25 Nisan 2006 Salı

Kur'an'da tarif edilen Allah Korkusu

Gücünün Yettiği Kadar Allah’tan Korkmak

Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin... (Tegabün Suresi, 16)

Allah Kur’an’da insanlara sonsuz kudretini, makamının yüceliğini ve üstünlüğünü, iman etmeyenler için hazırladığı azabın şiddetini ve büyüklüğünü detaylı olarak anlatmıştır. Artık bundan sonra kişiye düşen bu gerçekleri samimi olarak ve derin derin tefekkür etmesi, niyetinde ve yaptığı işlerde hep bu gerçeklerin bilincinde bir tavır göstermesidir. Bunu da ayette belirtildiği gibi gücünün yettiği derecede yapmaya çalışmalıdır. Yani gücünün yettiğince Allah’ın büyüklüğünü takdir etmeli, gücü yettiğince Rabbimiz’in azabının -cehennem azabının- büyüklüğünü, boyutlarını ve sonsuzluğunu tefekkür etmelidir. Bunun sonucunda kalbinde doğal olarak Allah korkusu oluşacaktır. Böylece mümin Kur’an’da emredilen ibadetleri yapmamaktan, haram kılınan şeyleri ise yapmaktan gücü yettiğince korkup sakınacaktır. Zira korkup sakınacağı şeyler de Kur’an’da kendisine detaylı olarak bildirilmiştir.

Burada belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır: Allah korkusu, elde edilmesi zor olan, birtakım aşamalardan geçerek kazanılacak bir his değildir. Aksine şuuru açık, düşünen her insanın aksi mümkün olmayacak şekilde derinden hissettiği bir duygudur. Bir insanın gerçek Allah korkusunu elde edebilmesi için tek bir samimi tefekkürü bile yeterli olabilir. Kişi yalnızca bir an ölümü, ölümden sonra karşılaşacaklarını düşünüp, Allah’a karşı saygı dolu bir korku hissedebilir. Bu, tamamen insanın düşünmesine ve aklını kullanmasına bağlıdır.


İçi Saygı ile Titreyerek Korkmak

Allah korkusunun diğer dünyevi korkularla karıştırılmaması gerekir, Yüce Rabbimiz, Kur’an’da Kendisi’nden korkan bir müminin hislerini ve ruh halini detaylı olarak bildirmiştir. Müminin Allah korkusu başka hiçbir korkuya benzemeyen, son derece içli ve saygı dolu bir korkudur. Bu korku diğer korkular gibi insana sıkıntı ve azap veren bir korku türü değildir. Tam tersine, insana kulluğunu ve aczini hatırlatan, onun aklını ve şuurunu açıp geliştiren, insanı çok üstün bir ahlak seviyesine ulaştıran bir korkudur.

Bu korku müminin ahirete olan özlemini artıran, ümit ve şevkini körükleyen bir korkudur. Allah korkusu, müminin Allah’a olan yakınlığını ve sevgisini kat kat artıran, ona büyük manevi hazlar yaşatan asil bir duygudur. Kur’an’da iman edenlerin taşıdıkları bu içli ve saygı dolu korkudan pek çok ayette bahsedilir:

Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O’nu görmedikleri halde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ecir vardır. (Mülk Suresi, 12)

... Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar. (Rad Suresi, 21)

Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 39)

18 Nisan 2006 Salı

Güleryüzlü ve güzel sözlü olmak

Müslümanların sevgilerinin ve tevazularının neticelerinden biri de güleryüzlü ve güzel sözlü insanlar olmalarıdır. Rabbimiz, “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (İsra Suresi, 53) ayetiyle iman edenlerin kullanması gereken üslubu bildirmiştir. Bu ayet, Müslümanların tüm insanlara ve birbirlerine karşı kullandıkları üsluba çok dikkat etmeleri, incitici, iğneleyici, alaycı, sert, kınayıcı söylemlerden şiddetle kaçınmaları gerektiğini gösterir.

Allah’ın iman edenlere emrettiği ahlaka uyanlar, kötülüğe dahi iyilikle cevap verir, Allah rızası için sabreder, hoşgörülü olur, öfkeden, katılıktan ve sertlikten sakınırlar. Üslupları ve tavırlarındaki itidal insanlara güven verir. Hz. Ali, Allah’ın seçkin kıldığı mübarek Peygamberimiz (sav)’in bu konudaki güzel tavrını müminlere şöyle örnek verir:

... İnsanları birbirine sevdirecek, birbirlerine kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem atfederdi; ikram ederdi...

Görüldüğü gibi Peygamberimiz (sav)’in güzel sözü ve hikmetli tavırları insanların birbirlerini sevmelerine, birbirlerine dost olmalarına vesile olmuş, onların kalplerini İslam ahlakına ısındırmıştır. Hz. Muhammed (sav)’in, toplumların liderlerine önem göstererek ve onlara ikramda bulunarak göstermiş olduğu ince nezaket de müminler için önemli bir örnektir. Peygamberimiz (sav)’in torunu Hz. Hasan da, Hz. Muhammed (sav)’in konuşmalarındaki hikmet ve güzelliği müminlere şöyle anlatmıştır:

Mani kelimelerle (az sözle çok mana ifade edecek şekilde) gayet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de eksiklik.

Tüm bunlar müminlerin konuşmalarının nasıl olması gerektiğini gösteren çok değerli bilgilerdir. Müslümanların sözlerinin yanı sıra tavırlarındaki nezaket ve asalet de son derece önemlidir. Koşullar ne olursa olsun güleryüzlü olmak, müminlerin asilliğinin bir göstergesidir. Bu konuda da her zaman olduğu gibi Kur’an ahlakı ve Hz. Muhammed (sav)’in tavrı müminlerin ölçüsüdür. Peygamberimiz (sav)’in hayatına şahit olma şerefine erişmiş olan müminler, kendisinin güleryüzünü, nezaketini, ince düşüncesini ve insaniyetini çok farklı örneklerle ifade etmişlerdir:

Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı adeta onu halka bir baba yapmıştı. Herkes onun katında ve nazarında eşit idi.

Allah Resulü, daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi...

Allah Resulü, halkın en çok gülümseyeni ve en neşelisi idi.

Peygamberimiz (sav) ashabına da güler yüzlü olmalarını tavsiye etmiş ve şöyle demiştir:

Sizler insanları mallarınızla memnun edemezsiniz, onları güzel yüz ve güzel huyla hoşnut edersiniz.

Allah Teala kolaylık gösteren ve güler yüzlü kişiyi sever.

17 Nisan 2006 Pazartesi

O'na gönülden itaat edin

Rabbimiz, Hz. Muhammed (sav)’in yumuşak ahlakını, “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (Tevbe Suresi, 128) ayetiyle övmüştür. Mübarek Peygamberimiz (sav)’in yoluna uyan ve O’na gönülden itaat edenlerin de diğer müminlere karşı ilgili, düşkün, şefkatli ve esirgeyici olmaları gerekir. Peygamberimiz (sav) ile birlikte yaşama şerefine erişmiş olan müminlerin birbirlerine olan sevgileri, düşkünlükleri ve fedakarlıkları da tüm Müslümanlar için bir örnektir. Allah, Kur’an’da Peygamberimiz (sav)’le hicret eden Müslümanların, Medine’deki müminler tarafından en güzel şekilde karşılanışlarını ve gösterilen fedakarlığı tüm Müslümanlara örnek vermiştir:

“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Haşr Suresi, 9)

Hz. Muhammed (sav)’in iman edenlere öğüdü; “Hediyeleşin, birbirinizi sevin...” hadis-i şerifiyle bildirildiği gibi, Müslümanların birbirlerini sevmeleri ve dost olmalarıdır. Çekişme, ihtilafa düşme, farklılıkları birer ayrılık konusu kılma Müslümanların sakınmaları gereken durumlardır. Müslüman bireyler ve toplumlar arasındaki farklı anlayışlar ve uygulamalar birer kültür zenginliği olarak değerlendirilmelidir. Hz. Muhammed (sav)’in müminlere vasiyet ettiği ahlaka eksiksiz uymak iman edenlerin yükümlülüğüdür. Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

....Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyiniz. Birbirinize buğz (düşmanlık) etmeyiniz. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyiniz ve ey Allah’ın kulları, kardeşler olunuz.

Unutmamak gerekir ki, Allah Kur’an’da müminlere “çekişip birbirlerine düşmemelerini” (Enfal Suresi, 46) emretmekte ve bunun Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Müslümanlar, Rabbimiz’in “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” (Al-i İmran Suresi, 103) buyruğuna göre birlik ve beraberlik ruhu içinde olmalı, “birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak” (Saff Suresi, 4) yakınlık kurmalıdırlar. Müminlerin dostluk ve kardeşlik duygularından uzaklaşıp birbirlerini veli edinmemeleriyse, Rabbimiz’in bildirdiği gibi yeryüzünde karmaşaya ve kötülüğe sebep olabilecek büyük bir hata olur. Hiçbir Müslümanın bu sorumluluğun vebalini üstlenmek istemeyeceği açıktır. Allah, bu tehlikeyi şöyle bildirmiştir: “İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73)

16 Nisan 2006 Pazar

Müslümanın üstün ahlakı

Kur’an ahlakına ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine uyan Müslümanlar çok üstün bir ahlaka sahiptirler. Tavırları, tepkileri, sohbetleri, estetik zevkleri, sanat anlayışları, görgüleriyle diğer insanlara örnektirler. Birarada olunmaktan hoşlanılan, insanlara fayda sağlayan, her zaman güzelliklere vesile olan kişilerdir. En dikkat çeken özellikleriyse sevgi dolu, yumuşak huylu, ılımlı ve mütevazi olmalarıdır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), üstün ahlakı, aklı, feraseti, basireti, tevazusu, sevgisi ve merhametiyle tüm müminlere örnek olmuş, bulunduğu ortamlar en güzel ve hikmetli sohbetlerin olduğu, coşkulu, muhabbetli, temiz, ferah, huzur ve güven veren ortamlar haline gelmiştir. Tüm Müslümanların da bu gerçeğin bilinciyle kendilerini sürekli geliştirmeleri, ahlaklarını daha da güzelleştirmek için gayret etmeleri ve bulundukları her ortamın mübarek Peygamberimiz (sav)’in bulunduğu ortamlar gibi olmasına özen göstermeleri gerekir.


Sevecen, Merhametli ve Ilımlı Olmak

Sevgi, merhamet, anlayış ve tevazu imanın en önemli alametlerindendir. Sevgi tüm insanlar için çok büyük bir nimet, hayatlarını güzelleştiren bir lütuftur. Gerçek sevgiyse derin bir iman ve içli bir Allah korkusuyla yaşanır. Müminler, gördükleri güzel bir manzarayı, rengarenk çiçekleri, çeşit çeşit hayvanları, birbirinden lezzetli meyveleri ve sebzeleri, ihtişamlı bir evi, gösterişli bir arabayı, estetik bir sanat eserini, etkileyici bir müziği Allah’ın tecellileri ve eserleri olarak beğenip severler. Bu nedenle de bu güzellikler karşkskndaki duygulark coşkulu ve içtendir. Sevgileri, Rabbimiz’e şükürlerinin samimi ifadesidir. Allah’ın Kur’an’da bildirdiği, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in hayatıyla Müslümanlara öğrettiği sevgi, müminlerin kalplerini yumuşatır, merhametli ve ılımlı olmalarına vesile olur.

Müminlerin Allah’ın tecellisi olarak görüp en çok sevgilerini yönelttikleri varlıklar ise mümin kardeşleridir. “Mü’minler ancak kardeştirler...” (Hucurat Suresi, 10) ayetiyle Rabbimiz, Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle Müslümanlar arasındaki ilişki, aynı öz kardeşler arasında olduğu gibi, derin sevgiye dayalı, birbirini koruyucu ve kollayıcıdır. Müminler arasındaki kardeşlik, derin sevgi ve bağlılık cennetin de özelliklerinden biridir. Rabbimiz, Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.” (Hicr Suresi, 47)

Müslümanlar birbirlerinin velisi, yardımcısı, gerçek dostlarıdırlar. Her Müslüman, diğer Müslüman kardeşine hürmetle, saygıyla, sevgiyle yaklaşmalı, onun için her türlü fedakarlığı severek yapmalı, vefa göstermelidir. Kardeşlerine merhamet duymalı, hatalarına karşı hoşgörülü olmalı, kusurlarını en güzel şekilde telafi etmeye çalışmalı, kırıcı ve üzücü her türlü tavır ve üsluptan şiddetle kaçınmalıdır. Peygamberimiz (sav)’in, “Merhamet edin, merhamet olunasınız. Af edin, af olunasınız...” hadis-i şerifiyle Müslümanlara bildirdiği ahlakın gereği de budur. (Harun Yahya, İslam Birliğine Çağrı)

11 Nisan 2006 Salı

Yaşananlardan öğüt almasını bilmek

Herşeye karşı lakayt bir tavır içinde olan insanlar, kendi başlarına gelen felaketlerde de Allah’a sığınmazlar. Allah’ın insanların üzerinde düşünmeleri, sakınıp korkmaları, Kendisi’ne yönelip dönmeleri için yarattığı yanardağ patlaması, deprem, sel, salgın hastalıklar gibi felaket niteliğindeki olaylar bile söz konusu kişilerin bu anlayışını değiştirmez. Allah Kur’an’da bu konu ile ilgili olarak büyük bir deniz kazasından kurtulan insanların eski lakayt tavırlarına geri dönmelerini ibret vesilesi olarak bildirir. Allah’ın Kur’an’da bildirdiğine göre denizin ortasında büyük bir fırtınaya yakalanmış, çaresizliği ve aczi derinden yaşayan insanlardan, Allah kendilerini kurtardıktan sonra daha karaya çıkar çıkmaz eski lakayt tavırlarına geri dönenler vardır. Bu gibi kişiler dünyevi hırslarına ve tutkularına, din ahlakından uzak yaşamlarına kaldıkları yerden devam edebilmektedirler. Kimsenin hatta kendilerinin bile nefislerine yardıma güçlerinin yetmediğini çok önemli bir dersle gördükleri halde yine Allah’ın sonsuz kudretini göz ardı ederek lakayt tutumlarını sürdürebilmektedirler.

Kur’an’da bu gerçeğe çok sayıda ayet ile dikkat çekilir. Bu ayetlerden birinde Allah, “Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O’nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür.” (İsra Suresi, 67) buyurur.

Bu şekilde her ne olursa olsun umursuzluğunu sürdüren insanlar için hemen herşey anlamsız ve değersizdir. Ciddi bir hastalık geçirmenin, başlarına büyük bir kaza veya bela gelmesinin pek bir önemi yok gibidir. Bu gibi olaylar karşısında, kendilerinden emin bir umursamazlık içinde olan insanların durumları hakkında Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

“Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.” (En’am Suresi, 43)

Bir tür gaflet içinde yaşayan bu insanlar, felaketleri, ölümleri, kazaları ve hastalıkları hayatın akışının bir gereği olarak değerlendirirler. Gerçekte ibret vesilesi olarak yaratılan olaylar bu kişilere göre, geçmiş zamanlarda nasıl yaşanmışsa bugün de aynı şekilde yaşanmakta olan “doğal” veya “kaçınılmaz” olan olaylardır. Oysa Kur’an’da Allah bazı insanların sahip oldukları bu yanlış anlayışı haber vermekte ve onların, “… Atalarımıza da (bazen) şiddetli sıkıntılar (bazen da) refah ve genişlikler dokunmuştu” dediler... (A’raf Suresi, 95) ifadeleriyle ortaya koydukları sığ mantığı bildirmektedir. Ayetteki ifadeden açıkça anlaşıldığı gibi bu insanların ortak özelliği başlarına gelen olayları hafife almaları, bunların üzerinde düşünmek ve Allah’tan korkup sakınmak yerine duyarsız bir tavır takınmalarıdır. Ancak bu gibi lakayt tavırların hiçbiri onlara fayda sağlamayacaktır.


Müslümanların Tavrı

Kur’an ahlakını yaşayan Müslümanlar ise son derece duyarlı bir vicdana sahiptirler. Herşeyin bir amaçla yaratıldığına, şahit oldukları her olayın hayır ve hikmetler taşıdığına inandıkları için etraflarında olanlara kayıtsız kalamazlar. Karşılaştıkları her olayın hikmetlerini görme ve anlama konusunda sürekli çaba gösterirler. Önemli olaylar karşısında olgun ve itidalli tepkilerinin yanı sıra son derece duyarlı ve insaniyetlidirler. Başlarına gelen en küçük bir olayda bile bunu Allah’ın bir hayır ve hikmetle yarattığını düşünür, Allah’a sığınıp O’ndan bağışlanma dilerler. Nitekim Allah Kur’an’da Müslümanların bu teslimiyetli davranışını örnek olarak gösterir, rahmetinin ve bağışlayıcılığının onların üzerine olduğunu bildirir:

“Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: “Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.” Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır. (Bakara Suresi, 156-157)

4 Nisan 2006 Salı

Çevresinde olanlara duyarsız olan kişiler

Büyük tehlikeler, felaketler, salgın hastalıklar, ölüm... Birçok insanı etkileyen, düşünmeye sevk eden bu gibi son derece ibret verici olaylar bile bazı kişilerin vicdanlarında ciddi bir etki uyandırmaz. İçlerinden bazııları için bunlar, sadece seyredilip geçilen birer haber ya da usulen söylenen birkaç beylik sözle üzerinde durulan birer konu niteliği taşır. Böylesine bir duyarsızlık içinde yaşayan kişi, çok önemli olaylar karşısında da gafletin sakinliği içinde olur; bunlardan hiç etkilenmeden, üzerlerinde düşünmeden geçebilir, günlük hayatına devam edebilir. Elbette olaylardan etkilenmekten kastedilen panik olmak, üzülmek, duygusallaşmak veya fevri tavırlar sergilemek değildir. Kastedilen, bazı kişilerin önemli olaylar karşısında bile lakayt tavırlarını devam ettirmeleri, bunlardan ibret almamaları ve kendi adlarına bir ders çıkarmamalarıdır.

Lakayt Olmayı Hayat Felsefesi Olarak Benimseyenler

Duyarsızlığı hayat felsefesi haline getiren insanların kendilerine ait, küçük bir dünyaları vardır. Bu dünyadaki herşey düşünmeme, sadece o anı yaşama üzerinedir. Adeta büyülenmişçesine yaşadıkları bu hayat şeklini derin düşünerek bozmak istemezler. Düşündüklerinde gerçekleri göreceklerini, Allah’tan korkacaklarını bildiklerinden, tümüyle umursuz ve duyarsız davranmayı tercih ederler. Örneğin birçok kişiye dünya hayatının geçiciliğini, Allah’ın varlığını ve ahiretin gerçekliğini hatırlatan bir ölüm olayı ya da bir kaza haberi bu insanlar için her gün onlarca-yüzlerce kişinin başına gelen sıradan bir olaydır. Olanlar üzerinde düşünmek, ölümün yakınlığını hatırlayarak Allah’tan sakınıp korkmak, tevbe etmek yerine beylik konuşmalar yaparak bu konular üzerinde hiç düşünmezler. Aksine tüm dikkatlerini günlük işlerine yoğunlaştırarak haberin üzerlerindeki etkisini azaltmaya çalışırlar. Oysa Allah Kur’an’da bu tarz olayların, insanların öğüt almaları için olduğunu bildirir:

“Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar.” (Tevbe Suresi, 126)

Dikkat edilecek olursa bu gibi kişilerin, konuşmalarında, genelde ölümden korkmadıklarını, ölümün de doğum gibi doğal bir olay olduğunu sıklıkla vurguladıkları görülecektir. Bu kişiler ölümün, insanların dünyada yaptıklarının sonsuza dek karşılığını alacakları ahiret hayatlarının bir başlangıcı olduğundan hiç bahsetmezler. Hep başkaları ölecek ve kendileri ölmeyip sonsuza kadar dünyada yaşayacaklarmış gibi bir ruh hali içindedirler. Bu kişiler boş sohbetler yapmaya devam ederek ölümün yakınlığını, Allah’a hesap verecekleri gerçeğini düşünmekten itinayla sakınırlar. Ölümle birlikte hiç kimse için tekrar dünyaya dönme ihtimali olmadığından, öldükten sonra dünyada yapılanlardan pişmanlık duyulsa bile artık bunun geri dönüş yolu olmadığından da hiç bahsetmezler. Allah bu duyarsızlığı yaşayan insanların içinde bulundukları derin gafleti; “İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar.” (Enbiya Suresi, 1-2) ayetleriyle bildirmektedir.