27 Ocak 2009 Salı

Hastalıklar ve kazalar karşısında aciz kalan insan

İnsana acizliğini hatırlatan olaylardan biri hastalıklardır. Son derece iyi korunmuş olan beden, gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsten veya mikroptan ciddi şekilde etkilenir. Bu noktada biraz düşünüldüğünde aslında bedenin güçsüz düşmesinin makul olmadığı fark edilebilir. Çünkü Allah insan vücudunu son derece kusursuz sistemlere sahip olarak yaratmıştır. Özellikle de insanın savunma sistemi, düşmanlarına karşı son derece "güçlü bir ordu" olarak nitelendirilebilir. Ama insanlar tüm bunlara rağmen sık sık hastalanırlar. Düşünmek gerekir ki, bedene bu son derece üstün sistemleri yerleştiren Allah dileseydi insan hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Virüsler, mikroplar, bakteriler onu hiç etkilemeyebilirdi, ya da bu özel hazırlanmış küçük "düşmanlar" hiç var olmayabilirdi. Oysa her insan son derece küçük sebepler yüzünden önemli sonuçlar doğuran hastalıklara yakalanabilir. Örneğin, ciltteki küçük bir yaradan vücuda girebilecek tek bir virüs, bedenin tamamını kısa sürede sarabilir. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, en basit bir grip virüsü bile çok rahat şekilde insana zarar verebilir. Tarihte bunun örnekleri çok sık görülmektedir. Örneğin, 1918'de İspanya'da yaşanan bir grip salgınında 25 milyon kişinin öldüğü bilinmektedir. Yine 1995'te Almanya'daki bir salgın ise 30 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur.

Bütün bunlar uzak birer tehlike değildir; her gün herkesin kolaylıkla başına gelebilecek olaylardır. Elbette bunları doğal karşılayıp üzerinde düşünmeden geçmek büyük bir hata olacaktır. Diğer tüm acizlikler gibi hastalıklar da Allah tarafından özel olarak yaratılarak insana verilmektedir. Bu şekilde büyüklenme eğiliminde olan insan ne derece güçsüz olduğunu görebilmektedir. Ayrıca yine bu şekilde insan, dünyanın eksikliğini, gerçek yüzünü kavrayabilmektedir.

Hastalıkların yanısıra, insanın dünyada karşı karşıya olduğu tehlikelerden biri de kazalardır. Örneğin trafik kazaları, her gün televizyonda seyretmeye ve gazetelerde okumaya alışılan olaylardır. İnsan bir gün kendi başına da böyle bir kaza gelebileceğine pek ihtimal vermez. Oysa gün içinde insanın karşılaşabileceği trafik kazalarından çok daha basit sebeplere dayalı o kadar çok olay vardır ki... Örneğin düz yolda yürürken ayağı takılıp düşen ve beyin kanaması geçiren insanları mutlaka duymuşsunuzdur. Veya evinin merdivenlerinden inerken aniden düşen ve bacağını kırıp aylarca yataktan kalkamayanları, yediği yemek nefes borusunu tıkadığı için boğulanları da. Bunların tümü çok küçük sebeplere bağlıdır ve her gün dünya üzerinde binlerce kişinin başına rahatlıkla gelebilmektedir.

Bahsedilen gerçekler karşısında insan, dünyaya bağlılığının ne derece anlamsız olduğunu düşünmelidir. Sahip olduğu şeylerin aslında denenmesi için ve geçici olarak kendisine verildiğini de mutlaka fark etmelidir. Daha kendi vücudu içerisinde gezen tek bir mikroba güç yetiremeyen, önündeki basamağı hesaplayamadığı için hayati tehlikeye düşebilen bir insan nasıl olur da herşeyi yaratan Rabbimiz'e karşı acizliğini göremeyerek büyüklenebilir?

Elbette insanı yaratan Allah'tır ve onu tüm tehlikelerden koruyan da yalnızca O'dur. İnsan ne kadar kendini büyük görürse görsün, Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir yarar elde etmeye veya zarardan korunmaya güç yetiremez. Allah dilerse hastalık verir, dilerse aczini hatırlatacak türlü eksiklikleri insan bedeninde yaratır.

Hastalıklar ve kazalar Allah'ın insanları denemek için yarattığı olaylardır. İman eden bir insan başına gelen bu tür bir olay karşısında dua edip, Allah'a yönelir ve bilir ki Allah'tan başka kendisini kurtarabilecek hiçbir güç yoktur. Böyle bir olayla onun sabrını, sadakatini, tevekkülünü deneyen Allah'ın, ahirette de kendisine en güzel karşılığı vereceğini umar. Nitekim Kur'an'da, Hz. İbrahim bu konuda güzel tavrıyla ve samimi duasıyla örnek gösterilmiştir. Müminlere düşen de bu samimiyeti örnek almaktır. Hz. İbrahim'in duası şöyledir:

Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. (Şuara Suresi, 79-81)

Hz. Eyüp ise, kendisine isabet eden şiddetli bir acı ve hastalık karşısında yine Allah'a sığınmış ve bu tavrıyla tüm müminlere örnek olmuştur:

Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: 'Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu' diye Rabbine seslenmişti. (Sad Suresi, 41)

20 Ocak 2009 Salı

Cahiliyedeki yanlış kader anlayışı

Günümüzde insanlara, 'Kader nedir?' diye bir soru yöneltilse çok az kişiden doğru cevap gelecektir. Bu durum insanların kaderin tam olarak ne anlama geldiğini bilmediklerini göstermektedir. Kaderin gerçek anlamını bize her konuda doğruyu gösteren Kur'an'dan öğrenmemeleri, kaderi kavramanın kendilerine kazandıracağı rahatlık ve huzurdan da mahrum kalmalarına neden olmaktadır.Kader, Allah'ın yarattığı her canlının geçmişte yaptığı ve gelecekte yapacağı herşeyi, her hareketi, düşünceyi, konuşmayı en ince ayrıntısına kadar bilmesi ve kontrol etmesidir. İnsanlar daha doğmadan, hayatları boyunca görecekleri ve yaşayacakları herşey Allah katında belirlenmiş ve planlanmıştır. Allah, herşeyi bir kader dahilinde yarattığını "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık" (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bildirmektedir. İnsan hayatı süresince Allah'ın kendisi için dilediği ve istediği olaylarla karşılaştığından, tamamen Allah'ın dilediği bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Allah bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir: Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılıdır). Küçük, büyük herşey satır satır (yazılıdır). (Kamer Suresi, 52-53) Allah'ın ayette belirttiği gibi, tüm insanlar tamamen Allah'ın kontrolü ve hakimiyeti altında yaşamaktadırlar. Bir başka ayette ise Allah, tüm insanların Rabbimizin belirlediği kader doğrultusunda bir yaşam sürdüklerini şu sözlerle haber vermektedir: Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

Bu nedenle, insanın dilediklerini değiştirmesi, kaderinin dışına çıkması söz konusu değildir. İnsanların kaderleri, kaderleri dahilinde karşılaştıkları herşey ve verdikleri her tepki, Allah'ın bir 'emri'dir. Allah bu gerçeği "...Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir" (Ahzab Suresi, 38) ayetiyle bildirmiştir. Bu yüzden tüm insanlar kadere teslim olmak durumundadırlar. İnsan dahil tüm canlılar Allah'ın belirlediği kadere göre hayatlarını yaşamaktadırlar. Bu anlattıklarımız, insanın mutlu olabilmesi, her şartta huzurlu ve rahat bir şekilde davranarak, dengeli bir ruh haline sahip olmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Kadere teslim olmanın insana vereceği rahatlık ve ferahlığı daha net görmek için, kadere inanıp teslim olan ve kadere inanmayan iki insanın, önemli bir olay karşısında verecekleri tepkileri karşılaştırarak inceleyelim. Bu önemli olayımız tüm genç insanların, hayatlarının bir dönüm noktası olarak gördükleri üniversite sınavları olsun. Bahsettiğimiz iki kişinin de bu sınava gireceğini varsayalım. Bu iki kişinin de kadere olan bakış açıları birbirlerinden çok farklı olduğu için, yaşayacakları sınav psikolojisinin de bu iki kişi üzerindeki etkisi oldukça farklı olacaktır. Allah'ın kendisi için yarattığı kadere teslim olan kişi, sınav sırasında yapacağı hataların ve sonucun, daha sınava girmeden Allah katında belli olduğunu ve Allah'ın tüm bunları bir hikmet üzerine yarattığını bildiğinden, sınavın neden olabileceği stres ve gerginlikten uzak olacaktır. Çünkü sınav aslında kaderinde olup bitmiştir. Kişi sadece sınava girerek bunun sonucunu görmeyi bekleyecektir. Sınav sonucuna müdahale edebilecek Allah'tan başka bir güç olmadığının bilincindedir. Alacağı sınav sonucu iyi ya da kötü de olsa, Allah'ın herşeyi hayır ile yarattığını bilmesi sınavdan dolayı sıkıntı ya da strese kapılmasını engeller. Allah'a olan tevekkül ve teslimiyeti nedeniyle sınavdan çıkacak iyi ya da kötü her sonuca gönülden razı olur. Çünkü bunu Allah dilemiştir. Böyle bir insan heyecanlanmayıp, strese girmediği için, tüm bunların kendisine vereceği zarar ve kayıplardan da uzak kalır. Çünkü heyecanlı ve stresli bir insan rahat edemez, dikkatini toplayamaz, bilgisini iyi kullanamaz, kolaylıkla yanlış yapabilir. İnsanın önemli bir sınavda bu gibi bir ruh hali içerisinde olmasının, sınavdaki başarısını da olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Bu kimse kadere olan güveni sayesinde hem sınav psikolojisinin getirdiği olumsuz yükten uzak kalacak, hem de imtihanda başarılı olma ihtimali artacaktır.

Diğer kişinin durumuna baktığımızda, karşılaştığımız manzaranın oldukça farklı olduğunu görürüz. Bu kişinin kadere karşı bir teslimiyeti ve güveni olmadığı için, herşeyi yapanın kendisi olduğunu, herşeyin kendi kontrolünde geliştiğini düşünecektir. Böylesine önemli bir sınavda bunu düşünmenin getireceği yük ise oldukça ağır olacaktır. Dolayısıyla bu ağır yük altından kalkamayarak, büyük bir stres ve gerginliğe kapılır. Kendi düşüncesine göre bu sınavı kazanıp kazanamaması tamamen onun elindedir. Sınavı kazanmak için aylarca çalışıp vakit harcadığından, eğer sınavı kaybederse, tüm bunların boşa gideceği korkusu ve sıkıntısı da bu kişiye ayrı bir üzüntü kaynağı olur. Kadere inancı olmadığından, duyacağı gerginlik ve stres, sınavını olumsuz yönde etkileyecektir. Dikkatini toplayamayacak, belki bildiği soruları yapamayacak yapsa bile cevap kağıdına yanlış işaretleyecektir. Kendisi için hayati önem taşıyan bu sınavı belki de sadece stres ve sıkıntıdan dolayı kaybedecektir. Böyle bir duruma düşen bir kimsenin, olaylara iman gözüyle bakmadığı sürece, üzüntüye kapılıp, karamsar olmaması imkansızdır. Hatta kişi böyle bir durumda ciddi depresyonlara bile sürüklenebilir. Gelişen tüm olayların sebebinin kendisi olduğunu düşündüğü için, sıkıntısı ve azabı daha da artacaktır. Kadere tabi olmayıp, Allah'a tevekkül etmediği için, Allah'ın onun kalbine vereceği rahatlık ve güvenden de mahrum kalır. Bu yüzden, Allah'ın aşağıdaki ayette belirttiği gibi, kadere tam anlamıyla teslim olmuş insanların sahip oldukları 'dengeli' ve 'sakin' ruh halini hiçbir zaman yaşayamaz: Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız... (Hadid Suresi, 23) Kadere gereği gibi teslim olmayan kimsenin dünyada kazanacağı tek şey mutsuzluk ve sıkıntı olacaktır. İnsanın kadere olan inancı, güveni ve Allah'a olan teslimiyeti ne kadar güçlüyse, duyacağı rahatlık, huzur ve güven de o derece büyük olacaktır. Böylece hem dengeli bir ruh haline sahip olacak hem de karşılaştığı olayların hayır ve hikmetlerini daha iyi görebilecektir.

13 Ocak 2009 Salı

Gerçekte molekülleri tadarsınız ve koklarsınız

Tat ve koku duyuları, insanın dünyasını güzelleştiren algılardır. Bu duyulardan alınan zevk çok eski çağlardan beri merak konusu olmuş ve bunların aslında moleküler etkileşimler oldukları çok yakın zamanlarda keşfedilmiştir.

"Tat" ve "koku" dediğimiz kavramlar, aslında birbirinden farklı moleküllerin duyu organlarımızda oluşturduğu algılarından başka bir şey değildir. Örneğin yiyeceklerin, içeceklerin, ya da çevremizde gördüğümüz çeşitli meyve ve çiçek kokularının hepsi uçucu moleküllerden ibarettir. Atomlar bir yandan canlı ve cansız maddeyi oluştururken, diğer taraftan da maddeye lezzet ve güzellik katmaktadırlar. Peki ama bu nasıl gerçekleşmektedir?

Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum adı verilen bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarla etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimizde koku olarak algılanır. 2-3 cm2'lik bir koku alma zarıyla kaplı burun boşluğumuzda şu ana kadar yedi tip farklı alıcı tespit edilebilmiştir. Bu alıcılardan her birine temel bir koku denk düşer. Aynı şekilde insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar da tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. Besinlerin içindeki tat veren moleküller, tükürük içinde çözülerek dilin üzerinde bulunan tat algılayıcı sinir uçlarıyla birleşirler. Ancak bu şekilde yediğimiz yiyeceklerin tadını alabiliriz. İşte tüm duyu organlarımızın alıcılarına gelen bu moleküller beynimiz tarafından kimyasal sinyaller olarak algılanır.

Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında bulunan dört farklı tada; acıya, tatlıya, tuzluya ve ekşiye duyarlı 10.000'e yakın tat noktası vardır. İşte bu tat tomurcukları her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını birbirlerine hiç karıştırmadan algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt gibi ekşi olarak algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı, tuzlu, ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilim adamları dilin bu yeteneğini "olağanüstü kimya teknolojisi" olarak adlandırırlar. Peki dilin üzerinde az sayıda tat noktası olsaydı ne olurdu? O zaman yediğimiz yiyeceklerin hiçbirinin tadlarını alamazdık. Ne tatlının, ne ızgaranın, ne ekmeğin, ne de başka bir yiyeceğin tadını bilemezdik. Her ne yersek yiyelim, hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her gün yapmak zorunda olduğumuz eziyetli bir iş haline gelirdi. Ancak böyle olmaz ve dildeki özel tat tomurcukları sayesinde yediğimiz bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt edebiliriz.

Günümüzde tat ve kokunun nasıl algılandığı, nasıl oluştuğu konusu anlaşılabilmiştir, ama bilim adamları neden bazı maddelerin çok, bazı maddelerin az koktuğu, neden bazılarının tatlarının hoş ve bazılarının da kötü olduğu konusunda bir görüş birliğine varamamışlardır.

Bir düşünelim. Hiçbir kokunun, hiçbir lezzetin var olmadığı bir dünyada da yaşıyor olabilirdik. Oysa ki kahverengi ve sadece kendine has bir kokusu olan topraktan yüzlerce çeşit, hoş kokulu ve lezzetli meyve, sebze ve binlerce renk, biçim ve kokuda çiçek çıkmaktadır. Lezzet ve koku kavramını bilmediğimiz için de, bu algılara sahip olmayı istemek aklımıza bile gelmezdi. O zaman bu atomlar bir yandan maddeyi oluşturmak için olağanüstü bir şekilde bir araya gelirlerken, neden ayrıca tat ve koku oluşturmak üzere de bir araya gelirler? Tat ve kokunun var olması insanlar için temel bir ihtiyaç değildir. Ama muhteşem bir sanatın ürünü olarak dünyamıza apayrı bir lezzet katmaktadırlar.

Ömrünüzün sonuna kadar sadece tek bir çeşit yemek yeseydiniz ve yalnızca su içseydiniz hayatınız ne kadar sıradan ve lezzetsiz olurdu değil mi? Bu açıdan renk ve koku da diğer tüm nimetler gibi, sonsuz lütuf ve ikram sahibi Allah'ın insana karşılıksız sunduğu güzelliklerdendir. Yalnızca bu iki algının var olmaması dahi insanın hayatını büyük ölçüde etkilerdi.

Kendisine verilen tüm bu nimetlere karşılık, insana düşen kuşkusuz kendisini her yönden kuşatmış böyle sonsuz bir ikram karşısında Rabbi'nin dilediği gibi bir kul olmaya çalışmaktır. Böyle bir tutum karşısında Rabbimiz kendisine, bu dünyada yalnızca birer örneğini sunduğu nimetlerin çok daha üstünlerini sınırsız bir biçimde barındıran ebedi bir hayatı vaat etmektedir. Aksine, yani nankör, umursuz, Rabbimizden gaflet içinde geçirilen bir yaşamın karşılığı ise şüphesiz yine bu tutuma layık adaletli bir karşılık olacaktır:

Rabbiniz şöyle buyurmuştur:'Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir. (İbrahim Suresi, 7)

6 Ocak 2009 Salı

Ülfet perdesi, hakiki imanla kalkar

İnsan genellikle dikkatini bir konu üzerinde yoğunlaştırıp derin düşünmeye alışık değildir. Daha ziyade küçük küçük çeşitli konular üzerinde düşünür. Hatta gün içerisinde yaşadığı küçük olaylara kendisini öylesine kaptırır ve zihnini yorar ki, bunlar düşüncesinin büyük bir bölümünü kapsar. Çoğunlukla da düşündüğü konular evi, işyeri, okulu ya da arkadaşları ile sınırlıdır.

Düşünce tembeli olan çoğu insan, ilk defa karşılaştığı şeylerde onlardaki güzellikleri ve harikalıkları fark edip etkilenebilir. Hatta bu, kısa bir süre için de olsa, daha derin düşünmesine ve gördüğü şeyi araştırıp incelemesine vesile olabilir. Ancak bir müddet sonra güzelliklere karşı duyduğu ilk andaki heyecanını ve duyarlılığını kaybederek, gördüğü şeye karşı alışkanlık duymaya başlar. Hatta biraz daha süre geçince bunlar kendisine "sıradan", "monoton" gelmeye başlar. Aynı şekilde yaşamı boyunca şahit olduğu pek çok şeyi, her gün gördüğü "olağan" olaylar olarak kabul eder ve bunları "alışılmış", "zaten olması gereken" şeyler olarak değerlendirir. Halbuki insanın yaşamı boyunca gördüğü her şey, şahit olduğu her durum Allah tarafından özel olarak yaratılmış, son derece hikmetli olaylardır. Allah insanı sayısız güzellikler ve harikalıklarla sarıp kuşatmıştır ve her birinin ardında pek çok hayır ve hikmet gizlidir. Bediüzzaman Said Nursi de bu gerçeği şu sözleri ile dile getirmiştir:

"Ülfet ve adat ve yeknesaklık (monoton) perdeleri altında harika hakikatler gizlenir. Şu kainatı idare eden Zat, her şeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Her şeyin sanatında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki; nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor".

Üstad'ın da belirttiği gibi yaşamın her anına hakim olan düzen ve kusursuzlukta büyük bir sanat ve hikmet vardır. Ancak bunu yalnızca iman edenler, Allah'a içten yönelenler ve olaylara hikmet gözü ile bakabilenler gereği gibi takdir edebilirler. Böyle bir kişi, baktığı her şeyi Allah'ın yarattığı nimet olarak gördüğünden, üzerinde ülfet ve gaflet perdesi oluşmaz. Her birine karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir heyecan ve coşku duyar. Ama eğer insan Allah'ı unutur, dikkatini kapatır ve her şeyi olağan karşılamaya başlarsa, elbette pek çok hikmetin farkına varamadan yaşar. İnsanların olayları ülfetle değerlendirmelerine sebep olan bazı unsurlar vardır. Bunlardan bir tanesi, insanların maneviyata değil, maddeye önem verir hale gelmeleridir. Nitekim Üstad'ın "Her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür" sözleri bu gerçeği bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır.

Örneğin bir tıp fakültesi öğrencisinin önüne anatomi dersi için ilk kez ölü bir insan bedeni getirildiğinde olağanüstü etkilenir. Gördüğü kişinin belki de bir süre önce hayat dolu, neşeli, gözleri ışıl ışıl parlayan, geleceğe yönelik pek çok planı olan, konuşan, zevk alan bir kişi iken şimdi cansız bir beden olarak karşısında yatıyor olmasını hayret ve şaşkınlık ile karşılar. Hem kendi hem de yakınlarının ölümlerini düşünür. Dünya hayatının gelip geçici olduğunu, ölümün er veya geç herkesin başına gelecek kaçınılmaz bir gerçek olduğunu anlar. Ölümle beraber bir zamanlar gösterişli ve heybetli olan bedenin, büyük bir hızla çürümeye başladığını, yüzüne bakılamayacak, yanında durulmaya tahammül edilemeyecek bir hale gelmesi onu uzun uzun düşündürür. Ancak eğer kişi tüm bunları iman gözü ile değerlendirmiyorsa, olayın üzerinden geçen süre ve görülen ölü bedenlerin sayısının artması kişide bir alışkanlık ve düşünce zayıflığı oluşturur. Böylesine çarpıcı bir ortam bile, düşünülmediği zaman, bir müddet sonra olağan karşılanmaya başlanır.

İnsanların günlük hayatlarında bu şekilde alışkanlıkla değerlendirdikleri daha pek çok konu vardır. Örneğin, insan her gün ayağının altındaki damarlarının üzerine ortalama 70-80 kiloluk bir basınç uygulayarak basar, ayağının üstünde zıplar. Ancak bu incecik damarların hiçbiri ezilmez ve çatlamaz. Ya da her gün yanı başında gördüğü bir çiçeğin kapkara, çamurlu bir topraktan, nasıl olup da mis gibi bir kokuyla, rengarenk ve tertemiz çıktığını, yani toprağın her şeyi çürütürken bitkiye nasıl olup da hayat verdiğini hiç düşünmez. İnsan sokakta yürürken yüzlerce, binlerce insan görür. Hiçbiri bir diğerine benzemez. Hatta parmak uçlarındaki izlerine kadar birbirinden farklıdır. Allah'ın binlerce yıldır, milyarlarca insanı birbirinden tamamen farklı yaratmasını hiç düşünmez. Bu ve bunun gibi sayısız örnek bizlere Allah'ın varlığını, sonsuz gücünü, aklını, sanatını gösterir. İnsanın ise düşünmesini engelleyen nedenleri ortadan kaldırarak, samimi ve içten bir kalple her an Allah'a yönelmesi, Allah'ın yarattığı olay ve varlıkların hikmetleri üzerine düşünerek üzerindeki ülfet perdesini yırtması gerekir.