31 Mayıs 2011 Salı

İMAN ETMEYENLERİN ÜZERİNDEKİ EN BÜYÜK BELALARDAN BİRİ: SEVGİSİZLİK

Evrendeki tüm güzellikleri yaratan, güzelliğin ve mükemmelliğin esas sahibi olan Allah’tır. İnsana zevk veren her detay, Allah’ın üstün güzelliğinin, yarattığı varlıklardaki tecellisidir. Ruhun bu güzelliklerden heyecan duymasını ve sürekli güzel olanı aramasını sağlayan ise, Rabbimiz’in insanı yaratırken onun ruhuna ilham ettiği sevgi duyarlılığıdır. Diğer insanlardaki takdir edilecek mümin özelliklerini fark etmek ve bunlara daha güzeliyle karşılık vermek gibi, insanı diğer canlılardan ayıran pek çok üstün ahlaki özellik, sevmeye ve sevilmeye olan bu duyarlılıkla şekillenir.

İnsanın ruhundaki bu sevme ve sevilme eğilimi, bazı kişilerde diğerlerine göre çok daha güçlüdür. İnsanların bir kısmı, varlıklardaki sevilmeye layık özellikleri detaylı olarak teşhis edebilirler ve bu özellikler onların ruhuna derin bir zevk verir. Sevgi, şefkat ve coşku meydana getiren yönleri göremeyen ya da bunlara kayıtsız kalan kişiler ise daha donuk ve katı bir ruh hali içindedirler. Diğer bir deyişle, insandaki sevgi duyarlılığı, insanın ruh hali ve yaşadığı ahlak ile doğru orantılıdır. Dolayısıyla sevgiyi algılama ve yaşama şekli, insanın samimi olarak iman etmesine ve imanın getirdiği birer nimet olan gerçek anlamda iyi, şefkatli ve merhametli, akılcı ve güvenilir oluşuna bağlıdır.

Gerçek sevgiyi yaşayabilmek, dünya üzerinde insana verilmiş en büyük ve en güzel nimetlerden biridir. Ve bu nimet, Allah’ın samimi ve derin olarak iman eden kullarına bir lütfudur.

Müminler Yalnızca Allah’ın Rızası için Severler

Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda gerçek sevgiyi bulanlardan çok, bulduğunu zannedip yanıldığını anlayanların yakınmalarına ve pişmanlıklarına rastlanır. Bu yanılma ve pişmanlıkların sebebi, insanların birçoğunun farkında olmadıkları bir gerçektir. Sevilecek varlıkları yaratan Allah’tır ve insana bu varlıkları sevme yeteneğini veren de yine ancak Rabbimiz’dir. Dolayısıyla sevgi gibi büyük ve eşsiz bir nimete layık olmak için sevginin esas sahibi olan Allah’a samimi olarak iman etmek, O’nu herşeyden çok sevmek, O’na gönülden bağlanmak ve O’nu razı edecek şekilde davranmak gerekir.

Hayatları boyunca Allah’ın rızasını arayanları, iman etmeyenlerden ayıran özellik, onların Allah’ı herşeyden çok sevmeleri ve Rabbimiz’e duydukları derin sevgi ve içli korkularından dolayı güzel ahlakı yaşıyor, iyi davranışlarda bulunuyor olmalarıdır. Müminler severken de, sevdikleri tüm varlıkları Allah’ın yarattığını, onlara sevilecek özellikleri verenin Allah olduğunu, Allah dilediği için sevgiyi hissettiklerini bilerek ve yine sevgilerini asıl olarak Rabbimiz’e yönelttiklerini unutmadan severler. İman etmeyenler ise nefislerinin kötü telkinlerine aldanırlar ve sevginin esas sahibi olan (Allah’ı tenzih ederiz) Allah’ı değil, O’nun yarattığı varlıkları kendilerince O’ndan bağımsızlaştırarak sevme yanılgısına düşerler.

Samimi olarak iman edenlerin sevgileri her zaman Kuran’daki sevgi kavramına uygundur. Müminler bu konuda son derece titiz davranırlar. Bu titizlik, onları kendi nefisleri için sevgi arayışında olanlardan ayırt eden temel farklardandır.

Sevginin gerçekliği, zor günlerde, fakirlikte ve hastalık zamanlarında ortaya çıkar. Nefsani davranan bir kişinin ise sevdiğini söylediği insana vefa göstereceğinden asla emin olunamaz. Çünkü kendi nefsini seven bir insan, fedakarlıkta bulunma konusunda tahammülsüzdür. Böyle bir insan, karşısındaki insanın doğal acizliklerini görmezden gelemez, en basit hatalarını dahi çoğu zaman tolere edemez. Hatta hata bile sayılamayacak olaylar yüzünden hiç yoktan kavga çıkarabilir. Önemli olan kendi keyfidir ve keyifsiz olduğunda sevdiğini iddia ettiği insanların dahi mutlu olmalarını istemez.

Tüm bunlara karşılık, diğer insanların güzel özelliklerini takdir edebilmeyi ve bunlara daha güzeliyle karşılık verebilmeyi ancak Allah’tan korkan bir insan başarabilir. Samimi bir Müslümanın hayatındaki her davranışın amacı, Allah’ı razı etmektir ve güzel davranışların karşılığını karşısındaki insandan değil yalnızca Allah’tan bekler. Allah’ın Kuran’da bildirdiği ahlakın özü, fedakarlığa, zorlukta vefa göstermeye, her zaman dürüst olmaya dayanır. Samimi bir Müslüman, karşısındaki insanın dünyadaki imtihanı gereği pek çok acizlikle yaratıldığını bilir ve sevdiklerini bu yönlerine şefkat duyarak sever. İnsanın güzel ahlaklı olma konusunda nefsine ve şeytana karşı mücadele verdiğini bilir ve vazgeçilen anlık hataları gönül rahatlığıyla affedebilir. Sevdiklerinin keyfi ve huzuru, kendisininkilerden önde gelir ve zaten ancak böyle mutlu ve huzurlu olabilir. Hırs yapmadan paylaşabilmeyi, herşeye rağmen affedebilmeyi ve yalnızca nefis istediği süre boyunca değil her koşulda sevmeyi başarmanın yolu, bunları yalnızca Allah için yapmaktır. Bahsettiğimiz bu özellikler olmadan gerçek sevgiyi yaşamak imkansızdır ve bundan dolayı da gerçek sevgiyi ancak tüm bunları Allah için yapanlar yani gönülden iman edenler yaşayabilir.

24 Mayıs 2011 Salı

Allah'ın nimetini artırdığı vakitlerde de gaflete kapılmamak gerekir

Hayatında bir eksiklik olduğunda; beklentileri ya da istekleri umduğu şekilde gerçekleşmediğinde, genellikle insanın Allah'a yönelişindeki samimiyet, derinlik ve ihlas da alabildiğine artar...

Çoğu insanın Allah'a en samimiyetle yöneldiği anlar, bu kişilerin hayatlarında birtakım eksikliklerin, sıkıntıların ya da sorunların yer aldığı zamanlardır. İnsanlar, acizliklerini, güçsüzlüklerini ve Allah'a ne kadar muhtaç olduklarını en kamil anlamda böyle zamanlarda kavrarlar. Ve Allah'a, bu kavrayışın getirdiği samimiyetle yönelirler. Dualarındaki candanlık, ihlas ve derinlik, ruh hallerindeki netlik, açıklık ve dürüstlük, ve Allah'a yalvarışlarındaki teslimiyet çok yüksek seviyelere ulaşır. Bu anlarda kişi, kendi ruhundan yansıyan bu samimiyete, Allah'a karşı olan sevgisindeki coşkuya, candanlığına, yakınlığına ve teslimiyetine kendisi de şahit o olur. Allah'a karşı kalbinde yaşadığı bu samimiyetten kendisi de çok hoşlanır ve bu halini günlük hayatın hiçbir aşamasında kaybetmemek ister. Hayatının geri kalanına hakim olan yüzeysel haline bir daha hiç geri dönmemek için ruhunu eğitmeye çalışır.

Ancak ne var ki, Allah insanın dualarına icabet ettiğinde, üzerindeki sıkıntıyı kaldırdığında ve o kişiye olan nimetini artırdığında, çoğu insan, bir şekilde yaşadığı bu derinlikten uzaklaşır. Ve çoğu zaman içerisine düştüğü gafleti fark etmesi de, ancak nimetlerin tekrar elinden gitmesiyle gerçekleşir.

Oysa ki insanın bu derinliği bir hayat şekli olarak yaşaması için, illaki yokluk ve sıkıntı içerisinde bir hayat sürmesine gerek yoktur. İnsan Allah aşkıyla, derin Allah sevgisiyle hayatının her anında aczini, fakrını, muhtaçlığını olabilecek en açık şekliyle hissedip bunun getirdiği ruh hali içerisinde bir yaşam sürebilir. Bu tamamen kişinin şuurunu açıp niyet etmesine bağlıdır. Allah insana düşünce gücünü istediği kadar derinleştirebilme imkanı vermiştir. Allah'ın üstün sıfatları, sonsuz mükemmellikteki ahlakı ve yaratışı üzerinde düşünmek, Allah'ın sıcak dostluğunun, sevgisinin, şefkatinin alametlerini günün her anında fark edebilmek, bir insanın Allah'a karşı en derin ve en güzel ahlakı yaşamasına vesile olur.

Bu derinliği yaşayan bir insan, zorluk ve sıkıntı içindeyken Allah'a olan muhtaçlığını ve acizliğini ne kadar iyi kavrayabiliyorsa; Allah kendisine nimet, bolluk, bereket verdiğinde de aynı şuur açıklığında yaşar. Hatta Allah'ın lütfettiği her bir nimet, onun Allah'a karşı olan teslimiyetini bağlılığını, Rabbimiz'e duyduğu derin saygı ve sevgiyi daha da artırır. Kendisine yalnızca Allah'ın birer ikramı ve lütfu olarak verilen nimetlere layık olamamaktan, içerisinde bulunduğu rahatlık ve refahtan dolayı gaflete kapılmaktan, aczini unutup büyüklenmekten, tüm sahip olduklarını normal ve olağan karşılar hale gelmekten titizlikle sakınır. Yaşadığı her an, Allah'ın rahmetini, şefkatini, sevgisini, affediciliğini, lütfunu, yakınlığını en derinden hissetmenin verdiği bir şükür hali içerisindedir. Hayatına katılan her güzellik, önce Allah'a yönelmesine vesile olur. Ve o güzelliklerden istifade ettiği her an, içinde Allah'ı derinden sevmenin mutluluğunu, heyecanını yaşar. Allah dilediği için bu güzelliklerin onun çevresinde olduğunun; sahip olduğu mutluluğu, huzuru, nimetleri yalnızca Allah kendisini seçip lütfettiği için yaşadığının kesintisiz olarak şuurundadır. Allah'ın, dilediği anda hayatını tümüyle değiştirebileceğinin; tüm nimetleri bir anda yokluğa, eksikliklere, sıkıntılara dönüştürebileceğinin çok açık bir şekilde farkındadır.

Bu nedenle de, yokluk ve sıkıntı anlarında Allah'a olan yakınlığı ne kadar samimi ise, işte yaşadığı bu nimetler ve güzellikler içerisinde olduğunda da aynı samimiyet ve candanlık içerisindedir. Zorluk ve sıkıntıyla karşılaştığında Allah'a ne kadar gönülden, ne kadar coşkulu bir sevgi, içtenlik ve bağlılık ile dua ediyorsa, hayatı istediği her türlü güzellik ve nimetle dolu olduğunda da Allah'a aynı teslimiyet, aynı acizlik, aynı muhtaçlık ve aynı samimiyet ile yalvarıp yakarır.

İşte bu ruh hali, bir müminin kalbindeki gerçek imanın bir alametidir. Allah böyle bir insana, bir kimsenin dünya şartlarında isteyebileceği, tasarlayabileceği, aklının kavrayabileceği en güzel hayatı yaşatsa; nimetlerin en fazlasını, en güzelllerini verse; mutluluğu, neşeyi, sevgiyi, huzuru olabilecek en yüksek hazlar ile yaşatsa da, bu kişi sahip olduklarında dolayı ruhunu yozlaştırmaz. Allah'a karşı olan yakınlığında, sevgisinde, coşkusunda, Rabbimiz'e olan muhtaçlığını kavrayışında hiçbir olumsuz değişiklik olmaz. Yine her anını, yalnızca Allah'ın rızasını –olabilecek en fazlasıyla- kazanabilme aşkıyla; Allah'ın en sevdiği kulu olabilme tutkusuyla; Allah'ın lütfuna, rahmetine, nimetine, sevgisine layık olabilme coşkusuyla geçirir. Ve yine her an, Allah'ın lütfunu gereği gibi takdir edememekten, Allah'ın rahmetine layık olamamaktan, Allah'ın istediği ahlakı en mükemmel şekliyle yaşayamamaktan şiddetle korkup sakınarak yaşar. Ve gösterdiği bu imani hassasiyet de, -Allah'ın izniyle- böyle bir kimsenin, sıkıntı altında da olsa, nimet içerisinde de olsa, sürekli olarak derin imanda yaşamasını sağlar.

17 Mayıs 2011 Salı

''Zaten güzel ahlaklı olabilirsiniz. Ama eğer gücünüz yetiyorsa, bunun en az iki katı daha fazla güzel ahlaklı olun.''

Bazı insanlar, fıtrat olarak ya da çocukluk yıllarından gelen yetiştiriliş tarzından dolayı çok daha pozitif bir ahlaka sahiptirler. Bazı insanlar da, bu kimselerin tam tersine, aynı sebepler doğrultusunda daha yırtıcı, daha sert ya da daha negatif özellikler içeren bir kişilik yapısı gösterirler.

Daha mülayim ahlaka sahip olan bu kimselere göre, diğerlerinin kendilerini yetiştirmesi, çok daha fazla çaba, çok daha fazla samimiyet ve irade gerektirebilir. Ancak sonuçta eğer bir insanın kalbinde yeterli Allah aşkı, iman coşkusu ve irade varsa, bu kimseler de, en az diğerleri kadar güzel bir ahlaka sahip olabilirler. Ve elbetteki, fıtrat olarak daha yumuşakbaşlı, daha mülayim olan insanlara göre, daha sert mizaçlı ya da daha negatif özelliklere sahip olan bu kimseler, bu konuda gösterdikleri samimi çabadan dolayı Allah Katında çok daha fazla ecir alabilirler (Doğrusunu Allah bilir).

İşte nasıl ki bir insan, istediği takdirde çok daha fazla çaba ile kendisini çok güzel yetiştirebilme imkanına sahipse; aynı şekilde çok güzel ahlaklı bir insanın da, bunun çok daha üstünde, çok daha derin bir ahlaka sahip olma imkanı da vardır. İnsanın önünde bu konuda bir engel yoktur. Allah bir ayette insanlara “Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının...” (Teğabün Suresi, 16) buyurmuştur. Dolayısıyla insan, gücünün yettiğinin en fazlasını yapmakla ve en iyisini elde etmeye çalışmakla sorumludur. Derin Allah korkusunu, Allah aşkını, Allah sevgisini, iman heyecanını kalbinde hisseden bir insan, imanından aldığı bu güç ile, -Allah'ın izniyle- ahlakını mükemmelin de üzerinde bir seviyeye ulaştırabilir.

Allah'ın Kuran'da insana, “gücünü en fazlasıyla kullanmasını” emretmiş olması, mümin için çok önemli bir ölçüdür. İman eden bir insan, Allah'ın bu emrini bilerek, “Nasıl olsa içimde hiçbir kötülük yok; her zaman her konuda herkese karşı olabilecek en güzel tavırları gösteriyorum. İyilikten, güzellikten yana aklıma gelen her tavrı uyguluyorum. Vicdanımın sesine mutlaka uyuyorum. Kuran ahlakına muhalif hiçbir davranışa yanaşmıyorum” diyerek, ahlakını belirli bir seviyede sınırlamamalıdır. Mutlaka iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli, olumlu tavrın daha olumlusu, yapıcı bir ahlakın daha yapıcısı olduğunu unutmamalıdır. Sevginin, saygının, şefkatin, hoşgörünün, mülayimliğin çok daha üst seviyeleri olabileceğini düşünerek, çok daha iyisini bulup uygulamak için kendisini zorlamalıdır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, eğer insan “Allah'tan güç yetirebildiğinin en fazlasıyla korkup sakınırsa”, Allah o kişiye güzel ahlakın daha da üstünde bir ahlakı nasıl yaşayabileceğini ilham edecektir.

Ve insan bu çabasının sonucunda, mevcut olandan çok daha üstün bir ahlak anlayışı elde ettiğinde de, yine bunu da yeterli görmemekle sorumludur. Yine bunun daha üstünde bir derinlik seviyesi olabileceğine inanarak, Allah'tan çok korkup sakınarak, ahlakını daha da mükemmelleştirebilmek için var gücüyle çaba harcamalıdır.

Ve samimi iman eden bir insan için bu süreç hayatının son anına kadar aralıksız bir çabayla devam edecektir. Mümin, Allah'ın kendisine lütfettiği ömrünün her gününü, her saatini ve her anını, sürekli olarak “Nasıl daha iyi olabilirim?” diye düşünerek, Allah'a sığınıp çok daha iyisini elde etmeye çalışarak geçirmelidir. Allah'a karşı olan sevgisini, samimiyetini, candanlığını, Allah'a kulluk etmedeki aşkını, şevkini, iradesini sürekli olarak daha da artırmanın yollarını aramalı, en mükemmele ulaştığına inansa bile asla kendisini yeterli görmemelidir.

10 Mayıs 2011 Salı

Müminin en önemli özelliklerinden biri 'affedebilmesi'dir...

Müminin en önemli özelliklerinden biri 'affedebilmesi'dir... 'Affedemeyen' kimseler ise, kalplerindeki öfkenin karanlığına sıkışıp kalan insanlardır...

Allah dünya hayatında insanlar için, çok büyük haz duyacakları çok güzel nimetler yaratmıştır. Ancak insanların büyük çoğunluğu kötü huyları ve gösterdikleri kötü tavırlar nedeniyle bu nimetlerden uzak kalırlar. İşte insanlardaki, bu tahrip edici kötü huylardan biri de ‘affedememek’tir. Birçok insan sırf affedebilme olgunluğunu gösteremediği için kendi elleriyle kendini dünya hayatının pek çok güzelliğinden ve nimetinden mahrum bırakır.

İnsanların birbirlerini affedebilmelerine engel olan duygular arasında en etkili olanı kuşkusuz ki ‘kin ve öfke’dir. Özellikle de eğer kişinin bu öfkesinde kendince bir haklılık payı varsa, bu durumda o kimsenin öfkesini yenip karşısındaki kişiyi bağışlayabilmesi çok daha zorlaşır. Bu haklılık ise çoğu zaman, karşı tarafın gerçekten büyük bir hata yapmış olmasından kaynaklanır. “Bana böyle bir şeyi nasıl yapar?”, “Nasıl bu kadar düşüncesiz, bencil, akılsız olabilir?” gibi, karşı tarafın gerçekten bozuk tavırlarına dayanan haklı çıkarımlar, bu kimselerin öfkelerine daha da saplanıp kalmalarına neden olur.

Oysa ki burada gözardı edilen çok önemli bir konu vardır: Elbetteki insan, kusurlu bir varlıktır. Hayatının sonuna kadar hiç hata yapmadan yaşaması mümkün değildir. Allah, pek çok hikmet doğrultusunda insanı hata yapacak şekilde yaratmıştır. Bu nedenle bir insanın, karşısındaki kişiden, bir ömür boyu hiç hata yapmadan irade göstermesini beklemesi çok yanlış bir yaklaşımdır. Dünyanın en mükemmel, en güzel ahlaklı insanı dahi, temelde bir ‘insan’dır. Ve Allah'ın yaratışı gereği mutlaka unutacak, yanılacak, hataya düşecektir.

Ancak bir insan eğer gerçekten iyi niyetli, samimi ve dürüst ise, bu hatasını düzeltip telafi etmek için elinden gelen her şeyi yapar. Dolayısıyla bir insanı değerlendirirken ölçü bu kişinin hiç hata yapmamasını beklemek ve hata yaptığında onu bir anda hayattan silip atmak değildir. Aksine hata yapabileceğini unutmamak, fakat hata yaptığında da, bunu ne kadar samimiyetle telafi etmeye çalıştığına bakmaktır. Eğer bu konumdaki kişi, işlediği kusuru örtebilmek, bu hatasıyla oluşturduğu tahribatı temizlemek ve karşı tarafa yönelik çok daha iyi şartlar oluşturabilmek için var gücüyle çabalayıp, elinden gelen herşeyi yapıyorsa, bu durumda onu da hiç vakit kaybetmeden hemen affetmek de, güzel ahlakın gereğidir.

Toplumda, içlerinden bir türlü atamadıkları kin ve öfke duyguları yüzünden birbirlerini affedemeyen, sırf bu yüzden en sevdikleri, en yakın olmak istedikleri insanlardan dahi ayrı kalan pek çok insan vardır. Ve sırf affedemedikleri için sevmekten, sevilmekten, birbirleriyle kuracakları güven dolu dostluklardan, yakınlıktan, sırdaşlıktan, sadakatten, vefadan, saygıdan tamamen mahrum kalmış bir hayat yaşamaktadırlar.

Nefis, ‘gurur’ adı altında insanları, birbirlerini affetmekten, alttan almaktan, hoşgörülü ve toleranslı davranmaktan, birbirlerine güvenle yaklaşmaktan, hüsn-ü zan etmekten, güzel gözle bakmaktan, sevgiyle ,merhametle yaklaşmaktan alıkoymaktadır. İnsanlara gururu –sözde- kutsal (Allah'ı tenzih ederiz) ve saygı duyulacak bir vasıf gibi göstererek, onları gururlarından asla taviz vermemeye teşvik etmektedir. Affeden insanın küçüleceğine, akılsız konumuna düşeceğine, yenilgiye uğrayacağına inandırmaktadır. İnsanlar da nefislerinin bu seslerine kulak vererek, gururlarının da desteğiyle içlerindeki kin ve öfke duygularını daha da güçlü ve katı hale getirmektedirler.

Oysa affetmek, kin gütmekten çok daha kolay, çok daha rahatlatıcı, çok daha bereketli ve güzel bir duygudur. İnsan %’de 100 haklı olduğu bir durumda dahi affetme olgunluğunu gösterebildinde, içinde çok derin bir ferahlık, neşe, sevinç ve mutmainlik yaşar. Ona kalbindeki bu güzellikleri yaşatan ise yalnızca Allah'tır. Allah, beğendiği ahlakı gösteren, nefsinin zorlamalarına rağmen iyilikten yana tavır koyan kullarına Kendi Katından bu lütfunu tattırmaktadır. Affetmeyen insan her gün, her saniye, içindeki kin ve öfkenin acısını, ızdırabını, sıkıntısını yaşarken; “Acaba affetse miydim?” diye düşünmenin verdiği manevi azap ve pişmanlık içerisinde kavrulurken; bağışlayabilen insanlar, gösterdikleri bu ahlak ile birlikte sevginin, saygının, dostluğun aydınlığına kavuşurlar.

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar,affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)

Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. (Maide Suresi, 13)