan petekleri inşa eden arıların beden yapılarına mükemmel özellikler veren Allah’tır. Arı yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi asla başıboş tesadüflerin ürünü olamayacak harikalıktadır. Arıda ve diğer canlılarda görülen mükemmellik Allah’ın sonsuz aklının tecellileridir.

Milli Gazete

1 Nisan 2008 Salı

Dünyanın geçici olduğunu bilerek yaşamak

Dünya hayatı bir gün aniden yok olacak ve insan ebediyen yaşayacağı ahiret yurduna geçecektir. Oysa dünya hayatının geçici ve son derece kısa olduğunu fark edemeyen gaflet içindeki insan, büyük bir tutku ve hırsla dünyaya bağlanmıştır ve sadece dünya için yaşamaktadır. Bu insan, çocukluğundan itibaren sürekli geleceğe dönük planlar yapar, hayatını bu istekleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışır. Ömrü, bu oyalanmalarla, dünyanın ne kadar kısa ve geçici olduğunu düşünmeden aniden son bulur. Tıpkı gördüğü ve uzun sürdüğünü sandığı, ama aslında uyuduğu sürenin yalnızca birkaç saniyesini kaplayan rüyanın sona ermesi gibi... Ahirette, dünya hayatının sadece bir rüya gibi çok kısa sürdüğünü, kesin olarak yanıldığını anlar.

İnsanlar yaşlandıklarında geçen zamanın ne kadar hızlı akıp gittiğini anlarlar. Ölüme gittikçe yaklaşıldığı zaman geriye dönüp baktıklarında ellerinde sadece hafızalarındaki bilgiler, anılar kalmıştır. Gençlik, güzellik, sağlık hepsi kaybolup gitmiştir.

Sağlıklı olan bir insanın dahi otuzlu yaşlarıyla birlikte birtakım bedeni zaafları ortaya çıkar. Hiç ağrımayan bel birden ağrımaya başlar, merdiven çıkılırken dizlerin eskisi gibi sağlam olmadığı görülür, tansiyon seviyesi genç yaşa göre daha yükselir, ciltte derin çizgiler oluşmaya başlar. Bunların hepsi dünyanın geçiciliğine bir işarettir. Dünyaya bu işaretlere göre değer vermek gerekmektedir.

Ahirette insanların kendi aralarında dünya hayatının kısalığına dair yaptıkları konuşma Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz" (Müminun Suresi, 112-114)

Ayette geçen "bir gün ya da bir günün birazı kadar" ifadesi çok uzun sanılan ömrün ne kadar kısa olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu, Allah katından bildirilmiş açık bir gerçek iken, insan neyi neye tercih edeceğini çok iyi düşünmelidir. Sonsuz cenneti mi, yoksa çok kısa süreli dünyayı mı hedefleyerek hareket edecektir? İnsanın arzularını belirlerken üzerinde düşünmesi gereken en önemli unsur, kısa ve geçici olan dünya hayatının faydasının da yine kısa ve geçici olacağıdır.
Bu nedenle dünyayı, asıl yurdumuz olan ahirete gitmek için bir bekleme salonu olarak düşünmek gerekir. Bir bekleme salonundaki eşyaların ve orada yaşanan olayların insanı ne kadar ilgilendireceği açıktır. Hiçbir yolcu, bekleme salonunda uzun bir süre kalacakmış gibi oraya yerleşip, bütün planlarını bu bekleme salonuna göre yapmaz. Yalnızca bekleme salonunu göz önüne alarak aldığı kararlar ya da yaptığı hareketlerin dışarda bir faydası olmayacaktır. Aynı şekilde, dünya için yapılan hiçbir şeyin de ahirette bir faydası olmayacaktır. Bu nedenle dünya için yapılan işlerin eninde sonunda, Kuran'da bildirildiği üzere, bir serap gibi yok olacağını bilmek gerekir. Kuran'da bunun haber verildiği ayet şöyledir:
İnkar edenler ise, onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)

Ayette açıkça bildirildiği gibi, dünya için yapılanların hepsi birgün yok olup gidecek ve insan yalnız Allah rızası için yaptıklarıyla Rabbimizin huzurunda hesap verecektir. İşte o an insan yanılgısını fark edecek ve cehennem azabı karşısında sonsuz bir çaresizlik ve pişmanlık duymaya başlayacaktır. Gaflet halinin sona erdiği, tüm gerçekleri birer birer fark ettiği o anda dünya hayatına geri dönerek, Allah'ın emir ve yasaklarına uygun bir hayat yaşamak isteyecektir. Ancak bunun için çok geç kalmıştır. Çünkü artık geri dönüş yoktur:
İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi,12)

İnsanın Allah'ın huzuruna yalnız başına getirileceği bu günle karşılaşmadan önce dünya hayatının ne kadar kısa ve geçici olduğunu anlaması ve tefekkür etmesi gerekmektedir. Dünyanın çok kısa bir süre sonunda mutlaka sona ereceği düşüncesi, insanın boş ve yararsız işlerden yüz çevirmesine, dünya hayatındaki kısa zamanını en iyi şekilde değerlendirerek, içinde bulunduğu gafletten kurtulmasına vesile olacaktır.


Milli Gazete