26 Eylül 2006 Salı

Yüzeysellikten çıkıp gerçek imana yönelmek

Hayatının akışını değiştirecek derecede önemli bir sınava giren on kişi düşünün… Bu kişilerden birkaç tanesi sınavın önemini kavrayarak zamanlarının çok büyük bir bölümünü çalışmakla geçirmiş, dikkatlerini bu konuda yoğunlaştırmış ve iyi bir hazırlık yapmış olsunlar. Geri kalanlar ise çalışmaktan ziyade gereksiz işlerle meşgul olmuş hatta ciddiyetinin dahi farkına varmadan imtihana katılmış olsunlar. Sınav sonuçları açıklandığında çok büyük bir ihtimalle ciddiyetle çalışan kişilerin dışında olumlu cevap alan olamayacaktır. Bu da zaten beklenen, umut edilen bir sonuçtur. Fakat sınava giren bazı kişiler çalışmadıkları ve dikkat harcamadıkları halde yine de iyi bir puan alabileceklerini düşünmüşlerdir.

Bu örnekten de açıkça anlaşılacağı gibi, bazı insanlar kimi zaman olayların ciddiyetini kavramadıkları halde iyi bir sonuç alabileceklerini umabilmektedirler. Ama bu kişiler her zaman hayal kırıklığına uğrayacaklardır.

Aynı şey insanın en büyük imtihanı olan dünya hayatı için de geçerlidir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Bu dünya tüm yaratılmışların gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan hikmetle yapılmış bir misafirhanedir.” Eğer insan kendisine verilmiş olan yaşam süresinde Allah’a karşı sorumlu olduğunun şuuruna varmadan yaşarsa ahirette de iyi bir sonuç ile karşılaşması beklenemez. (Sözler, 77)

Elbette ki tüm hayatını yalnızca Allah’ın kendisinden razı olmasına adamış, asıl amacı sadece sonsuz cennet hayatına kavuşmak olan bir insan ile iman ettiğini söyleyen fakat bundan başka hiçbir mümin özelliğini taşımayan bir insanın karşılaşacakları sonlar farklı olacaktır.

Buna rağmen pek çok insan ahiretteki yaşamını düşünmeden, Allah’tan korkmadan, dinden uzak bir hayat sürmektedir; kendisine sorulduğunda ise “iman ettiğini” söyleyebilmektedir.

İnsanı bu konuda yanıltan bazı sebepler olabilir. Örneğin bir kişi “etrafımdaki insanların büyük çoğunluğu aynı şekilde hareket ediyor. Benim farkım ne?’ ya da ‘Nasılsa Allah affeder’ veya ‘Yanlışlar yapsam da benim kalbim temiz” gibi mantıkların ahirette kendisini kurtaracak çeşitli açıklamalar olduğuna kendisini inandırabilir. Buna karşın Kuran’da haber verildiği üzere, gerekçesi ne olursa olsun insan yaptığı her tavırdan sorumludur.

Eğer insan Allah’a karşı sorumlu olduğunu unutarak yaşamına devam eder ve bunun öneminin farkına varmazsa gaflet içinde yaşıyor demektir. Bu tehlike tüm insanlık için geçerlidir. Çünkü şeytan insanları saptırmak için çok çeşitli yollar denemektedir. Dinsiz bir kişiyi saptırırken çok farklı yöntemler kullanırken, Allah’a inandığını söyleyen bir insan için ise bambaşka yollar kullanabilmektedir. Böylece insanları Allah’tan ve dinden uzak yaşatarak hedefine ulaşabilmektedir. Önemli olan ise insanın bu gerçeğin farkına vararak gerçek dindar olmaya ve Allah’ın rızasını kazanmak için yaşamını düzenlemeye karar vermesidir. Bunun için de insanın içinde bulunduğu durumun farkına varması gerekir. Bunun için öncelikle her insan için tehlike olan yüzeysellikten çıkmak gerekir.

İnsanlar, Allah’ı Kuran’daki sıfatlarıyla ve özellikleriyle düşünmedikleri için son derece yüzeysel bir bakış açısına sahip olabilirler. Bunun bir sonucu olarak da Allah’ın kullarından istediği ahlaktan uzak bir hayat yaşarlar. Bu insanlar sadece kendi isteklerine ve hedeflerine önem verirler. Bu yüzeysel anlayış insanları Allah’ın varlığını bildikleri ve kabul ettikleri halde adeta bir dinsiz gibi yaşamaya götürmektedir.

Oysa dünya hayatı, Bediüzzaman’ın “hayat zannetiğin halat, yalnızca bulnuduğun dakikadır” sözleriyle dikkat çektiği gibi çok kısadır. İnsanın hızla içinde bulunduğu gafletten kurtulması ve dini samimi olarak yaşamaya karar vermesi gerekir. Bu konuda güçlü ve kalıcı bir dönüş yapabilmek için ise Allah korkusu gerekir. Eğer insan Allah’tan korkmaz, kendini çeşitli bahanelerle kandırarak dinin sadece bir kısmını yaşamaya çalışırsa o zaman ortaya Kuran’daki salih mümin modelinden tamamen uzak bir yapı çıkar. Allah Kuran’da böyle bir anlayışı “bir ucundan dini yaşayanlar” olarak adlandırmaktadır:

İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir…. (Hac Suresi, 11)

19 Eylül 2006 Salı

Sonsuz güç sahibi olan Rabbimiz

Allah kainatı, içinde galaksileri, yıldızları, sistemleri, gezegenleri yaratmış olandır. Tüm bunları insanın aklının kavrayamayacağı kadar hassas yörüngeler içerisinde her an kudretiyle ayakta tutmaktadır. O dilediği için bu düzen bozulmaz. Ancak tüm bunları en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğar ve ölürler. Ölümlerle birlikte sürekli yeni doğumların olması insanlarda ülfet oluşturuyor ve her varlığın sayılı günü kaldığını unutuyor olabilirler. Oysa Allah evveldir, ahirdir yani başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra baki kalacak olan da O’dur. Ayet-i Kerime’de şöyle bildirilmektedir:

(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur;

Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi 26-27)

Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm özelliklerden münezzehtir. Tüm mülk O’nundur. İnsan yüzünü nereye çevirirse Rabbimizin mülküne bakar. Cenab-ı Allah kendi mülkünden insanları yararlandırır, sahip oldukları herşeyi onlara verir. İhtiyaç içerisinde olanın ihtiyacına karşılık verir. Kendinin kazandığını, kendinin güç sahibi olduğunu zanneden kişi çok büyük bir yanılgıdadır. Çünkü insan tek bir tohumu bile yaratmaya muktedir değildir. Acizliklerle kuşanmış durumdadır. Kendisine ulaşacak sıkıntılı bir olayı üzerinden kaldıramaz. Depremler, seller, kasırgalar karşısında ne kadar savunmasız olduğunu anlar. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle bildirilmiştir:

De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: “Andolsun bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.” De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.” (Enam Suresi, 63-64)

İnsan kendi aklının sınırları dahilinde Allah’ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu görebilir, anlayabilir. Kainatta tecelli eden sonsuz güç karşısında kendi güçsüzlüğünü düşündüğünde hemen herşeyi yaratan Allah’ın azametini hissedecektir.

Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gök gürültüsü ve Allah’a boyun eğmiş milyarlarca canlı. Bunlar Allah’ın büyüklüğünün açık delillerindendir.

İnsan kendi bedenine hatta hücrelerine dahi güç yetiremeyen bir varlıktır. Hücreler Allah’ın dilemesiyle sağlıklı olarak görevlerini yerine getirir ve çoğalırlar. Hücrelerin yapısının bozularak çoğalması insanda kanser hastalığına neden olur. İşte bedenindeki hücrelerinde nasıl bir yapının bulunduğundan, içerisindeki organellerin görevinden bihaber olan insan nasıl olur da kendi kendisinin sahibi, efendisi olduğunu iddia edebilir. Eğer güç yetirebiliyorsa işlevini yitiren bir organına tekrar hayat verebilir mi? Veya çıkmakta olan canını geri çevirebilir mi?

Yaratılmış olan tüm varlıklar ancak Allah’ın emriyle düşünmekte, karar vermekte, hareket edebilmekte ve yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Her canlı O’nun eseridir ve hayatta kalması dünya şartlarına bağlı değil yalnızca Allah’ın can vermesine bağlıdır. Canının sahibi olan Rabbimize karşı insanın sorumluluğu öğüt alıp düşünmek ve kul olmaktır. Allah, kullarına bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)

12 Eylül 2006 Salı

Tüm insanlar için büyük bir tehlike gaflet hali

Gaflet hali, kişinin, Allah’ın ve ahiretin varlığından habersiz olması ya da haberi olduğu halde bu bilginin gerektirdiği bilinç ve sorumluluğu, davranış şeklini göstermeyerek, kayıtsız ve umursuz bir tutum içinde bulunmasıdır. Gaflet hali kimi zaman iman eden bir kimse için kısa süreli, geçici bir unutkanlık ya da dalgınlık şeklinde olabildiği gibi kimi zaman da Allah’a iman etmeyen ya da O’na ortak koşanlarda olduğu gibi tüm yaşamlarını ve yaşamlarının her ayrıntısını kaplayacak derecede derin olabilir.

Dünya üzerinde pek çok insan, yaratılış amacını düşünmeden, nefsinin arzularıyla oyalanıp boş ve yararsız işlerle uğraşarak şuursuzca yaşamını sürdürür. “Gününü gün etme” mantığıyla, sadece dünyadaki nimetlerin en iyisine ve en fazlasına sahip olmayı hedefler. Onun için önemli olan, “dünyaya bir daha mı geleceğiz” düşüncesiyle bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmektir. Bu yüzden de yaşadığı zaman dilimine sadece, kendince en fazla zevki ve eğlenceyi sığdırmaya çalışır. Öleceğini bilir, ancak öldükten sonra hesaba çekileceğini düşünmez.

Gaflet içindeki insanların çoğu Allah’ın varlığını bilir, ancak O’na kesin bir bilgiyle iman etmez, teslim olmazlar. Bu nedenle de hayatlarındaki her zorlu ve sıkıntılı olayda, tevekkülsüzlüklerinden dolayı derin bir acı ve üzüntü duyarlar. En küçük sıkıntıların bile, hayatlarını alt üst etmeye yettiği bu kimseler toplumda karamsar, mutsuz ve bunalım içindeki insan tiplerini oluştururlar.

Oldukça boş ve yararsız işlerle geçirdikleri uzun zamanları “yoğunluk”, “meşguliyet” olarak nitelendirirler. Bu “boş yoğunlukları” nedeniyle de kendilerini önemli ve yeterli hissederler. Oysa bu yoğunluk, gaflet içindeki insanın şuursuzluğunu körükleyen boş bir oyalanmadan başka bir şey değildir. İnkar edenlerin boş oyalanmaları ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:

O inkâr edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)

Gaflet, Allah’ı ve ahiret gününü unutmuş insanları çepeçevre sarmış sinsi bir hastalık gibidir. Bu, insanın zihnini uyuşturan, aklını örten bir hastalıktır. Bu uyuşukluk ve şuursuzluk içinde insan kendisini kuşatan ve bekleyen gerçeklerin farkına varamaz. Bu nedenle gaflet halindeki insanlar görebilme, duyabilme gibi duyulara sahip olmalarına rağmen, gördüklerini ve duyduklarını değerlendirme, muhakeme etme yeteneğini kaybetmişlerdir. Çünkü kendilerini saran gaflet akıllarını örtmüştür. Gaflet içindeki insanlar tüm zamanlarını nefislerinin sınırsız isteklerini tatmin etmek için sarf ederler, başka bir şey düşünmezler. İstek ve tutkularını, tüm benliklerini adadıkları birer ilah edinmişlerdir. Onların durumu Kur’an’da şöyle bildirilir:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 43-44)

5 Eylül 2006 Salı

Sahte Dünyanın Sahte Sevgisi

Allah, pek çok duygu gibi insanların kalplerine sevgi hissini de yerleştirmiştir. İnsanın yapması gereken, bu özelliğini Allah’ın Kur’an’da verdiği öğütler doğrultusunda en doğru şekilde yönlendirmesidir. Müminler Kur’an’ı rehber edindikleri için sevgilerini; kendilerini ve sahip oldukları tüm nimetleri yaratan Rabbimiz’e, ve O’nun rızasını hedefleyen müminlere yöneltirler.

Dünya hayatının süsüne kapılanlar ise Allah’ın kendilerine imtihan için verdiği nimetlere tutkulu bir sevgi ile bağlanırlar; örneğin insanları “Allah’ı sever gibi severler”. Allah, Kuran’da inkar edenlerin bu çarpık sevgi anlayışını şöyle bildirmektedir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)

İnkar edenlerin bu çarpık sevgi anlayışlarını yönlendirdikleri konulardan biri de dünya malıdır. Mala olan sevgilerinin şiddetiyle bu geçici metaya hırsla bağlanmış, nefislerinin cimri ve bencil tutkularına yenik düşmüşlerdir. Kur’an’da inkar edenlerin bu tavırları şöyle bildirilmiştir:

Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır. (Adiyat Suresi, 8)

Oysa Allah Kur’an ayetleriyle insanlara malın yalnızca dünya hayatına ait bir deneme konusu olduğunu bildirmiş ve bu tutkuya karşı insanları uyarmıştır:

Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafat vardır. (Enfal Suresi, 28)

Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun Suresi, 9)

Bu gerçeklerden haberdar olan müminler mal sevgisine kapılmazlar. Sahip oldukları nimetleri kendilerine lütfedenin Rabbimiz olduğunu bildikleri için, bu onların Allah’a şükretmelerine vesile olur. Kendilerine verilen maddi imkanları Allah’ın rızasını kazanabilecekleri hayırlı işler için kullanır, daha fazlasına sahip olmayı da hayırlarda kullanabilmek için isterler. Kendisine çok büyük hazineler verilen Hz. Süleyman, bu nimetleri hangi amaçla istediğini şöyle dile getirmiştir:

O da demişti ki: “Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.” ... (Sad Suresi, 32)