30 Ekim 2013 Çarşamba

Düşündüren bir istatistik....



Yakın zamanda İsveç’te yapılan bir araştırmada her 7 kişiden birinin hiç dostu olmadığı, yüzde 63’ünün yalnız başına öldüğü ortaya çıktı. Bu haberi okuyunca hemen aklıma insanların sevgiden neden vazgeçtiği sorusu geldi. Yalnızlık duygusu, güveneceği bir dostunun olmaması, yardımlaşma/paylaşmanın yaşanmaması, bir insan için çok kötü ve acı verici bir durum... Lütfen sevmekten, sevilmekten vazgeçmeyelim...

Bu aslında sadece İsveç için geçerli değil, tüm dünyanın problemi. Herkes günümüzde, eski dostlukların, menfaatsiz sevgilerin yaşanmadığından, geleni gideni/arayanı soranı olmadığından şikayetçi. Eskiden medyada sadece batı ülkeleri için yalnız başına ölüm haberlerini okurken, artık ülkemizde de yalnız ölen bir çok kişinin vefat haberi ancak haftalar sonra ortaya çıkıyor.
Şu an dünyada yaşanan tüm sorunlara bakın, en önemli sebep insanların sevgiden vazgeçip nefreti tercih etmeleri. Nefreti seçen çoğunluğun yaşadığı sevgisizlik, insanlara öldürmeyi, yakıp yıkmayı, anarşiyi/terörü makul gösteriyor.
Halbuki sevgi, çok güzel ve haz yaşatan, eğlenceli bir duygu. Sevginin tadını alan onu asla bir daha bırakmak istemez. Ne kadar çok seveni ve dostu olursa o kadar mutlu olur. Eskiden her evde dedeler/torunlar büyükanneler/ büyükbabalar, amcalar/teyzeler, halalar/dayılar hepsi beraber neşe içinde yaşarlarken, şu an insanlar birbirleriyle görüşmeyi istemiyorlar. Gençler bir an önce ailelerinden ayrılıp yalnız yaşama ideali içindeler. Yalnızlığa birde sevgisizlik eklenince bu şekilde fıtratlarını bozuyorlar.

Halbuki sevgi Allah’ın ruhunu taşıyan insanın adeta gıdası gibidir. İslam’a uygun hayat süren bir Müslüman her zaman sevgiyi ve muhabbeti aradığı için maddi manevi hep güzele gider. İmanlı olduğu için böyle kişilerin hücreleri bayram eder, huyları güzelleşir, yüzleri güzelleşir, üzerlerine gençlik, dinçlik ve dirilik gelir.

Ama şunu da unutmamak gerekir. Sevgi durduk yerde gelişmez, onu oluşturmak için düşünmek/tasarlamak, ayakta tutmak için irade göstermek ve gayret etmek gerekir.

Sevgisizlik deccaliyetin insanlara getirdiği en büyük belalardan biridir. Okullarda Darwinist ve Materyalist zihniyetle yetiştirilen insanlar bir süre sonra sevgisiz, sadece biyolojik olarak hayatta kalabilme savaşı veren varlıklara dönüşüyorlar.

Bu nedenle dünyadaki sorunların çözümü için sevgi eğitimi verilmesi şarttır. İnsanlara yapılan negatif telkin ve yanlış inançlar nefretin temel nedeni oluyor. Şahıslar, Anti-Darwinist, Anti-Maretyalist eğitim almalı, bu tehlikeye karşı uyandırılmalıdır. İnsanlar, tesadüfen var olmadıkları ve uyguladıkları her fiilden sorumlu olacakları yönünde bilinçlendirilmelidirler. Bu konuda aileler başta olmak üzere, eğitmenlere, gazetecilere, köşe yazarları ve televizyonculara önemli sorumluluklar düşmektedir. Modern ve inançlı bir nesil yetiştirilmesi hem toplumların hem de tüm dünyanın refahı için mutlaka gereklidir.  


23 Ekim 2013 Çarşamba

Uyuşturulmuş beyinler -2



Bir önceki yazımda sosyal ve geleneksel medyada örneklerine çok sık rastladığımız bir bağımlılıktan bahsetmiştim. Ben bu hastalığa “televizyona ve dizilere bağımlılık” diyorum, çünkü yabancı ülkelerde 1940’lı yıllardan beri devam eden, oyuncuları yaşlandıkça yerine yenileri gelen, arkası yarın dizilerini yıllarca seyrederek ömrünü geçirmiş insanlar var. Dozajını izleyicinin belirlediği, 4 mevsim/4 duyguluk filmler var: Kışın ağlamaklı, yazın eğlenceli, yani her mevsime uygun ruh hali ile artık ne kadar uyuşturulabiliyorsanız uyuşturuluyorsunuz... Tıpkı bir sigara bağımlısı gibi, birini söndürüp diğerini yaktırıyorlar. Siz fark etmeden sizi bir diziden diğerine alıştırıyorlar. Hatta araya reklam girmesini bile istemeyenler oluyor. Bu insanlar dizi başındayken dış dünyayla bağlantılarını tamamen kesip adeta insanlıktan çıkıyorlar. Soru sorduğunuzda cevap vermiyor, müthiş sinirlenip içine girdikleri büyüden kendilerini koparmak istemiyorlar.
Bunun bir savaş taktiği olduğunu bilmeden, tüm gününü internetteki dizi izle sitelerinde geçirenler, bazı yarışma programlarındaki vahşeti heyecanla seyredenler, “yemekteyiz” programlarındaki çekişmelerden zevk alanlar, evlendirme programlarındaki bayağı esprilere ve basitliğe alışanlar… Bir süre sonra bu insanlar bu bağımlılığın hayatlarının bir parçası haline geldiğini fark edip kurtulmak isteseler de tıpkı bir ampulün etrafında sürekli uçup sonra istemese de gelip yapışan böcekler gibi o çarkın arasına kendilerini kaptırıyorlar. Fark ettiklerinde ise çoktan günü birlik yaşayan, gerçek hayatın sorumluluklarından kaçan, çevresindeki olaylara tepkisiz kalan, sadece kendi menfaatini düşünen, egoist ve bencil bireylere dönüşmüş oluyorlar. Hiç bir vizyona/ideale sahip olmayan, çevresindeki olaylara gittikçe ilgisizleşen, üreticiliği kalmamış, çalışmadan para kazanma hayali içinde olan, pek iş yapmaya yanaşmayan, vurdumduymaz ve asalak bir hayat yaşamak istiyorlar.
Elbette ki ben “film ya da dizi hiç seyredilmez” demiyorum, burada kastedileni iyi anlamak lazım. Çok vakit harcamadan, dinlenmek ve eğlenmek için izlenebilir. (Tabi burada kastettiğim insanların birbirini aşağıladığı programlar değil, bu programlardan zevk almak bile ahlaki çöküntüdür.) Burada önemli olan televizyonun bizi esir almasına izin vermemek, beynimizi, duygularımızı, ideallerimizi, en önemlisi de vicdanımızı köreltmesine imkan tanımamaktır. Mısır’da gerçekleşen askeri darbeye yönelik hiç bir bildiri/kınama yayınlayamayanların, Suriye’de yüzbinlerce insanın hayatını kaybetmesine karşı ses çıkarmayanların evlerinde dizi seyrederek uyuşanların bu konu üzerinde bir kez daha düşünmelerini istiyorum. 1.5 milyarlık İslam aleminde, hala kadınlara tecavüz edilip çocuklar öldürülürken, insanlar acımasızca yurtlarından sürülürken, binlerce Müslüman çocuk aç ve sefil yetim kalırken, beyinlerimizi böyle sahte senaryolarla afyonlayarak sorumluluklarımızdan kaçamayız. Sevgiyi, barışı ve kardeşliği Türkiye'de ve dünyada hakim etmek hepimizin üzerine borçtur, Bunu da ancak milli şuur ile, birbirimize kenetlenerek, dış dünyadaki tehlikelerden haberdar olarak ve yalnızca kendi ülkemize değil, tüm dünyaya sahip çıkarak yapabiliriz. Aksi bir bakış açısını “Müslümanım” diyen birinin hamiyet-i İslamiyesine yakıştırmaması gerekir.


2 Ekim 2013 Çarşamba

Uyuşturulmuş beyinler -1



Bugünkü yazımda sosyal ve yaygın medyada örneklerine çok sık rastladığımız bir bağımlılıktan bahsetmek istiyorum. İlaç ya da madde bağımlılığı değil bu, tv/dizi bağımlılığı... İşin aslına bakılırsa bu hastalık toplumun “kanayan bir yarası” olmuş durumda. Aynı anda dünyanın bir çok ülkesine pazarlanan pembe diziler, “güçlü olan kazanır, hayatta kalmak için her yol mübahtır” mantığını aşılayan yarışmalar, şiddet ve vahşete özendiren filmler, Türkiye’de de büyük bir izleyici kitlesi buluyor. Elbette ki bunları seyretmek bir suç değil, ama sorun toplumun televizyonun esiri olmuş müptela kişilerle dolmuş olması.
“Ne olacak, alt tarafı televizyon seyrediyoruz, biraz dinleniyoruz” da demeyin. Siz televizyona dalmış oyalanırken İslam coğrafyası düşmanlar tarafından işgal ediliyor. Bangladeş, Arakan, Irak, Filistin, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Mali, Sudan, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Suriye, Lübnan ve Libya’da binlerce Müslüman şehit oluyorken, gençlerimizin beyinlerinin böyle uyuşturulup, uyutulmasına lütfen izin vermeyelim. Sorsanız, çoğunun PKK’nın Kürt kardeşlerimize uyguladığı şiddetten, Güneydoğu’daki haraç toplama, adam kaçırma olaylarından, siyasi cinayetlerden, şehit haberlerinden, terör olaylarının altında yatan nedenlerden, PYD’den haberleri yoktur. Ne Mısır'daki anti-demokratik darbe girişiminden, ne hakların gasp edilmesinden, ne Somali’de açlıktan ölen çocuklardan, ne çözüm bekleyen problemlerden, ne de dünyayı saran Darwinist/komünist tehlikelerden haberdarlar.
Elbette ki istisnaları ayrı tutuyorum. Ama toplum olarak insanları duyarsızlığa, vicdansızlığa ve umursuzluğa iten her türlü tehlikeye karşı hep birlikte tedbir almalıyız. Çünkü bazı gençlerimizin beyinleri dizilerle, filmlerle kontrol altına alınıp uyuşturularak yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor.
Psikolojik harp sanatının her türlü taktikleri beynine uygulanan dumanlı zihinler, önünde yaşanan acıları ve mağduriyetleri idrak etmekten aciz kalıyorlar. Filmlerde şiddete özendirme politikası izleniyor. İnsanlara savaş telkini verirseniz savaş, barış telkini verirseniz barış isterler. Bunlar toplumları psikolojik olarak yönlendiren kişilerin uyguladıkları en iyi taktiklerinden biridir. Kin telkini verilen film nefrete, dostluk telkini verilen bir film ise kişileri sevgiye özendirir. Ölüm ve vahşet sahneleriyle hipnoz edilen şahıslar bir süre sonra Mısır’da katledilen bebeklere de tıpkı ekrandan seyreder gibi uykulu gözlerle bakmaya başlıyorlar. Bir süre sonra da toplum hiç bir şey düşünemeyen insanlarla dolup taşıyor. Bu şekilde topluluklar bir yandan ekranlara kilitlerken bir yandan da insanların beyinlerine kilit vurulmuş oluyor. Sizin aklınızı kullanmamanız için ne gerekiyorsa o planlanıyor, ne düşünmeniz isteniyorsa onu düşünüyorsunuz. Böylelikle üretici olma, fikir geliştirme, özgün ve özgür düşünme yeteneği de tamamen ortadan kalkarken insanların ruhlarındaki sevgi, merhamet, iffet, şefkat ve paylaşma hisleri de çalınmış oluyor. Şimdi tehlikenin ne kadar büyük olduğunu görebiliyor musunuz? Toplum böylece sezdirilmeden, sinsice içten çökertiliyor. Bu konuyu önemli gördüğüm için bir sonraki yazımda devam edeceğim.