26 Aralık 2006 Salı

İnsan Her An Allah’a Muhtaç Durumdadır

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katı'nda şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

Rabbimiz tek hak ve hüküm sahibidir. Tüm kainat, göklerde ve yerde bulunan canlı - cansız herşey; tüm insanlar, hayvanlar, bitkiler, eşyalar Allah'a aittir. Hepsini yaratan alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Herşey O'nun emri ile hareket eder ve o dilediği sürece varlığını sürdürebilir. Tüm canlı varlıkları besleyen, onlara gökten ve yerden rızık veren, yeri yeşerten, geceyi karartan, Güneş'i parlak bir ışık kılan, mevsimleri var eden Allah'tır. Dünyanın yaratılışından itibaren yaşamış olan tüm insanları yaratan da Allah'tır. İstisnasız her insan varlığını Allah'a borçludur ve herşeyiyle O'na muhtaçtır. Allah'ın seçip insanların Kendisi'ne iman etmeleri için elçilik görevini verdiği peygamberleri de Allah'ın yarattığı kullardır. Tüm peygamberler O'nun emri ile hareket eden mübarek insanlardır.

Yüce Rabbimiz tüm varlıklar üzerinde mutlak hakimiyete sahiptir. O'nun dışındaki herşey, var olmak ve varlığını devam ettirebilmek için Rabbimiz'e muhtaçtır.

Allah kainatı yokluktan yaratmıştır. Dünyadaki tüm canlılar doğar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Kainatta, yok olmayacak hiçbir eşya ya da ölümsüz kalacak hiçbir canlı mevcut değildir. Oysa Kuran'da bildirildiği gibi Allah evveldir, ahirdir. (Hadid Suresi, 3) Yani başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Allah, sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekanın üstünde olandır. O, herşeyden önce de vardır, sonra da olacaktır. Kainatın, canlıların, gezegenlerin, galaksilerin ve evrenin henüz yaratılmadığı, zamanın henüz var olmadığı anda yalnızca Allah vardı. Herşey yok olduktan sonra baki kalacak olan da O'dur. Ömrü ve zamanı yaratan Allah, maddeye ait tüm özelliklerden müstağnidir.

Allah, bu kavramları yaratan ve insanların zamana ve mekana tabi olarak yaşamasını uygun görendir. İnsan hiçbir zaman bir gün sonra, hatta bir saat sonra neler yaşayacağını bilemez. O ise bir işe hükmettiği zaman bir gün sonra, yıllar sonra ve kıyamete kadar o işin neyle sonuçlanacağına hakimdir. Dolayısıyla verdiği hüküm her zaman en doğru, en iyi ve en hikmetli olandır.

Kainattaki bütün varlıkların bir sonu vardır. Bir insan doğar, yaşar ve dünyadaki sınırlı ömrünün sonunda kaçınılmaz bir gerçek olan ölümle karşılaşır. İnsanların ölümü gibi, bitkiler ve hayvanlar aleminin yok oluşu da kaçınılmazdır. Onlar da doğduktan bir süre sonra birer birer ölürler. Canlı olan herşey hayatını tüketip toprağın altına girecektir. Ancak Rabbimiz baki olan, her zaman mutlak varlığını sürdürecek olandır. Sonsuzluk yalnızca O'na aittir.

İnsan acizdir, hayatı boyunca sürekli ilgiye ve bakıma muhtaçtır. Hayatının büyük bir bölümü kendi bedenine bakmakla, onu temiz tutmakla, beslenmesini ve uykusunu düzenlemekle geçer. Canlı cansız tüm kainatın yaratıcısı olan Allah ise Hayy'dır. Daima diridir, her an herşeye hakimdir, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, O'nu uyku ve uyuklama tutmaz, her türlü acizlikten de münezzehtir. O, yarattıklarına çeşitli acizlikler vermiş ve bu eksiklikleri fark edip yalnızca Kendisi'ne yönelerek kulluk etmelerini, herşeyi Kendisi'nden istemelerini emretmiştir. İnsana düşen de, Allah dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini, tek bir saniye bile hayatını devam ettiremeyeceğini bilerek Rabbimize yönelip dönmektir. Allah Kendisi'nden başka hiçbir ilah olmadığını Kuran ayetlerindeki hikmetli örneklerle bizlere şu şekilde haber vermektedir:
Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur. O'nun yanında olanlar, O'na ibadet etmekte büyüklüğe kapılmazlar ve yorgunluk duymazlar. Gece ve gündüz, hiç durmaksızın tesbih ederler. Yoksa onlar, yerden birtakım ilahlar edindiler de, onlar mı (ölüleri) diriltecekler? Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, elbette, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın Rabbi olan Allah onların nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir. O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler. Yoksa O'ndan başka ilahlar mı edindiler? De ki: "Kesin-kanıt (burhan)ınızı getirin. İşte benimle birlikte olanların zikri (Kitab'ı) ve benden öncekilerin de zikri." Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 19-24)

Milli Gazete

19 Aralık 2006 Salı

Müslümanların etki ve başarısı Allah'ın takdiridir

İslâm tarihi incelendiğinde, inananların Allah’ın varlığını inkar edenlere karşı sürekli mücadele ettikleri görülür. Bu mücadelelerinde baskı, zulüm ve engellemelere maruz kalsalar da asla hak olanı tebliğ etmede gevşekliğe kapılmazlar. Aynı Peygamberlerin başına gelen zorluk ve sıkıntılar gibi, kendi yaşadıkları olayların da Allah’ın bir denemesi olduğunun farkındadırlar.

İnkar edenler, hayatlarını Allah’ın rızasını aramaya adamış müminleri kendi çarpık yaşam biçimleri için her zaman bir tehdit olarak görmüşlerdir. İnkarcıların önde gelenlerinin sürekli gözetim ve takibi altında olmak, onlar tarafından hapsedilmek tarih boyunca Allah yolunda mücadele eden insanların karşılaştıkları olaylardır.

Müminler Allah’a olan tevekküllerinden dolayı, inkarcıların bu tehditlerine karşı son derece cesur, son derece güvenli bir tavır sergilemektedirler. Resullerin ve müminlerin bu özelliğini haber veren ayetlerden bazıları da şunlardır:

“… De ki: “Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bir düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın. Hiç şüphesiz, benim velim Kitabı indiren Allah’tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor.” (Araf Suresi, 195-196)

Resulün inkarcılardan korkup-çekinmesi asla söz konusu olamaz. Çünkü Resuller Kur’an’da haber verildiği üzere, “Allah’ın Risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır.” (Ahzap Suresi, 39)

Resulün ve müminlerin inkarcılara karşı bu denli kararlı ve cesur davranmalarının nedeni, olayların iç yüzünü ve sırrını kavrayabilmeleridir. Bu sır, hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin kendisine belirlenen kaderin dışına çıkamayacağı gerçeğidir. İnkar edenler kuşkusuz bu metafizik gerçekten habersizdirler ve müminlere dilediklerini yapabileceklerini zannederler. Oysa müminler bilmektedirler ki, hiç kimse Allah’ın izni dışında hiçbir şey yapamaz. Herkesin kaderini belirleyen, ne kadar yaşayacağını, nerede nasıl öleceğini tespit eden Allah’tır.

Dolayısıyla inkar edenlerin müminlere kurdukları tuzaklar, düzenledikleri saldırı ve iftiralar, Allah’ın bilgisi ve izni dışında gerçekleşemez. Bu nedenle de, müminlerin bu saldırılardan korkmalarını, çekinmelerini gerektirecek bir durum yoktur. Kur’an’da haber verilen; “Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez” (Maide Suresi, 105); “Allah, kafirlere müminlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez” (Nisa Suresi, 141) ve “Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır” (Âl-i İmran Suresi, 120) ayetleri, bu konuyu açıklamaktadır.

Mümin, her zaman olduğu gibi, inkar edenlerle muhatap olurken de dua halindedir. Çünkü onu başarılı kılacak, küfür üzerindeki heybet ve etkiyi yaratacak olan, maddi imkanları, dış görünümü ya da zekası değil, ancak Allah’tır. Allah’ın başarı vermesi ise, sebeplere değil, doğrudan doğruya niyete ve duaya bağlıdır. Allah, duaya verdiği önemi “De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?..’“ (Furkan Suresi; 77) ayetiyle de açıkça bildirmiştir.

Gerçekten de güzellik, zenginlik ve ihtişam yalnızca birer vesiledir. İhlaslı, dürüst, Allah rızası için bir hareket olduğu takdirde Allah bu fiziksel üstünlüklere bir de manevi güzellik ve üstünlük katar. O zaman da metafizik ve ezici bir üstünlük ortaya çıkar. Bu üstünlük, müminin yalnızca dış görünümüne değil, tavrına ve İslâm için yaptığı hizmetlere de yansır. Tüm çalışmaları son derece akılcı olur. Bu teknik konularla ilgisi olmayan Allah’ın, Kendisini razı eden kullarına karşı nimet olarak verdiği ve yenilemez bir başarıdır. Allah’ın vaadleri kesin gerçekleşen kanunlardır. Bir ayette müminlerin mutlaka zafere kavuştukları şöyle haber verilir:

Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Ve hiç şüphesiz; bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır. (Saffat Suresi, 171-173)

İnkar edenlerin tüm güçlerini, imkanlarını sarfederek ve hatta yıllar boyunca uğraşarak Müslümanlar aleynine kurdukları tüm düzenlerin boşa çıkması Allah’ın bu vaadi dolayısıyladır. Yine Müslümanların el attıkları her işin altından, kimsenin o güne kadar güç yetiremediği kadar mükemmel bir sonuçla kalkmaları da Allah’ın yardımı dolayısıyladır. Bir ayette Allah iman edenlere yardımını şöyle bildirmiştir:

Sonra biz, elçilerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; mü’minleri kurtarmamız bizim üzerimize bir haktır. (Yunus Suresi, 103)

12 Aralık 2006 Salı

Sizden Daha Çok Bilgi Sahibi Olan Vücudunuz

Vücudunuzun her bir hücresi içerisine birer bilgi bankası olan DNA yerleştirilmiştir. DNA'da zaman zaman dış etkiler sonucu bazı hatalar meydana gelebilir. Ancak bu hatalar DNA kontrol mekanizmaları tarafından hiç vakit kaybetmeden düzeltilir. Düzeltme işlemini gerçekleştirenler de yine DNA'daki bilgiler doğrultusunda üretilmiş olan enzimlerdir.

Önce hasar gören DNA şedinin hatalı kısmı TESPİT EDİLİR. Daha sonra tespit edilen bu HATALI KISIM kopartılır. Böylece DNA sarmalında bir boşluk oluşur. Yine bir enzim tarafından sağlam bir kopyadan DOĞRU BİLGİ alınır ve boş yere doğru bilgi yerleştirilir. Ancak düzeltme işlemi bununla bitmez. Düzeltmenin gerçekleştiği yerdeki şeker-fosfat şeridi üzerinde bir kopukluk meydana gelmiştir. Bu kopukluk ise yine başka bir enzim tarafından tamir edilir.

Yaptıkları işlerden de anlaşıldığı gibi, DNA'daki hataların düzeltilmesinde görev alan enzimler hataları tespit edebilmektediler. Doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayırtedebilmektedirler ve DNA’yı çok iyi tanımaktadırlar. Öyleki, doğru bilgiyi nereden almaları ve açılan boşluğu nasıl kapatmaları gerektiğini de bilmelidirler. Bunları yapan gen mühendisi uzmanlar değildir. Bunları gerçekleştiren şuuru olmayan, çoğu kişini vücudunda varlığından bile haberdar olmadığı veya ne işe yaradığını bilmediği enzimlerdir.

İşin en ilginç yönü de, DNA'nın hem üretimini sağlayan hem de yapısını denetleyen bu enzimlerin, yine DNA'da kayıtlı olan bilgilere göre ve DNA'nın emir ve kontrolünde üretilmiş proteinler olmasıdır. Ortada içiçe geçmiş öyle muhteşem bir sistem vardır ki, böyle bir sistemin kademe kademe oluşan tesadüflerle bu hale gelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Çünkü enzimin olması için DNA'nın olması, DNA'nın olması için de enzimin olması, her ikisinin olması içinse hücrenin de, zarından diğer bütün kompleks organellerine kadar eksiksiz olarak var olması gerekir.

Burada anlatılanlar, hücrenin içinde gerçekleşen milyonlarca olaydan sadece bir tanesinin, küçük bir ara aşamasıdır. Bu şuuru, bilgiyi, aklı, beceriyi, sorumluluk hissini ve işbirliği gerektiren davranışları şuursuz atomların göstermeleri kesinlikle mümkün değildir.

Canlıların birbirini izleyen "yararlı tesadüfler" sonucunda "aşama aşama" geliştiklerini öne süren evrim teorisi, söz konusu DNA-enzim paradoksu tarafından kesin biçimde yalanlanmaktadır. Çünkü DNA'nın ve enzimin de aynı anda var olması gerekmektedir. Bu ise bilinçli bir yaratılışın varlığını gösterir.
"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar." (Rum Suresi, 26)

Siz 3 miylar haflik kusursuz mükemmellikte ve doğrulukta yazılmış bir eser elinize alsanız, bu eserin mutlaka bir yaratıcısı olduğunu düşünürsünüz. DNA’nızdaki 3 milyar harf’in hiçbiri tesadüf sonucu oluşmamıştır. DNA daki işlemleri gerçekleştiren yapılar o kadar dikkatli, titiz ve hassastırlarki hiçbir zaman okumada, doğru hafleri seçme konusunda bir hata yapmazlar. Her seferinde milyarlarca harf arasından doğru olanları seçerler. Doğru haflerin üretimi için ulaştırdıkları organeldede yine aynı titizlikle, dikkatle üretim başlar.

Bu, son derece ileri teknolojiye sahip bir gökdelenin planının mimar ve mühendisler tarafından oluşturulduktan sonra, inşasının gerçekleştirilmesi için ilgili uzman ve teknisyenlere emanet edilmesi gibi planlı ve organize bir olaydır.

Darwinistler ise, gözle görülmeyecek kadar küçük bir alanda oluşan bu yüksek seviyeli organizasyonun, tesadüfen oluştuğunu iddia ederler. Cansız, kör ve şuursuz atomlardan oluşan moleküllerin sürekli akıl göstererek, kusursuz bir planın ve düzenin yöneticileri ve uygulayıcıları olduğunu iddia ederler.

Darwinizm'in bu iddialarına inanmak, çocuk masallarını gerçek sanmak kadar mantıksız ve inanılmazdır. Ancak Darwinizm büyü ve hipnoz teknikleri kullanarak, birçok insanı kandırmış ve kavrayışını kapatmıştır.

Doğanın böylesine kusursuz bir sistemi, tesadüfen oluşturduğunu iddia edecek kadar mantığa, akla ve bilime karşı gelen evrimciler yanılmaktadırlar. Tüm bu şuurlu ve planlı işlerin düzenleyicisi ve yöneticisi Allah'tır.
Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O'nadır. (Teğabun Suresi, 3)

Milli Gazete

5 Aralık 2006 Salı

Nankörlükten kaçınmak mümin özelliğidir

Kendi kullarından O’na bir parça kılıp-yakıştırdılar. Doğrusu insan, açıkça bir nankördür. (Zuhruf Suresi, 15)

İman edenler, karşılarına çıkan tüm olayların, işittikleri tüm konuşmaların ve kendi yaptıkları tüm hareketlerin Rabbimizin belirlediği bir kader dahilinde gerçekleştiğini bilirler. Bu nedenle kendileri için her şeyde bir hayır yaratan Allah’a tam teslim olurlar ve huzurlu, mutmain bir ruh hali içinde yaşarlar. Rabbimizin her şeyin üzerinde güç sahibi olduğunu ve bir yaprağın bile Allah’ın dilemesi dışında düşmeyeceğini kesin bir bilgiyle bildikleri için, hayatları sırasında her an gösterdikleri ahlâk da iman ettikleri bu gerçek doğrultusundadır.

Dünya hayatı insan için bir denemedir. Bu nedenle iman edenler kendileri için belirlenen ömürleri boyunca Rabbimizin kendilerini imtihan ettiğini unutmazlar. Bu imtihanları sırasında en sakındıkları tavırlardan birisi, Kur’an’da bir çok ayet ile kötü bir ahlâk özelliği olarak tarif edilen nankörlüktür. Nankörlük, dinden uzak ve gaflet içinde olan insanlarda çok yaygın olan bir özelliktir. Bu kişiler Allah’ın yarattığı kaderin hikmetlerini göremedikleri, basiret sahibi olmadıkları, Allah’ın her zorlukla birlikte bir kolaylık yarattığını takdir edemedikleri ve Kur’an ahlâkını yaşamak yerine büyüklenmeleri nedeniyle bu çirkin tavrı sergilerler.

İman edenler ise Kur’an’da bildirildiği gibi temiz akıl sahibidir ve Allah’tan korkup sakındıkları için diğer insanlardan onları ayırt eden bir akla sahiptirler. Vicdanları her zaman açıktır ve bu şuurla her canlıyı alnından tutup denetleyen Rabbimizin kendileri için takdir ettiği kaderde, her detayın hikmetle yaratıldığını görebilirler. Allah’tan gereği gibi korkup sakınmakla ve samimi bir teslimiyetle kazanılan bu akıl sayesinde Kuran ahlâkını yaşama konusunda çok güçlü bir şahsiyete sahip olurlar.

İşte müminlerin gerçek imanla kazandıkları bu güçlü şahsiyet Allah korkusuyla güçlenen, çok üstün bir ahlâktır. Allah tarih boyunca iman edenleri imtihanları gereği zorluklarla, hapis hayatıyla, alay ve incitici sözle, işkence ve zulümle, ölümle, açlık ve korkuyla, hastalıklarla denemiştir. Kendilerine isabet eden her olayda iman edenler Allah’a karşı şükredici bir tavır sergilemişler, Allah’ın kendilerine tarif ettiği güzel ahlâkı yaşamaktan vazgeçmemişlerdir. Rabbimize tevekkül edip sabretmişler, salih davranışlarını sürdürmüşler, ümitvar olmuşlar, Allah’a yalvararak samimiyetle dua etmişler ve Rabbimizin izniyle çok üstün onurlu bir makama erişmişlerdir.

28 Kasım 2006 Salı

Dünyadaki zenginlik mi, Ahiretteki zenginlik mi?

İnsanların çoğu, eğer isteyip uğraşırlarsa, dünyadaki yaşamlarının mükemmel ve kendilerini gerçekten tatmin edecek kadar eksiksiz olabileceğini zannederler. Bunun da yeterli maddi imkanların elde edilmesiyle sağlanabileceğini düşünürler. Böylece mutlu bir aileye daha rahat kavuşacak, insanların gözünde itibar kazanacak, huzur içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir. Oysa tüm ömürlerini sadece bunları elde etmek ve kaybetmemek için tüketen insanlar aslında büyük bir hataya düşmektedirler. Çünkü hayatlarını yalnızca dünyadaki huzurlarını ve rahatlarını düşünerek geçirmişler, gerçek ve sonsuz hayatın ahiret olduğunu tamamen unutmuşlardır. En önemli görevleri Allah’a kulluk etmek olduğu halde, dünyaya aldanmış, sahip oldukları tüm zenginlikleri kendilerine veren ve onları yaratan Allah’a şükretmeleri gerekirken, Allah’ı unutmuş ve insanların rızasını kazanmak için didinip durmuşlardır.

Oysa Allah Kur’an’da dünyadaki değerlerin geçiciliğini, önemsizliğini ve aldatıcı çekiciliğini insanlara bildirmiştir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir a-zap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Pek çok insanın düştüğü hata, ahireti uzak görüp veya hiç inanmayıp, dünyayı ondan üstün tutmalarıdır. Bu kişiler elde ettikleri zenginliğin hiç yok olmayacağını zannederler. Bu kibirlenmelerinden dolayı da Allah’a ve O’nun vaat ettiklerine yüz çevirme cehaletini gösterirler. Böylelerini ve onların sonlarını Allah Kur’an’da şöyle tarif etmiştir:

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; işte bunların, kazandıkları dolayısıyla barınma yerleri ateştir. (Yunus Suresi, 7-8)

Nitekim bu ruh halinin örnekleri tarih boyunca görülmüştür. Geçmişte kralların, hükümdarların, firavunların pek çoğu elde ettikleri zenginliğin kendilerini ölümsüz kılacağını sanmışlar, hatta mallarının bir kısmını da kendileriyle beraber mezara gömdürmüşlerdir. Zenginliğin üstünde bir değer olabileceğine hiç ihtimal vermemişlerdir. Bunları gören diğer insanlar da doğru yolun bu olduğunu düşünmüş ve bu insanları kârda zannetmişlerdir. Oysa dünyada zevk ve sefa içinde yaşıyormuş gibi görünen bu insanların sonu hiç de umdukları gibi olmamıştır. Allah Kur’an’da bu insanlarla ilgili olarak şöyle demektedir:

Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56)

Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)

Ancak bu kişiler hiçbir zaman unutmamaları gereken birşeyi gözardı etmiştir. Tüm zenginlik ve “değer” verilen herşey yalnızca Allah’a aittir. Mülkün gerçek sahibi olan Allah dilediği kişiye istediği miktarda mülkünden pay verir. Verdiklerinin karşılığında insanların Kendisine şükretmelerini ve gereği gibi kulluk etmelerini ister. Nitekim Allah’ın zenginlik verdiği birisinin mülkünü yine Allah’tan başka kimse kısamaz ve elindekileri aldığı kişiye de kimse hiçbir yardımda bulunamaz. Bunların hepsi Allah’ın dünyada yarattığı deneme ortamının birer parçasıdır. Aklı ve şuuru açık olan mümin bunu bilir. Kendisini Yaratanı ve O’na hesap vereceğini unutan kişi ise bundan tamamen gafildir:

Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)

21 Kasım 2006 Salı

Ayetler üzerinde düşünmek

Allah kullarına yol gösterici olarak Kur’an-ı Kerim’i indirmiştir. Kur’an okumak insanın Allah’a yakınlaşarak, Rabbimizin üstün ilim ve kudretini kavramasını sağlar. Kur’an-ı Kerim Allah’ın verdiği en büyük nimetlerden biridir. O, Cenab-ı Hakk’ın kelimeleridir. İnsan Allah’ı nasıl razı edeceğini, nasıl ibadet edeceğini, nelerden sakınması gerektiğini, dünya hayatının iç yüzünü, ahiret yaşamını, kıyamet saatini, ölümün bir son olmadığını, dünyanın imtihan için yaratıldığını Kur’an-ı Kerim’den öğrenir. Kur’an, insanın düşünüp de cevabını bulamadığı birçok konuda en açık ve en doğru bilgiyi verir. Bu nedenle Kur’an’ı samimi bir niyetle okuyan ve anlayan bir insan, kalbi tatmin bulmuş olarak Allah’a yönelir.

Kur’an’ı Kerim’i okumak ve her zaman ayetlere uygun davranmak bir Müslümanın en önemli sorumluluklarından biridir. Kur’an’ı kavratmak Allah’ın elindedir ve ancak hidayet verdiği kişiler Kur’an ayetlerini gerçek manasıyla anlayabilirler. Allah, gönülden Kendisine yönelip dönen, samimi kullarına hidayet nasip edeceğini bildirmiştir.

İnsanların Kur’an ayetlerini anlayamayacakları şeklinde bir yalanla ortaya çıkanlar ise, pek çok insanın Hak kitabı okuyup, Allah’a yönelmesine ve İslam ahlakına göre yaşamasına engel olmayı amaçlamaktadırlar. Oysa Allah ayetlerinin son derece açık ve anlaşılır olduğu Kur’an’ı Kerim’in pek çok yerinde belirtmektedir:

Andolsun Biz sana apaçık ayetler indirdik. Bunları fasıklardan başkası inkar etmez. (Bakara Suresi, 99)

Ey insanlar Rabbinizden size ‘kesin bir kanıt (burhan)’ geldi ve size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik. (Nisa Suresi, 174)

Samimi bir şekilde ayetler üzerinde düşünen insan, düşünce ve tavırlarındaki hataların farkına varır. Rabbimizin üstün ilim ve kudretini kavrar, Allah’a karşı duyduğu korku ve sevgi artar. Allah Kur’an’ın indiriliş amacını ayetlerinde şöyle haber vermektedir:

İşte bu (Kur’an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O’nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir belağ)dır. (İbrahim Suresi, 52)

Şüphesiz, bu Kur’an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. (İsra Suresi, 9)

Kur’an’ı dikkatli bir şekilde okuyan ve ayetler üzerinde düşünen insan, samimiyeti ölçüsünde ayetlerin tecellilerini çevresinde görmeye başlar; bu da her an Allah’ı hatırlamasına vesile olur. Ayetler üzerinde düşünüp cehennemdeki acının ve pişmanlığın şiddetini öğrenir; sonsuz ateş azabından Allah’ın dilemesi dışında kurtuluş olmayacağını anlar. Aynı şekilde, cennetteki sonsuz nimetleri ve güzel yaşamı tefekkür eder, Allah’ın rahmetini ve cennetini kazanmanın şevkini yaşar. Kur’an’ı okuyan insan dünyada yaptığı herşeyin hesabını vereceğini ve yaptığı işlerin sonucunda cennete veya cehenneme gireceğini kavrar. İşte bu gerçeğin bilincine varan insan gafil olmaktan, hakkı unutmaktan veya uygulamamaktan şiddetle kaçınır.

Günümüzde insanların bir bölümü Kur’an ayetlerinde bildirilen gerçeklerden, ahiret hayatının varlığından ve Rabbimizin çeşitli konulardaki hükümlerinden habersiz bir hayat sürmektedirler. Oysa Kur’an, insanların okumaları, içindeki hikmetleri ve hayatın asıl amacını öğrenmeleri için indirilmiştir. Kur’an’da Peygamberimiz (sav)’e, “Ve Kur’an’ı okumakla da (emrolundum).” (Neml Suresi, 92) demesi bildirilmiştir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed de kavmine, başvurulması gereken tek kaynağın Kur’an olduğunu söylemiştir. Peygamberimiz (sav) bazı hadis-i şeriflerinde Müslümanlara şu öğütlerde bulunmuştur:

“Kur’an’a sımsıkı bağlı olunuz ve Onu kılavuz ve rehber edinin. Zira O, Alemlerin Rabbi’nin kelamıdır. Ondandır ve O’na döner. (Sizi de Ona çeker.)” (Ramuz El-Ehadis, 2. cilt, s. 317, no. 10)

Ve yine buyurdu: “Bu kalpler demir gibi pas tutar.” Ne ile pası çıkarılır ya Resullullah?” dediler. Buyurdu ki: “Kur’an-ı Kerim okumakla ve ölümü hatırlamakla” (Beyhaki) Yine buyurdu: “Ben giderim ve size iki vaiz bırakırım, daima size nasihat verirler. Biri konuşarak söyler, diğeri susarak: Konuşan vaiz Kur’an-ı Kerim’dir. Susan vaiz ise ölümdür.” (İmam-ı Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 141)

Allah’tan başka ilah olmadığına ve Benim O’nun elçisi olduğuma şehadet ediyorsunuz değil mi? Öyle ise müjdeler olsun. Bu Kur’an öyle bir iplik ki, bir ucu Allah’ın elinde, bir ucu da sizin elinizdedir. Ona yapışınız. Ondan sonra dalalet ve tehlikeye asla düşmezsiniz. (Ramuz El-Ehadis, 1. Cilt, s. 7, no.4).

14 Kasım 2006 Salı

Kur'an'a ve Sünnete uymayan Batıl Din anlayışına karşı dikkatli olmak

Din ahlakını gereği gibi yaşamayan kişiler zaman zaman yaptıkları telkinler ve ortaya attıkları fikirlerle Kur’an ve sünnete uymayan batıl bir din anlayışı oluşturmak isteyebilirler. Bu kişiler, zayıf imanlı kimseleri de etkileri altında bırakıp, kendi taraflarına çekmeye çalışırlar. Fakat şeytanın etkisinde olan bu kişiler, yine ancak kendi ahlaklarına benzer ahlaktakiler üzerinde olumsuz bir etki oluşturabilirler. Samimi müminlere hiçbir zarar veremezler. Allah samimi olarak iman edenleri şeytanın ve şeytanın dostlarının telkinlerinden korur. Şeytanın samimi müminlerin üzerinde bir etkisinin olmayacağı Kur’an’da Allah’ın bildirdiği bir gerçektir:

(Şeytan) Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna.” (Hicr Suresi, 39-40)

Öte yandan münafık karakterli, kalbinde hastalık olan veya zayıf imanlı kişiler, batıl din anlayışı telkinlerinin etkisi altında kalabilirler. Bazı kişilerin yaptıkları işleri ağırdan almaları, ilmi mücadele şevklerinin olmaması, Allah’ı anmakta gösterdikleri gevşeklik, fedakarlıktan kaçınmaları, son derece yüzeysel insanlar olmaları, mümkün olduğunca az iş yaparak idare etmeye çalışmaları, tembellikleri, her zaman her işte kolay olanı tercih etmeleri, cansız ve ruhsuz bakışlarla etrafı süzmeleri, dindar olmanın derin şevkinden ve neşesinden yoksun olmaları, daima uykulu ve bakımsız bir görüntü sergilemeleri zayıf imanlı insanlara birer mesajdır. Bu tavırlarıyla, onları da gevşekliğe sürüklemek, kendilerine benzetmek ve mümkün olduğunca çok kişiyi pasifize etmek isterler. Bu kişiler, etkileri altına alabilecekleri insanları tavırlarından ve üsluplarından tanır, öncelikli olarak bu tarz insanlara yönelirler. Kendi düşünce yapılarına uygun olduğuna inandıkları kişileri seçer, bu kişilere hiç kimsenin fark edemeyeceğini zannettikleri gizli mesajlar verir, gizli bir dil ile bu kişilerle anlaşırlar.

Müslümanlara fayda sağlayacak bir işi yapmak yerine, keyfi bir işle oyalanmak kalbinde hastalık olan bir kişinin diğerlerine “bu kadar gayret etmenizin bir anlamı yok, bakın ben nasıl keyfime bakıyorum, siz de benim gibi yapabilirsiniz” mesajıdır. Fedakarlık yapılacak bir yerde bencillik yapmak, örneğin herşeyin en iyisini kendisine ayırmak ve Müslüman kardeşlerini düşünmemek, “başkalarını değil önce kendinizi düşünün” demektir. Müslümanlara karşı teslimiyetli ve saygılı bir üslup yerine, iğneleyici ve saygısız bir üslup kullanmak “karşınızdakini ancak böyle ezer ve kendinizi üstün gösterebilirsiniz” telkini vermektir. Halbuki, onların mantıklarının tam tersine, insan fedakarlıktan kaçtığında değil fedakarlık yaptığında, cimrilik yaptığında değil cömert olduğunda, kibirli değil mütevazı olduğunda, öğüt almaktan kaçtığında değil her öğüde fayda gözüyle baktığında gerçek huzuru ve rahatlığı bulur. Dinde gevşeklik gösteren insanların savundukları yaşam tarzı ise, gerçek mümin ahlakı ile tamamen zıttır.

Zaten batıl din anlayışını yaymak isteyen kişilerin de amacı sabra, tevazuya, teslimiyete, çalışkanlığa, fedakarlığa dayanan güzel ahlakın değil, bencilliğe, tembelliğe, kibire, pisliğe dayalı kötü ahlakın yayılmasıdır. Zayıf imanlı bazı kimseler de bu tavırlara ve telkinlere kanarak, kibirli davrandıklarında onurlu olacaklarını, fedakarlıktan kaçındıklarında zekice davranmış olacaklarını sanırlar. Oysa gerçekten akıllı ve zeki olan insan, Allah’ın kadrini takdir edebilen, Rabbimiz’in bize emrettiği ahlakı yaşayabilen insandır. Gerçekten onurlu olan kimse ise, Allah’a ve Resulüne iman ve itaat eden kimsedir. İnsana aradığı huzuru, şanı, şerefi verecek olan yalnızca Allah’tır. Allah’ın emrettiği ahlaktan kaçarak bunları kazanabileceklerini sananlar ise çok büyük bir kayıp içindedirler. Rabbimiz insanların ancak Müslüman olmakla, hak dini yaşamakla şerefli bir hayat süreceklerini, kendi heva ve isteklerine uyduklarında ise kayba uğrayacaklarını şu şekilde haber vermiştir:

Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi, 71)

7 Kasım 2006 Salı

İnkar Edenlerin Ölüm Anındaki Pişmanlıkları

Yaşadıkları süre boyunca insanlara pek çok kez cennet ve cehennemin varlığı, ahiret için hazırlık yapmaları gerektiği hatırlatılır. Ancak inkarcılar her seferinde yüz çevirir ve kendilerine verilen fırsatları değerlendiremezler. Ölümle karşılaştıklarında yaşadıkları büyük pişmanlığın asıl sebeplerinden biri de, "kendi elleriyle" kendilerini bu duruma sokmuş olmalarıdır. Kimse onları zorlamamıştır, onlar kendi iradeleriyle hareket ederek bu kötü sonu kendileri seçmişlerdir.

İnkarcılar bu yanlış seçimin sonucunda ölüm anı ile birlikte azabı yaşamaya başlarlar. Bu azabın başlangıcı ise, Allah'ın ayetlerde bildirdiği gibi, ölüm anında yaşanan büyük korkudur. O gün insanların yaşadığı korkuyu

Rabbimiz şöyle bildirir:
(Ölüm korkusundan) ayaklar birbirine dolaştığında;
O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.
Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.
Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.
Sonra çalım satarak yakınlarına gitmişti.
Sen buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.
Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın. (Kıyamet Suresi, 29-35)

Ancak unutmamak gerekir ki bu korkuyu sadece inkar edenler yaşarlar. Çünkü iman eden insanlar zaten tüm hayatlarını Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak için çalışarak geçirirler. Bu nedenle umut içerisindedirler.

İnkar edenler ise ölümle birlikte büyük bir pişmanlık yaşarlar, ancak bu başlarına gelecek azapların hiçbirini engellemeye yaramaz. Allah inkar edenlerin canlarının büyük bir acı ve zorluk içerisinde alınacağını bildirir:
... Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen... (Enam Suresi, 93)

Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? (Muhammed Suresi, 27)

Ölüm anında inkarcıların yaşadıkları bu durumu, dünya şartları içinde kavrayabilmek elbette mümkün değildir. Ancak Allah insanların düşünmesi ve böyle bir durumla karşılaşmaktan sakınmaları için bunun haberini bildirmiştir. Ölüm melekleri ayetlerde de açıklandığı gibi inkar edenlerin sırtlarına ve yüzlerine vura vura canlarını alacaklardır. İnkarcılar bir yandan fiziksel bir acı duyacaklardır. Elbette bu acıyla birlikte pişmanlığı da yaşamaya başlayacaklardır. Çünkü bu andan sonra artık geri dönüş imkanları kalmamıştır.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, ölüm anında insan başına gelenlerin tümünü belki de her zamankinden daha açık bir şuurla, hissederek yaşar. Onun için artık sonsuz bir hayat başlamıştır. Ölüm sadece bir geçiş aşaması ve ruhun bedenden ayrılarak sonsuzluk mekanına gidişidir.

İnkarcılar canları alınırken kendilerine çektirilen acıdan dolayı, Allah'ın dilemesi dışında sonsuza kadar sürecek olan büyük bir azapla karşı karşıya olduklarını anlarlar. Tüm hayatlarını Allah'ın dininden yüz çevirmiş olarak geçiren bu kimseler, o anda kendilerini azaptan kurtarması ve affetmesi için var güçleriyle Allah'a yalvarırlar. Pişmanlıkla bir daha dünyaya döndürülmeyi, salih amellerde bulunmayı ve kaybettiklerini telafi etmeyi isterler. Ancak bu istekleri kabul edilmez çünkü onlara, Allah'ın bir ayetinde bildirdiği gibi "öğüt alacak olanın öğüt alabileceği kadar bir süre" verilmiş, cennet ve cehennem hayatı hatırlatılmış ama onlar bile bile bu gerçekten yüz çevirmişlerdir. Kendilerine bir kez daha böyle bir imkan tanınmış olsa, onların tüm bu pişmanlıklarını unutarak yine inkarı tercih edeceklerini Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir... (Mü'minun Suresi, 99-100)

İnkar edenler dünyada Allah'a bile bile secde etmemiş, O'nun hükümlerini yerine getirmemiş ve O'nun emrettiği güzel ahlakı yaşamaktan kaçınmışlardır. Ölümle birlikte ise artık ne kadar isteseler de buna güç yetiremeyeceklerini Allah şöyle açıklar:

Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün, artık güç yetiremezler. Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük', kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet edilirlerdi. (Kalem Suresi, 42-43)

Ölüm ile birlikte Allah'ın vaat ettiği her olayın gerçek olduğunu kavrayan bu kimselerin pişmanlığını artıran bir konu daha vardır. Dünyada iken inanmadıkları, sözlerini ciddiye almadıkları ve hatta alay ettikleri müminler, o gün inkar edenlerin çektiği azapların hiçbirini yaşamazlar. Onlar tüm hayatlarını samimiyetle Allah'ın rızasını isteyerek geçirmelerinden dolayı sonsuza kadar her şeyin en güzeliyle mükafatlandırılırlar. Onların canı inkarcılarınkinin tam tersine, hiç acı çekmeden "yumuşakça" alınır. (Naziat Suresi, 2) Allah'ın bir ayetinde bildirdiğine göre melekler, ölüm anında müminleri selamlar ve onlara cennet müjdesini verirler:
Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32)

Bu, inkar edenler için bir başka manevi azaptır. Çünkü dünyada müminlere tanınan imkanlar ve fırsatlar kendilerine de verilmiştir. Ancak onlar dünya hayatının geçici menfaatlerinden yararlanabilmek uğruna, bile bile cenneti kaybetmişlerdir. Dünyanın kısa bir deneme yeri olduğu, ahiretin asıl hayat olduğu hatırlatıldığı halde bunu anlamazlıktan gelmişlerdir. Bu yüzden dünyada ahiret için kazançlı olabilecek hayırlar işlememişlerdir. Oysa Allah'ın emrettiği güzel ahlakı yaşamak, salih bir mümin olmak yalnızca samimi bir niyet etmek ve bu niyette irade göstermekle her insan için mümkündür. İşte tüm bunları düşünmek inkar edenlerin içindeki pişmanlığı daha da artırır.

Allah bir ayette, "Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi olacak? Ne kötü hüküm veriyorlar." (Casiye Suresi, 21) şeklinde buyurarak herkesin yaşam şekline göre sadece hak ettiği karşılığı alacağını haber verir.Öyleyse henüz ölümle karşılaşmamış her insanın yapacağı en akılcı davranış Allah'a sığınmak ve O'nun rahmetini dilemek olacaktır. Ayrıca Allah'ın insanlara yol gösterici olarak gönderdiği Kuran'ı ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetini çok iyi öğrenmek, ve kendilerine gösterilen yol doğrultusunda yaşamaktır. Ölüm gerçeğini düşünmeyerek ölümden uzak durmak değil, aksine ölümün yakınlığını düşünerek harekete geçmek insana fayda sağlayacaktır. Ölümün pişmanlığından kurtulmak ve sonsuz cennetin güzelliklerine kavuşmak isteyen insan, ölümü ve sonrasını şimdiden düşünmeli ve kendisini yaratan Rabbimiz'in hak olan yolunu seçmelidir.
Milli Gazete

31 Ekim 2006 Salı

İman edenler dünyanın çekiciliğine aldanmaz, ahiret için çalışırlar

İman edenler dünya hayatında sahip oldukları tüm nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğunu ve tüm bunları salih amellerde bulunabilmeleri için verdiğini bilirler. Bundan dolayı tüm imkanlarını Allah’a şükrederek ve O’nun rızası için kullanırlar. Rabbimiz, iman edenlerin şükredici tavırlarına karşılık olarak onların üzerindeki nimetini daha da artırarak mükafatlandıracağını müjdelemiştir:

Rabbiniz şöyle buyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir.’ (İbrahim Suresi, 7)

Dünya hayatının geçiciliğini kavrayan müminler için bu hayata ait hiçbir şey; ne sahip oldukları maddi imkanlar, ne işleri, ne eş-dostları onları Allah’ı anmaktan ve O’nun rızasını kazanacak işler yapmaktan alıkoymaz. Allah müminlerin bu özelliklerini Nur Suresi’nde şöyle bildirmiştir:

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Allah bu dünyada kendilerine ne kadar çok nimet ve imkan verirse versin, iman edenler için bunların hiçbiri Allah’ın rızasını kazanmaktan daha önemli değildir. Çünkü Kur’an’da, “De ki: “Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (Tevbe Suresi, 24) ayetinin hükmüne göre, bunun kendilerini dünyada ve ahirette hüsrana uğratacağının şuurundadırlar.

Yine Kur’an’ın “Eğer insanlar (Allah’a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahman’ı (Allah’ı) inkar edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp- dayanacakları koltuklar, ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik). Bütün bunlar, yalnızca dünya hayatının metaıdır. Ahiret ise Rabbinin Katında muttakiler içindir.” (Zuhruf Suresi, 33-35) ayetleriyle hatırlatıldığı üzere, dünya nimetlerinin tüm ihtişamının gelip geçici olduğunu, iman edenler için Allah Katında nimetlerin en güzeli olduğunu bilirler.

Rabbimiz, dünya hayatının ahirete kıyasla sahteliğini kavrayarak yaşamlarını Allah’ın rızasını kazanmaya adayan kullarını eşsiz güzellikteki cennetle şöyle müjdelemektedir:

İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. Yapıp- edenlere ne güzel bir karşılık. (Âl-i İmran Suresi, 136)

Hiç şüphesiz Allah, müminlerden-karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip- müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi, 111)

17 Ekim 2006 Salı

Sizin için belirlenmiş kaderinizi yaşıyorsunuz

Kader, Allah’ın tüm varlıkların yaşayacakları hal ve hadiseleri önceden belirlemiş olmasıdır. Büyük küçük tüm canlıların -küçük bir sinek, büyük bir fil, denizdeki küçük bir balık yavrusu ya da dünyanın herhangi bir yerindeki mikroskobik bir canlıya kadar- ve uçsuz bucaksız kainattaki tüm varlıkların tüm hallerini, başlarına gelecek büyük küçük her olayı Allah’ın takdir etmiş olmasıdır.

İnsanın gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren sahip olduğu hiçbir fiziksel özelliğin seçimi kendine ait değildir. Anne-babasını seçemez, ten rengini, göz rengini, boyunu kendi isteğine göre belirleyemez. Açıktır ki, hiçbir fiziksel özelliğini seçme gücüne sahip olmayan insanın yaşayacaklarını da kendi isteğine göre belirlemesi söz konusu değildir. Kur’an’da, “Hiç şüphesiz, biz herşeyi kader ile yarattık.” (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bu gerçek insanlara haber verilmiştir.

Ne herhangi bir insan -ister büyük güce sahip bir işadamı ister Afrika kıtasında yaşayan bir kabile üyesi olsun- ne de herhangi bir varlık -ister denizin derinliklerinde yaşayan bir canlı, ister dev bir ormanda yaşan küçük bir böcek olsun- Allah’ın kendisi için belirlediği kaderin dışına çıkamaz. İnsanın yaptığı herşey de kendisi için belirlenmiş olan kader doğrultusunda gerçekleşmektedir. Bu durum Kur’an’da insanlara şöyle bildirilmektedir:

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahitler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

İnsanın yaşadığı ve yaşayacağı her anın kaderde belirlenmiş olduğu bu ayetlerde bildirilmiştir. Kur’an’da bildirilen bu gerçekleri göz ardı eden insan uçsuz bucaksız evrende, dünya üzerindeki milyarlarca insanın arasında rastlantılar içinde yaşayıp gittiğini sanır. Bu durumda kendini, dilediği gibi davranma özgürlüğüne sahip başıboş bir canlı gibi görür. Böyle bir bakış açısı da insanın kendini müstakil ve Allah’tan bağımsız bir varlık sanarak derin bir gaflet içine dalmasına sebep olur.

Hareket etmeye karar verdiğiniz ve ayağa kalktığınızda, siz daha bu kararı vermeden yapacaklarınız belli idi. Ya da gazeteyi açıp bu yazıyı okuyacağınız an siz doğduğunuzdan beri belli. Kaderinizin dışında hiç bir adım atamaz, hiç bir kelime söyleyemezsiniz. Bugün ve bugüne kadar yaşadığınız olaylar gibi, bundan sonra da yaşayacaklarınız bellidir. Yaşadığınız fakat henüz haberinizin olmadığı olaylardan her bir saniye geçtikçe haberdar oluyorsunuz. Hangi başarıları elde edeceğiniz, hayatınızda kimlerle karşılaşacağınız, yakalanacağınız hastalıklar ve nerede-nasıl öleceğiniz kaderinizde bellidir. Siz yaşanmış ve tamamlanmış olan hayatınızı yaşıyorsunuz.

İnsanlar genelde ölümle hiç beklemedikleri bir anda, hiç beklemedikleri bir yerde karşılaşırlar. Allah bu gerçeği, “... Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır.” (Lokman Suresi, 34) ayetiyle bildirilmektedir.

Şu anda yaşayanların ve doğacak olan tüm insanların ne zaman ölecekleri bellidir. Bu gerçek Kur’an’da, “Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel, O’nun katındadır...” (Enam Suresi, 2) ayetiyle haber verilmektedir.

Ölüm vaktinin bilinmemesi insanın dünyadaki imtihanının bir sırrıdır. Bunun bilincinde olan mümin her an ölecekmiş gibi ahiret yurdu için hazırlık yapar. Allah’ın tüm emir ve yasaklarını samimi bir şekilde hayatının her anında yerine getirir.

Kadere tabi olduğunun bilincinde olan insanın yapması gereken, sahip olduğu herşeyi ve karşılaştığı her olayı Allah’ın rızası ve rahmetine yönelerek Allah’ın istediği şekilde değerlendirmektir. Allah’ın sonsuz aklı ve ilmi ile takdir edilmiş olayları yaşadığı için Yüce Rabbine tam bir teslimiyet duymalı ve şer gibi görünen olaylarda da hayır olduğunu bilerek tevekkül etmelidir. Çünkü Allah bu dünyada kullarını imtihan etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de insanların dünya hayatları süresince denendikleri şöyle bildirilmiştir:

Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)

10 Ekim 2006 Salı

"“Yanlarında kitabın ilmi bulunanlara" düşen sorumluluk

İnkâr edenler şöyle derler: ‘Sen gönderilmiş (Allah’ın bir elçisi) değilsin.’ De ki: ‘Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter ve yanlarında kitabın ilmi bulunanlar da (bu gerçeği bilir).’ (Rad Suresi, 43) Ahir zamanın tüm alametleriyle yaşandığı bu dönemde, kendilerini Müslüman olarak kabul eden, Allah’a iman eden ve O’nun dinine teslim olan her insanın önünde çok önemli bir sorumluluk vardır: Allah için birlik olmak. Allah, tarih boyunca elçileriyle kavimleri uyarmış, onların kendi üzerlerinde ve çevrelerinde ayetlerini görebilmeleri için öğüt ve hikmet yüklü bir çok olay var etmiştir. Günümüzde yaşanan olaylar da tüm İslam âlemi için çok önemli işaretler ve hikmetler içeren önemli gelişmelerdir. Özellikle Ramazan ayının yaklaştığı ve maneviyatımızın Rabbimiz için tutacağımız oruç ibadetiyle daha da güçleneceği bu müjdeli günlerde, tüm iman edenlerin Allah’ın bizlere bildirdiği bu emrini yerine getirmesi farzdır: “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” (Ali İmran Suresi, 103) Cinayetlerin arttığı, zulmün ve işkencenin yoğunlaştığı, inkar edenlerin dinsizlik akımlarını iman edenlerin arasında yaygınlaştırmak için açık ve gizli ittifak ettiği böyle bir dönemde, hangi mezhepten, tarikattan ya da cemaatten olursa olsun, Allah’a iman ettiği, Allah için namaz kıldığı ve oruç tuttuğu, Allah’ın dinine uygun hayat sürdüğü için tüm Müslümanların birbirlerini sevmeleri, birbirlerini gözetmeleri ve iyilikleri için yardımlaşmaları gerekir. Allah’ın ayetinde bildirildiği gibi iman edenlerin birbirlerine sımsıkı sarılmaları, saygı ve sevgiyle, iman coşkusuyla birlik olmaları esastır. Allah, Kur’an ayetlerinde Müslümanların birbirleriyle kardeş olduklarını, mümin erkeklerin ve kadınların birbirlerinin velileri olduklarını bildirmiştir. Bu yüzden Müslümanlar için tanıdığı veya tanımadığı, fakat Allah’a iman ettiğini, Kur’an’ı hak kitap olarak kabul ettiğini, kadere ve ahirete inandığını, Allah’a teslim olup Müslüman olduğunu, Allah’ın meleklerine ve elçilerine iman ettiğini söyleyen herkes dinde kardeşleridir. Allah için yaşayan Müslümanlar için bu büyük bir müjde olduğu gibi aynı zamanda önemli bir sorumluluktur. Bu demektir ki, dünya üzerinde bulunan bir buçuk milyar Müslüman, birbirlerinin kardeşleridir. Allah’ın emrettiği gibi dağılıp ayrılmadıkları ve Kur’an ahlâkını yaşamakta kararlı oldukları takdirde, tüm dünya şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir dayanışmaya şahit olacaktır. Böylece Allah’ın bildirdiği güzel ahlâkın yaşanmasıyla Müslümanlar kötülüğü iyilikle uzaklaştıracak, en güzel sözü söyleyecek, birbirlerini affederek ve hoşgörerek yeryüzünde belalara sebep olan fitnelerin kaldırılması için çok önemli bir ibadeti yerine getirmiş olacaklardır.

3 Ekim 2006 Salı

Ramazan Ayı'nı karşılarken

Ramazan ayı, Kur’an-ı Kerim’in indirildiği “bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi”nin içinde bulunduğu, yeryüzündeki tüm Müslümanların birlik halinde Allah’ın rızasını kazanmaya çalıştıkları, ibadet ve maneviyatla geçen mübarek bir aydır. Bu kutlu ayın, İslam alemine ve tüm insanlığa hayır ve bereket getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum.

Bir Ramazan’a daha İslam alemi karışıklıklar içerisinde girmektedir. Ancak İslam dünyası bu kadar karışık bir dönemi sadece birkaç nesildir görmektedir. Şu an sıkıntı, yokluk ve savaşların sürdüğü topraklarda Müslümanlar yüzyıllar boyunca huzur, güvenlik ve refah içerisinde yaşadılar. İslam dininin hakim olduğu Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlar, Ramazan Ayı’nı nesiller boyunca güven içinde karşılamışlardır. Bugün bir çok ülkede baskı altında tutulan mazlum Müslüman kadın, erkek, yaşlı ve çocuklar tekrar bu dönemin kapanıp, İslam tarihinin o adalet, huzur ve barış dolu günlerine dönmek için dua etmektedirler. Bu dönem de Allah’ın izni ile çok yakındır. Bu Ramazan’da yine, tüm Müslümanlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, seher vaktinden akşam vaktine kadar oruç ibadetlerini yerine getireceklerdir. Çünkü oruç Rabbimizin farz kıldığı bir ibadettir.

Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız. (Bakara Suresi, 183)

Ayette de bildirildiği gibi oruç tutmanın getirdiği hayırlardan bir tanesi Müslümanın sakınmasıdır. Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaçlamış bir insan, O’nun rızasını kaybedecek tüm düşünce ve davranışlardan sakınmalıdır. Ramazan ayı boyunca da Müslümanın bu konuda dikkati son derece açıktır. Bu dönemi nefsini terbiye edebileceği, bir ay içerisinde süratlice eğitebileceği ve eskisine göre çok daha güçlü bir imana sahip olabileceği bir dönem olarak görür. Tüm Müslümanlar nefislerini arındırmış, imanlarını ve Allah korkularını kuvvetlendirmiş olarak bu ayı tamamlarlar. Ancak Ramazan Ayı’nda edinilen bu güçlü maneviyatın muhafazasına çok önem verilmelidir. İman etmek ve imanın artması, Allah’ın verdiği en büyük nimetlerden biridir. Müslüman bir kişi bunun kıymetini bilip, bu derinliği korumak için tüm çabasını göstermeli, nefsinin ve şeytanının, kendisini Allah’tan uzaklaştıracak oyunlarına kapılmamalıdır.

Ramazan ayı İslam tarihi boyunca, Müslümanların aç, fakir ve kimsesiz insanlara yardım elini uzatma dönemi olarak benimsenmiştir. Bu mübarek ay vesilesiyle çok özen gösterilen merhamet, fedakarlık, kardeşlik, affedicilik gibi mümin özellikleri, her zaman yaşanmalıdır.

Oruç tutan kişinin sofrasındaki her rızkı Allah yaratmaktadır. İnsan, tek bir tohumu veya tek bir su damlasını bile yaratmaya muktedir değildir. İnsan Allah’a muhtaçtır, aciz bir kuldur. Üzerine yükletilen sorumluluk ise Allah’ın yarattığı tüm bu nimetlere şükretmektir. İnsan, Ramazan ayının şükretme konusunda getirdiği şuur açıklığını da, yine tüm yaşamı boyunca korumalıdır. Çünkü insan, Allah’ın verdiği nimetleri saymaya kalkışacak olsa, ayette bildirildiği gibi “onu bir genelleme yaparak bile” (Nahl Suresi, 18) sayamaz.

İman eden bir kişinin, ömrünün her yılının sadece bir ayında Allah’ı razı edecek tavırlarda bulunup geri kalan on bir ayında bu düşünceden uzaklaşması düşünülemez. Kur’an ahlakına, geçirilen bu bir ayın sonunda daha da yaklaşılmalı ve bütün ömür, kazanılan bu kalp hassasiyetini daha da artırarak yaşanmalıdır. Yine Ramazan ayı vesilesi ile Allah’ın Müslümanlar üzerine indirdiği kardeşlik ve birlik duygusunu kesintiye uğratmadan sürdürmek gerekmektedir. Allah Saff Suresi’nde bildirdiği gibi “... Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlanarak mücadele edenleri” (Saff Suresi, 4) sever. Böyle bir birlik arayışına göre hareket etmek Müslümanların fıtratına da uygun olandır.

26 Eylül 2006 Salı

Yüzeysellikten çıkıp gerçek imana yönelmek

Hayatının akışını değiştirecek derecede önemli bir sınava giren on kişi düşünün… Bu kişilerden birkaç tanesi sınavın önemini kavrayarak zamanlarının çok büyük bir bölümünü çalışmakla geçirmiş, dikkatlerini bu konuda yoğunlaştırmış ve iyi bir hazırlık yapmış olsunlar. Geri kalanlar ise çalışmaktan ziyade gereksiz işlerle meşgul olmuş hatta ciddiyetinin dahi farkına varmadan imtihana katılmış olsunlar. Sınav sonuçları açıklandığında çok büyük bir ihtimalle ciddiyetle çalışan kişilerin dışında olumlu cevap alan olamayacaktır. Bu da zaten beklenen, umut edilen bir sonuçtur. Fakat sınava giren bazı kişiler çalışmadıkları ve dikkat harcamadıkları halde yine de iyi bir puan alabileceklerini düşünmüşlerdir.

Bu örnekten de açıkça anlaşılacağı gibi, bazı insanlar kimi zaman olayların ciddiyetini kavramadıkları halde iyi bir sonuç alabileceklerini umabilmektedirler. Ama bu kişiler her zaman hayal kırıklığına uğrayacaklardır.

Aynı şey insanın en büyük imtihanı olan dünya hayatı için de geçerlidir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Bu dünya tüm yaratılmışların gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan hikmetle yapılmış bir misafirhanedir.” Eğer insan kendisine verilmiş olan yaşam süresinde Allah’a karşı sorumlu olduğunun şuuruna varmadan yaşarsa ahirette de iyi bir sonuç ile karşılaşması beklenemez. (Sözler, 77)

Elbette ki tüm hayatını yalnızca Allah’ın kendisinden razı olmasına adamış, asıl amacı sadece sonsuz cennet hayatına kavuşmak olan bir insan ile iman ettiğini söyleyen fakat bundan başka hiçbir mümin özelliğini taşımayan bir insanın karşılaşacakları sonlar farklı olacaktır.

Buna rağmen pek çok insan ahiretteki yaşamını düşünmeden, Allah’tan korkmadan, dinden uzak bir hayat sürmektedir; kendisine sorulduğunda ise “iman ettiğini” söyleyebilmektedir.

İnsanı bu konuda yanıltan bazı sebepler olabilir. Örneğin bir kişi “etrafımdaki insanların büyük çoğunluğu aynı şekilde hareket ediyor. Benim farkım ne?’ ya da ‘Nasılsa Allah affeder’ veya ‘Yanlışlar yapsam da benim kalbim temiz” gibi mantıkların ahirette kendisini kurtaracak çeşitli açıklamalar olduğuna kendisini inandırabilir. Buna karşın Kuran’da haber verildiği üzere, gerekçesi ne olursa olsun insan yaptığı her tavırdan sorumludur.

Eğer insan Allah’a karşı sorumlu olduğunu unutarak yaşamına devam eder ve bunun öneminin farkına varmazsa gaflet içinde yaşıyor demektir. Bu tehlike tüm insanlık için geçerlidir. Çünkü şeytan insanları saptırmak için çok çeşitli yollar denemektedir. Dinsiz bir kişiyi saptırırken çok farklı yöntemler kullanırken, Allah’a inandığını söyleyen bir insan için ise bambaşka yollar kullanabilmektedir. Böylece insanları Allah’tan ve dinden uzak yaşatarak hedefine ulaşabilmektedir. Önemli olan ise insanın bu gerçeğin farkına vararak gerçek dindar olmaya ve Allah’ın rızasını kazanmak için yaşamını düzenlemeye karar vermesidir. Bunun için de insanın içinde bulunduğu durumun farkına varması gerekir. Bunun için öncelikle her insan için tehlike olan yüzeysellikten çıkmak gerekir.

İnsanlar, Allah’ı Kuran’daki sıfatlarıyla ve özellikleriyle düşünmedikleri için son derece yüzeysel bir bakış açısına sahip olabilirler. Bunun bir sonucu olarak da Allah’ın kullarından istediği ahlaktan uzak bir hayat yaşarlar. Bu insanlar sadece kendi isteklerine ve hedeflerine önem verirler. Bu yüzeysel anlayış insanları Allah’ın varlığını bildikleri ve kabul ettikleri halde adeta bir dinsiz gibi yaşamaya götürmektedir.

Oysa dünya hayatı, Bediüzzaman’ın “hayat zannetiğin halat, yalnızca bulnuduğun dakikadır” sözleriyle dikkat çektiği gibi çok kısadır. İnsanın hızla içinde bulunduğu gafletten kurtulması ve dini samimi olarak yaşamaya karar vermesi gerekir. Bu konuda güçlü ve kalıcı bir dönüş yapabilmek için ise Allah korkusu gerekir. Eğer insan Allah’tan korkmaz, kendini çeşitli bahanelerle kandırarak dinin sadece bir kısmını yaşamaya çalışırsa o zaman ortaya Kuran’daki salih mümin modelinden tamamen uzak bir yapı çıkar. Allah Kuran’da böyle bir anlayışı “bir ucundan dini yaşayanlar” olarak adlandırmaktadır:

İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir…. (Hac Suresi, 11)

19 Eylül 2006 Salı

Sonsuz güç sahibi olan Rabbimiz

Allah kainatı, içinde galaksileri, yıldızları, sistemleri, gezegenleri yaratmış olandır. Tüm bunları insanın aklının kavrayamayacağı kadar hassas yörüngeler içerisinde her an kudretiyle ayakta tutmaktadır. O dilediği için bu düzen bozulmaz. Ancak tüm bunları en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğar ve ölürler. Ölümlerle birlikte sürekli yeni doğumların olması insanlarda ülfet oluşturuyor ve her varlığın sayılı günü kaldığını unutuyor olabilirler. Oysa Allah evveldir, ahirdir yani başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra baki kalacak olan da O’dur. Ayet-i Kerime’de şöyle bildirilmektedir:

(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur;

Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi 26-27)

Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm özelliklerden münezzehtir. Tüm mülk O’nundur. İnsan yüzünü nereye çevirirse Rabbimizin mülküne bakar. Cenab-ı Allah kendi mülkünden insanları yararlandırır, sahip oldukları herşeyi onlara verir. İhtiyaç içerisinde olanın ihtiyacına karşılık verir. Kendinin kazandığını, kendinin güç sahibi olduğunu zanneden kişi çok büyük bir yanılgıdadır. Çünkü insan tek bir tohumu bile yaratmaya muktedir değildir. Acizliklerle kuşanmış durumdadır. Kendisine ulaşacak sıkıntılı bir olayı üzerinden kaldıramaz. Depremler, seller, kasırgalar karşısında ne kadar savunmasız olduğunu anlar. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle bildirilmiştir:

De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: “Andolsun bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.” De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.” (Enam Suresi, 63-64)

İnsan kendi aklının sınırları dahilinde Allah’ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu görebilir, anlayabilir. Kainatta tecelli eden sonsuz güç karşısında kendi güçsüzlüğünü düşündüğünde hemen herşeyi yaratan Allah’ın azametini hissedecektir.

Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gök gürültüsü ve Allah’a boyun eğmiş milyarlarca canlı. Bunlar Allah’ın büyüklüğünün açık delillerindendir.

İnsan kendi bedenine hatta hücrelerine dahi güç yetiremeyen bir varlıktır. Hücreler Allah’ın dilemesiyle sağlıklı olarak görevlerini yerine getirir ve çoğalırlar. Hücrelerin yapısının bozularak çoğalması insanda kanser hastalığına neden olur. İşte bedenindeki hücrelerinde nasıl bir yapının bulunduğundan, içerisindeki organellerin görevinden bihaber olan insan nasıl olur da kendi kendisinin sahibi, efendisi olduğunu iddia edebilir. Eğer güç yetirebiliyorsa işlevini yitiren bir organına tekrar hayat verebilir mi? Veya çıkmakta olan canını geri çevirebilir mi?

Yaratılmış olan tüm varlıklar ancak Allah’ın emriyle düşünmekte, karar vermekte, hareket edebilmekte ve yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Her canlı O’nun eseridir ve hayatta kalması dünya şartlarına bağlı değil yalnızca Allah’ın can vermesine bağlıdır. Canının sahibi olan Rabbimize karşı insanın sorumluluğu öğüt alıp düşünmek ve kul olmaktır. Allah, kullarına bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)

12 Eylül 2006 Salı

Tüm insanlar için büyük bir tehlike gaflet hali

Gaflet hali, kişinin, Allah’ın ve ahiretin varlığından habersiz olması ya da haberi olduğu halde bu bilginin gerektirdiği bilinç ve sorumluluğu, davranış şeklini göstermeyerek, kayıtsız ve umursuz bir tutum içinde bulunmasıdır. Gaflet hali kimi zaman iman eden bir kimse için kısa süreli, geçici bir unutkanlık ya da dalgınlık şeklinde olabildiği gibi kimi zaman da Allah’a iman etmeyen ya da O’na ortak koşanlarda olduğu gibi tüm yaşamlarını ve yaşamlarının her ayrıntısını kaplayacak derecede derin olabilir.

Dünya üzerinde pek çok insan, yaratılış amacını düşünmeden, nefsinin arzularıyla oyalanıp boş ve yararsız işlerle uğraşarak şuursuzca yaşamını sürdürür. “Gününü gün etme” mantığıyla, sadece dünyadaki nimetlerin en iyisine ve en fazlasına sahip olmayı hedefler. Onun için önemli olan, “dünyaya bir daha mı geleceğiz” düşüncesiyle bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmektir. Bu yüzden de yaşadığı zaman dilimine sadece, kendince en fazla zevki ve eğlenceyi sığdırmaya çalışır. Öleceğini bilir, ancak öldükten sonra hesaba çekileceğini düşünmez.

Gaflet içindeki insanların çoğu Allah’ın varlığını bilir, ancak O’na kesin bir bilgiyle iman etmez, teslim olmazlar. Bu nedenle de hayatlarındaki her zorlu ve sıkıntılı olayda, tevekkülsüzlüklerinden dolayı derin bir acı ve üzüntü duyarlar. En küçük sıkıntıların bile, hayatlarını alt üst etmeye yettiği bu kimseler toplumda karamsar, mutsuz ve bunalım içindeki insan tiplerini oluştururlar.

Oldukça boş ve yararsız işlerle geçirdikleri uzun zamanları “yoğunluk”, “meşguliyet” olarak nitelendirirler. Bu “boş yoğunlukları” nedeniyle de kendilerini önemli ve yeterli hissederler. Oysa bu yoğunluk, gaflet içindeki insanın şuursuzluğunu körükleyen boş bir oyalanmadan başka bir şey değildir. İnkar edenlerin boş oyalanmaları ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:

O inkâr edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)

Gaflet, Allah’ı ve ahiret gününü unutmuş insanları çepeçevre sarmış sinsi bir hastalık gibidir. Bu, insanın zihnini uyuşturan, aklını örten bir hastalıktır. Bu uyuşukluk ve şuursuzluk içinde insan kendisini kuşatan ve bekleyen gerçeklerin farkına varamaz. Bu nedenle gaflet halindeki insanlar görebilme, duyabilme gibi duyulara sahip olmalarına rağmen, gördüklerini ve duyduklarını değerlendirme, muhakeme etme yeteneğini kaybetmişlerdir. Çünkü kendilerini saran gaflet akıllarını örtmüştür. Gaflet içindeki insanlar tüm zamanlarını nefislerinin sınırsız isteklerini tatmin etmek için sarf ederler, başka bir şey düşünmezler. İstek ve tutkularını, tüm benliklerini adadıkları birer ilah edinmişlerdir. Onların durumu Kur’an’da şöyle bildirilir:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 43-44)

5 Eylül 2006 Salı

Sahte Dünyanın Sahte Sevgisi

Allah, pek çok duygu gibi insanların kalplerine sevgi hissini de yerleştirmiştir. İnsanın yapması gereken, bu özelliğini Allah’ın Kur’an’da verdiği öğütler doğrultusunda en doğru şekilde yönlendirmesidir. Müminler Kur’an’ı rehber edindikleri için sevgilerini; kendilerini ve sahip oldukları tüm nimetleri yaratan Rabbimiz’e, ve O’nun rızasını hedefleyen müminlere yöneltirler.

Dünya hayatının süsüne kapılanlar ise Allah’ın kendilerine imtihan için verdiği nimetlere tutkulu bir sevgi ile bağlanırlar; örneğin insanları “Allah’ı sever gibi severler”. Allah, Kuran’da inkar edenlerin bu çarpık sevgi anlayışını şöyle bildirmektedir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)

İnkar edenlerin bu çarpık sevgi anlayışlarını yönlendirdikleri konulardan biri de dünya malıdır. Mala olan sevgilerinin şiddetiyle bu geçici metaya hırsla bağlanmış, nefislerinin cimri ve bencil tutkularına yenik düşmüşlerdir. Kur’an’da inkar edenlerin bu tavırları şöyle bildirilmiştir:

Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır. (Adiyat Suresi, 8)

Oysa Allah Kur’an ayetleriyle insanlara malın yalnızca dünya hayatına ait bir deneme konusu olduğunu bildirmiş ve bu tutkuya karşı insanları uyarmıştır:

Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafat vardır. (Enfal Suresi, 28)

Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun Suresi, 9)

Bu gerçeklerden haberdar olan müminler mal sevgisine kapılmazlar. Sahip oldukları nimetleri kendilerine lütfedenin Rabbimiz olduğunu bildikleri için, bu onların Allah’a şükretmelerine vesile olur. Kendilerine verilen maddi imkanları Allah’ın rızasını kazanabilecekleri hayırlı işler için kullanır, daha fazlasına sahip olmayı da hayırlarda kullanabilmek için isterler. Kendisine çok büyük hazineler verilen Hz. Süleyman, bu nimetleri hangi amaçla istediğini şöyle dile getirmiştir:

O da demişti ki: “Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.” ... (Sad Suresi, 32)

29 Ağustos 2006 Salı

Cennet ehlini düşün

İmam Gazali tefekkürlerinde cennet ve cehennem arasında, azap ve nimet bakımından ne kadar keskin farklılıklar olduğuna değinerek insanları bu yönde akılcı bir şekilde düşünmeye davet etmiştir:

Bil ki, gamlar ve kederlerin (ki bunlar bir ateştir) bildiğin cehennem evinin karşılığında bir başka ev vardır. (O da cennettir) Onun nimetlerini ve vereceği sevinçlerini düşün. Çünkü, bu ikisinin birinden uzak olan hiç şüphesiz diğerinde karar bulur. Cehennemin korkunçluklarını uzun uzun düşünüp kalbine yerleştir. Cennet ehline va’dedilmiş olan ebedi nimetleri de uzun uzun düşünerek kalbine bir ümid yerleştir. Nefsini korku kırbacıyla sevk edip, ümit yuları ile onu sırat-ı müstakime (doğru yola) götür. Bu suretle büyük bir varlığa nail olur, elem verici azaptan kurtulursun. Cennet ehlini düşün, ki yüzlerinde cennet nimetlerinin güzelliği vardır. (İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, sf.534)

Canlarının istediklerini bularak orada ebedi kalıcıdırlar. Onlar cennette ne korkarlar ve ne de mahzun olurlar. Onlar ölüm endişesinden emindirler. (İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, sf.535)

Görüldüğü gibi, ahiret için insanın karşısında iki seçenek vardır: Ya sonsuza kadar yalnızca şiddetli ve tarifsiz bir azabın olduğu cehennemi ya da en büyük mutlulukların ve güzelliklerin yaşandığı cenneti tercih edecektir. Bu seçimin sonucu, akıl sahibi tüm insanlar için elbette “sonsuz nimetlerle dolu mutluluk mekanı olan cennet” olacaktır. Çünkü hiç kimse sonsuza dek Allah’ın dilemesi dışında hiçbir kurtuluş imkanının bulunmadığı, maddi manevi her türlü güzelliğin yasaklandığı bir yerde ateş azabı, acı ve pişmanlık içerisinde yaşamak istemez. Elbette ki sonsuza kadar sürecek yaşamını hiçbir zorluğun, sıkıntının, kötülüğün, eksikliğin yaratılmadığı; yalnızca nimet ve güzelliklerden oluşan bir yerde, sevdiği insanlarla birlikte mutluluk içinde geçirmeyi arzu eder.

Ahiret hayatı Rabbimiz’in bildirdiği kesin bir gerçektir. Ahiretteki şiddetli azaptan kurtulup güzel bir son ile karşılaşmak için, insanın bu gerçeğin açık bir şekilde şuuruna varması gerekmektedir. Dünya hayatında kendisine tanınan süreyi Allah’ın rızasını kazanacak salih amellerde bulunarak ve O’nun beğendiği ahlakı kazanmaya çalışarak geçirmelidir.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, insan hayatının sonuna kadar yaptıklarıyla da yetinmemelidir. Çünkü hiç kimse yapmış olduklarının kendisini kurtuluşa erdirebileceğinden emin olamaz. Bu bakımdan hem cennete girebileceğini umarak sevinmeli, hem de cehennem azabından korkarak hayırdan yana harcadığı çabasını artırmalıdır. Allah’ın “Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır.” (Kehf Suresi, 46) ayetiyle bildirdiği gibi, sürekli olan bir çabanın Allah’ın rahmetini kazanmaya daha yakın olduğunu bilerek ömrünün sonuna kadar salih davranışlarda bulunmaya devam etmelidir. Hz. İbrahim’in Kur’an’da “Beni nimetlerle-donatılmış cennetin mirasçılarından kıl.” (Şuara Suresi, 85) sözleriyle bildirilen duasında olduğu gibi, Allah’ın kendisini cennetiyle lütuflandırması için dua etmelidir.

22 Ağustos 2006 Salı

Ahirette inkarcılar için acı inananlar için mutluluk yaratılmıştır

İnananların istek duydukları herşey ahirette en fazlasıyla yaratılmıştır. Cennet hayatında, nimet olarak sınırsız bir bolluk ve güzellik olacaktır. Aynı zamanda inananlar cennette manevi yönden de büyük bir haz yaşayacak, mutluluk, sevgi, neşe, huzur, güven gibi duyguları da dünya hayatındakilere kıyasla çok daha güçlü şekilde hissedeceklerdir. İnkarcılar içinse cehennem hayatındaki acılar ve azaplar en belirgin ve hissedilir şekilde yaşanacaktır. Allah Kur’an’da inkarcıları acı bir azapla, iman edenleri ise nimetlerle dolu cennetlerle müjdelediğini bildirmiştir:

Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver. (Lokman Suresi, 7)

Rableri onlara Katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. (Tevbe Suresi, 21)

Ahirette inkar edenlerin cehennemde yaşayacakları acı bu dünyadakilerle kıyaslanmayacak kadar fazla olacaktır. İnkarcılar, daha önce hiç yaşamadıkları ve tahmin edemedikleri kadar şiddetli bir azap ile cezalandırılacaklardır. Cehennemdeki ateşin şiddetini açıklamak için Kur’an’da birçok ayette “çılgınca yanan ateş” ifadesi kullanılmıştır. Başka ayetlerde ise ateşin şiddeti şöyle bildirilmektedir:

Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir: Başın derisini kavurup-soyar. (Mearic Suresi, 15-16)

Cehennemdeki bu şiddetli azabın aksine, cennet halkına, çok mutlu ve huzurlu bir ortam hazırlanmıştır. Allah, cenneti iman eden kulları için en güzel ve en kusursuz şekilde yaratmıştır. Ayrıca orada iman edenler için Allah’tan olan bir hoşnutluk vardır. Allah onlardan razı olmuş ve onları ebedi bir mutlulukla mükafatlandırmıştır. Kur’an’da Allah’ın hoşnutluğunun en büyük karşılık olduğu şöyle bildirilmektedir:

Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)

Cennet ile cehennem halkı arasındaki farkı Allah bir ayette şöyle bildirmiştir:

Takva sahiplerine vadedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orada onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını ‘parça parça koparan’ kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)

15 Ağustos 2006 Salı

Ahiret hayatı Rabbimiz’in bildirdiği kesin bir gerçektir

İmam Gazali tefekkürlerinde cennet ve cehennem arasında, azap ve nimet bakımından ne kadar keskin farklılıklar olduğuna değinerek insanları bu yönde akılcı bir şekilde düşünmeye davet etmiştir:

Bil ki, gamlar ve kederlerin (ki bunlar bir ateştir) bildiğin cehennem evinin karşılığında bir başka ev vardır. (O da cennettir) Onun nimetlerini ve vereceği sevinçlerini düşün. Çünkü, bu ikisinin birinden uzak olan hiç şüphesiz diğerinde karar bulur. Cehennemin korkunçluklarını uzun uzun düşünüp kalbine yerleştir. Cennet ehline va’dedilmiş olan ebedi nimetleri de uzun uzun düşünerek kalbine bir ümid yerleştir. Nefsini korku kırbacıyla sevk edip, ümit yuları ile onu sırat-ı müstakime (doğru yola) götür. Bu suretle büyük bir varlığa nail olur, elem verici azaptan kurtulursun. Cennet ehlini düşün, ki yüzlerinde cennet nimetlerinin güzelliği vardır. (İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, sf.534)

Canlarının istediklerini bularak orada ebedi kalıcıdırlar. Onlar cennette ne korkarlar ve ne de mahzun olurlar. Onlar ölüm endişesinden emindirler. (İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, sf.535)

Görüldüğü gibi, ahiret için insanın karşısında iki seçenek vardır: Ya sonsuza kadar yalnızca şiddetli ve tarifsiz bir azabın olduğu cehennemi ya da en büyük mutlulukların ve güzelliklerin yaşandığı cenneti tercih edecektir. Bu seçimin sonucu, akıl sahibi tüm insanlar için elbette “sonsuz nimetlerle dolu mutluluk mekanı olan cennet” olacaktır. Çünkü hiç kimse sonsuza dek Allah’ın dilemesi dışında hiçbir kurtuluş imkanının bulunmadığı, maddi manevi her türlü güzelliğin yasaklandığı bir yerde ateş azabı, acı ve pişmanlık içerisinde yaşamak istemez. Elbette ki sonsuza kadar sürecek yaşamını hiçbir zorluğun, sıkıntının, kötülüğün, eksikliğin yaratılmadığı; yalnızca nimet ve güzelliklerden oluşan bir yerde, sevdiği insanlarla birlikte mutluluk içinde geçirmeyi arzu eder.

Ahiret hayatı Rabbimiz’in bildirdiği kesin bir gerçektir. Ahiretteki şiddetli azaptan kurtulup güzel bir son ile karşılaşmak için, insanın bu gerçeğin açık bir şekilde şuuruna varması gerekmektedir. Dünya hayatında kendisine tanınan süreyi Allah’ın rızasını kazanacak salih amellerde bulunarak ve O’nun beğendiği ahlakı kazanmaya çalışarak geçirmelidir.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, insan hayatının sonuna kadar yaptıklarıyla da yetinmemelidir. Çünkü hiç kimse yapmış olduklarının kendisini kurtuluşa erdirebileceğinden emin olamaz. Bu bakımdan hem cennete girebileceğini umarak sevinmeli, hem de cehennem azabından korkarak hayırdan yana harcadığı çabasını artırmalıdır. Allah’ın “Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır.” (Kehf Suresi, 46) ayetiyle bildirdiği gibi, sürekli olan bir çabanın Allah’ın rahmetini kazanmaya daha yakın olduğunu bilerek ömrünün sonuna kadar salih davranışlarda bulunmaya devam etmelidir. Hz. İbrahim’in Kur’an’da “Beni nimetlerle-donatılmış cennetin mirasçılarından kıl.” (Şuara Suresi, 85) sözleriyle bildirilen duasında olduğu gibi, Allah’ın kendisini cennetiyle lütuflandırması için dua etmelidir.

8 Ağustos 2006 Salı

Ahirette inkarcılar için acı, inananlar için mutluluk yaratılmıştır

İnananların istek duydukları herşey ahirette en fazlasıyla yaratılmıştır. Cennet hayatında, nimet olarak sınırsız bir bolluk ve güzellik olacaktır. Aynı zamanda inananlar cennette manevi yönden de büyük bir haz yaşayacak, mutluluk, sevgi, neşe, huzur, güven gibi duyguları da dünya hayatındakilere kıyasla çok daha güçlü şekilde hissedeceklerdir. İnkarcılar içinse cehennem hayatındaki acılar ve azaplar en belirgin ve hissedilir şekilde yaşanacaktır. Allah Kur’an’da inkarcıları acı bir azapla, iman edenleri ise nimetlerle dolu cennetlerle müjdelediğini bildirmiştir:

Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver. (Lokman Suresi, 7)

Rableri onlara Katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. (Tevbe Suresi, 21)

Ahirette inkar edenlerin cehennemde yaşayacakları acı bu dünyadakilerle kıyaslanmayacak kadar fazla olacaktır. İnkarcılar, daha önce hiç yaşamadıkları ve tahmin edemedikleri kadar şiddetli bir azap ile cezalandırılacaklardır. Cehennemdeki ateşin şiddetini açıklamak için Kur’an’da birçok ayette “çılgınca yanan ateş” ifadesi kullanılmıştır. Başka ayetlerde ise ateşin şiddeti şöyle bildirilmektedir:

Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir: Başın derisini kavurup-soyar. (Mearic Suresi, 15-16)

Cehennemdeki bu şiddetli azabın aksine, cennet halkına, çok mutlu ve huzurlu bir ortam hazırlanmıştır. Allah, cenneti iman eden kulları için en güzel ve en kusursuz şekilde yaratmıştır. Ayrıca orada iman edenler için Allah’tan olan bir hoşnutluk vardır. Allah onlardan razı olmuş ve onları ebedi bir mutlulukla mükafatlandırmıştır. Kur’an’da Allah’ın hoşnutluğunun en büyük karşılık olduğu şöyle bildirilmektedir:

Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)

Cennet ile cehennem halkı arasındaki farkı Allah bir ayette şöyle bildirmiştir:

Takva sahiplerine vadedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orada onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını ‘parça parça koparan’ kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)

1 Ağustos 2006 Salı

Sahte dünyaya aldananlar sürekli sıkıntılıdırlar

İnsanların yaşamları boyunca karşılaştıkları her olay, duydukları her söz, gördükleri her görüntü ancak Allah’ın izniyle yaratılır. Bu gerçeği bilmek ve bunun rahatlığını yaşamak, imanın getirdiği güzelliklerden biridir. Allah’ın kainattaki tüm varlıklar üzerindeki hakimiyetini, Rabbimiz’in kendisi için daima en doğru, en güzel ve en hayırlı olanı yaratacağını bilen kişiler tevekküllü ve teslimiyetli bir tavır içerisinde olurlar. Bundan dolayı her zaman rahat ve huzurludurlar. Allah’ın herşeyi belirli bir kader doğrultusunda hayır ve hikmet üzerine yarattığını bilir, her işlerinde bunun verdiği güvenle hareket ederler. İman edenlerin bu teslimiyetleri bir ayette şöyle bildirilmiştir:

De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamız’dır. Ve müminler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe Suresi, 51)

Herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilen mümin, başına ne gelirse gelsin; herhangi bir sıkıntı, zorluk ve darlık karşısında hiçbir şekilde ümitsizliğe düşmez. Her zaman olayların hayırlı yönlerini görmeye çalışır. İnsanın tüm hayatı boyunca yaşayacağı, düşüneceği, söyleyeceği herşey, daha henüz o doğmadan Allah Katında en küçük detayına kadar bellidir. İnsan kendisi için belirlenen bu olaylarla zamanı geldikçe karşılaşır ve onları yaşar. Kaderde herşeyin hayırla sonuçlanacak şekilde yaratıldığını bildiğinden her zaman tevekküllü olur; kendisini rahat ve güvenli hisseder. Allah Kur’an’da şöyle bildirmiştir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.

Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23)

Bu gerçekleri kavrayamayanlar ise, yaşadıkları geçici dünyanın metaına aldanarak kendilerine zulmederler. Olayların Allah’tan bağımsız olarak gerçekleştiği yanılgısına kapıldıkları için bunlara müdahale edebilmenin yollarını ararlar. Olayların zahiren ters gidiyor gibi görünmesi, aleyhlerine gelişmesi, bu kimseler için içinden çıkılmaz bir üzüntü ve huzursuzluk kaynağıdır. Bu yanlış inançlarından dolayı sürekli stres içindedirler; en küçük bir olayda uykuları kaçar, sinirleri yıpranır, bedensel ve ruhsal olarak zarar görürler. İçlerindeki bu sıkıntılardan kurtulabilmek için çeşitli yöntemlere başvururlar; kimi zaman bir eğlenceye katılarak, kimi zaman da hiç düşünmeyerek rahatlamaya çalışırlar. Oysa bu yaptıklarının kalplerine gerçek huzur ve mutluluğu vermesi hiçbir şekilde mümkün değildir.

25 Temmuz 2006 Salı

Sahte Dünyanın Sahte Dostlukları - 2

Bu anlayışla hareket eden kimseler son derece güvensiz ve samimiyetsiz bir ortam içerisinde yaşadıklarının ve gerçek anlamda kimseyle dost olamadıklarının farkındadırlar. Ancak çözümü Allah’ın kendileri için seçip beğendiği Kur’an ahlakını yaşamakta aramadıkları için, bu durumdan kurtulamazlar. Doğru yola yönelmeyen bu insanların ahirette de hiçbir dostları olmayacaktır. Dünyada yaşadıkları huzursuz, samimiyetsiz, güvensiz ortam ahirette çok daha fazlasıyla karşılarına çıkacaktır. Dünya hayatında şeytanı dost edinenlerin ahiretteki konumunu Rabbimiz şöyle bildirmiştir:

“Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur.” (Hakka Suresi, 35)

Artık onlar ve azgınlar onun içine dökülüverilmiştir.

Ve İblis’in bütün orduları da.

Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki:

“Andolsun Allah’a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz,”

“Çünkü sizi (yalancı olanları) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk.

“Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptıran olmadı.”

“Artık bizim için ne bir şefaatçi var,”

“Ne de candan-yakın bir dost.” (Şuara Suresi, 94-101)

İman edenlerin birbirleriyle olan dostlukları ise çok sağlam ve süreklidir. Çünkü müminleri biraraya getiren, onları birbirleriyle dost kılan, Allah’a olan samimi imanları ve Allah korkularıdır. Rabbimiz’in bir ayette “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (Al-i İmran Suresi, 103) sözleriyle bildirdiği gibi, iman edenler birbirlerinin kardeşleridir. Bundan dolayı aralarındaki imana dayalı gerçek dostluk, Allah’ın izniyle hem dünyada hem de ahiret hayatında sonsuza kadar devam eder.

Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi, 69)

18 Temmuz 2006 Salı

Sahte Dünyanın Sahte Dostlukları

Allah Kur’an’ın “Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur.” (Zuhruf Suresi, 36) ayetiyle, Allah’ın dininden yüz çeviren insanların şeytanın dostu haline geldiklerini bildirmektedir. Bir başka ayette ise bu gerçek “Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” (Araf Suresi, 27) sözleriyle haber verilmiştir. Şeytan, dost edindiği kimseleri etkisi altına almakta ve onları kendi çirkin ahlakı doğrultusunda yönlendirmektedir.

Allah’ın rızası ve hoşnutluğu yerine şeytanın dostluğunu kazanan kimseler, Allah’ın insanlar için yarattığı pek çok nimetten mahrum kalırlar. Bu nimet kayıplarından biri hiç kimseyle gerçek anlamda dost olamamalarıdır. Dostluk, Kendisi’ni dost edinenlere Rabbimiz’in verdiği bir nimettir. Kur’an’da “Sizin dostunuz (Veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren müminlerdir.” (Maide Suresi, 55) ayetiyle haber verildiği gibi, Allah bu kimselere salih müminlerin dostluğunu nasip eder.

Şeytanın dostluğu ise, insanı daima yalnız bırakır. Çünkü, şeytan dost edindiği kimselere yalanı, fıskı, isyanı, kötülüğü, inkarı, kini ve nefreti hoş gösterir. Şeytanın etkisindeki bir kimse, çevresindekilere karşı böyle bir ahlak anlayışı ile yaklaşır. Genellikle öncelikli olarak kendi menfaatlerini göz önünde bulundurarak hareket eder; daima kendisini düşünür; en iyi arkadaşı daima kendisidir. Bu nedenle söz konusu kişilerin Kur’an’da kastedilen manada gerçek ve kalıcı dostluklar kurmaları mümkün olmaz..

Kur’an ahlakının yaşanmadığı bir toplulukta, insanların yardım isteyebilecekleri, işlerini, mal mülk gibi değerli eşyalarını ya da paralarını emanet edebilecekleri, sır verebilecekleri güvenilir ve candan bir dost bulmaları çok zordur. Dahası bu durumu o kadar kabullenmişlerdir ki, bunu adeta hayatın değişmez bir kuralı olarak görmektedirler.

Böylesine güvensiz bir ortamda insanların rahat ve huzurlu olmaları ise mümkün değildir. Çünkü, kendilerine karşı dost gibi görünen kişiler bile, aslında yalnızca menfaat peşinde olabilmektedirler. Bu nedenle karşılarındaki kişilere olan bakış açıları da dostluktan çok uzaktır. Birbirlerinin işine, arabasına, evine kısaca tüm imkanlarına kıskanarak bakabilir; onlardan üstün konuma gelme hırsına kapılabilirler. Bunun için, en küçük bir fırsatı bile kaçırmadan birbirlerinin eksiklerini bulmaya ve birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışırlar.

27 Haziran 2006 Salı

Müslümanların sohbet ortamları

Müslümanların güzel ahlaklarının en çok tecelli ettiği ortamlardan biri de birarada bulundukları sohbet ortamlarıdır. Daima Allah’ın adının anıldığı, Rabbimiz’in isminin yüceltildiği, Allah rızası için faydalı ve hayırlı işlerin konuşulduğu bu ortamlar, ferahlığı, temizliği, iç açıcılığının yanı sıra Müslümanların güzel tavırlarıyla da dikkat çekicidir. Müslümanların birarada bulundukları ortamlar, sevginin en güzel şekilde tezahür ettiği, nezaketin ve saygının asıl olduğu, iltifatın, gönül alıcılığın ve güzel sözün hakim olduğu ortamlardır.

Müslümanların sohbetleri içten ve samimidir. Yapmacıklık, riya müminlerin sakındıkları kötü davranışlardır. Müminler istişareyle hareket ettiklerinden herkesin sözü ve fikri değerlidir. Müslümanların sohbet ortamları kesinlikle tartışmacı değildir. Çünkü İslam ahlakı, iman edenlerin kendi görüşlerinde ısrarcı olmamalarını, vicdana, adalete ve hayra en uygun olan fikre uymalarını gerektirir. Müminler “benim fikrim kabul edilsin”, “benim düşüncem en doğrusu” gibi kibire ve inatçılığa dayalı ısrarcılıktan uzak dururlar. “... Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf Suresi, 76) ayetiyle de buyurulduğu gibi, bir Müslüman, her zaman için kendisinden daha iyi bilen biri olabileceğini, en isabetli düşünceye kendisinin sahip olduğunu iddia etmenin büyük bir yanlış olduğunu bilir. Kendisi bir konuda bilgi sahibi olsa dahi, karşısındakinin de bir başka konuda derin bilgi sahibi olabileceğini düşünür. Bu nedenle diğer mümin kardeşlerini ilgi ve nezaketle dinler. Öncelikle onların sözlerinden, tecrübesinden birşeyler öğrenmeye çalışır. Müslümanlarn bu güzel ahlakı, Kur’an ayetlerine uymanın bir sonucu ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in ahlakının müminlerdeki bir yansımasıdır.

İmam Gazali, güvenilir hadis kaynaklarına dayanarak Peygamberimiz (sav)’in sohbet ortamlarını şöyle tarif etmiştir:

... Huzurunda oturan herkese mübarek yüzünden nasibini verir, iltifat buyururdu. Bu yüzden huzurundaki herkes onun nezdinde kendisinden daha değerlisi olmadığı düşüncesine kapılırdı. Evet onun oturuşu, dinleyişi, sözleri, güzel latifeleri ve teveccühü hep nezdinde oturanlar içindi. Bununla birlikte onun meclisi haya, tevazu ve emniyet meclisiydi... Kendilerine ikram ve gönüllerini hoş tutmak için sahabelerini künyeleri ile çağırır, künyesi olmayanlara künye bularak onunla hitap ederdi.

Hz. Ali ise bu mübarek sohbet ortamlarını şöyle anlatmaktadır:

(Birlikte) oturduğu kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı muamele ettiği izlenimi vermezdi. İhtiyacını gidermesi için onunla oturan veya onu ayakta tutan kimseye karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terk edip ayrılmazdı.

Kimsenin sözünü kesmez, bitirinceye kadar beklerdi.

Tüm bu bilgiler Müslüman ahlakının ve yaşantısının nasıl olması gerektiğini açıkça göstermektedir. Müslümanlar, tıpkı Peygamberimiz (sav)’in olduğu gibi, sevgileriyle, tevazularıyla, nezaketleriyle, temizlikleriyle, yumuşak huylarıyla, güleryüzleriyle, merhametleriyle, anlayışlı tavırlarıyla, güzel sözleriyle insanlara örnek olmalı, tavırlarıyla Kur’an ahlakını ve sünneti en güzel şekilde yansıtmaya özen göstermelidirler. Bu güzel ahlakı gösterenler, Allah’ın izniyle, pek çok insanın İslam ahlakına ısınmasına sözleriyle ve anlattıklarıyla olduğu kadar davranışlarıyla da vesile olabilirler.

20 Haziran 2006 Salı

Güleryüzlü ve Güzel Sözlü Olmak

Müslümanların sevgilerinin ve tevazularının neticelerinden biri de güleryüzlü ve güzel sözlü insanlar olmalarıdır. Rabbimiz, “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (İsra Suresi, 53) ayetiyle iman edenlerin kullanması gereken üslubu bildirmiştir. Bu ayet, Müslümanların tüm insanlara ve birbirlerine karşı kullandıkları üsluba çok dikkat etmeleri, incitici, iğneleyici, alaycı, sert, kınayıcı söylemlerden şiddetle kaçınmaları gerektiğini gösterir.

Allah’ın iman edenlere emrettiği ahlaka uyanlar, kötülüğe dahi iyilikle cevap verir, Allah rızası için sabreder, hoşgörülü olur, öfkeden, katılıktan ve sertlikten sakınırlar. Üslupları ve tavırlarındaki itidal insanlara güven verir. Hz. Ali, Allah’ın seçkin kıldığı mübarek Peygamberimiz (sav)’in bu konudaki güzel tavrını müminlere şöyle örnek verir:

... İnsanları birbirine sevdirecek, birbirlerine kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem atfederdi; ikram ederdi...

Görüldüğü gibi Peygamberimiz (sav)’in güzel sözü ve hikmetli tavırları insanların birbirlerini sevmelerine, birbirlerine dost olmalarına vesile olmuş, onların kalplerini İslam ahlakına ısındırmıştır. Hz. Muhammed (sav)’in, toplumların liderlerine önem göstererek ve onlara ikramda bulunarak göstermiş olduğu ince nezaket de müminler için önemli bir örnektir. Peygamberimiz (sav)’in torunu Hz. Hasan da, Hz. Muhammed (sav)’in konuşmalarındaki hikmet ve güzelliği müminlere şöyle anlatmıştır:

Mani kelimelerle (az sözle çok mana ifade edecek şekilde) gayet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de eksiklik.

Tüm bunlar müminlerin konuşmalarının nasıl olması gerektiğini gösteren çok değerli bilgilerdir. Müslümanların sözlerinin yanı sıra tavırlarındaki nezaket ve asalet de son derece önemlidir. Koşullar ne olursa olsun güleryüzlü olmak, müminlerin asilliğinin bir göstergesidir. Bu konuda da her zaman olduğu gibi Kur’an ahlakı ve Hz. Muhammed (sav)’in tavrı müminlerin ölçüsüdür. Peygamberimiz (sav)’in hayatına şahit olma şerefine erişmiş olan müminler, kendisinin güleryüzünü, nezaketini, ince düşüncesini ve insaniyetini çok farklı örneklerle ifade etmişlerdir:

Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı adeta onu halka bir baba yapmıştı. Herkes onun katında ve nazarında eşit idi. Allah Resulü, daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi...

Allah Resulü, halkın en çok gülümseyeni ve en neşelisi idi.

Peygamberimiz (sav) ashabına da güler yüzlü olmalarını tavsiye etmiş ve şöyle demiştir:

Sizler insanları mallarınızla memnun edemezsiniz, onları güzel yüz ve güzel huyla hoşnut edersiniz.
Allah Teala kolaylık gösteren ve güler yüzlü kişiyi sever.

13 Haziran 2006 Salı

Hediyeleşin birbirinizi sevin

Rabbimiz, Hz. Muhammed (sav)’in yumuşak ahlakını, “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (Tevbe Suresi, 128) ayetiyle övmüştür. Mübarek Peygamberimiz (sav)’in yoluna uyan ve O’na gönülden itaat edenlerin de diğer müminlere karşı ilgili, düşkün, şefkatli ve esirgeyici olmaları gerekir. Peygamberimiz (sav) ile birlikte yaşama şerefine erişmiş olan müminlerin birbirlerine olan sevgileri, düşkünlükleri ve fedakarlıkları da tüm Müslümanlar için bir örnektir. Allah, Kur’an’da Peygamberimiz (sav)’le hicret eden Müslümanların, Medine’deki müminler tarafından en güzel şekilde karşılanışlarını ve gösterilen fedakarlığı tüm Müslümanlara örnek vermiştir:

“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Haşr Suresi, 9)

Hz. Muhammed (sav)’in iman edenlere öğüdü; “Hediyeleşin, birbirinizi sevin...” hadis-i şerifiyle bildirildiği gibi, Müslümanların birbirlerini sevmeleri ve dost olmalarıdır. Çekişme, ihtilafa düşme, farklılıkları birer ayrılık konusu kılma Müslümanların sakınmaları gereken durumlardır. Müslüman bireyler ve toplumlar arasındaki farklı anlayışlar ve uygulamalar birer kültür zenginliği olarak değerlendirilmelidir. Hz. Muhammed (sav)’in müminlere vasiyet ettiği ahlaka eksiksiz uymak iman edenlerin yükümlülüğüdür. Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

...Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyiniz. Birbirinize buğz (düşmanlık) etmeyiniz. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyiniz ve ey Allah’ın kulları, kardeşler olunuz.

Unutmamak gerekir ki, Allah Kur’an’da müminlere “çekişip birbirlerine düşmemelerini” (Enfal Suresi, 46) emretmekte ve bunun Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Müslümanlar, Rabbimiz’in “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” (Âl-i İmran Suresi, 103) buyruğuna göre birlik ve beraberlik ruhu içinde olmalı, “birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak” (Saff Suresi, 4) yakınlık kurmalıdırlar. Müminlerin dostluk ve kardeşlik duygularından uzaklaşıp birbirlerini veli edinmemeleriyse, Rabbimiz’in bildirdiği gibi yeryüzünde karmaşaya ve kötülüğe sebep olabilecek büyük bir hata olur. Hiçbir Müslümanın bu sorumluluğun vebalini üstlenmek istemeyeceği açıktır. Allah, bu tehlikeyi şöyle bildirmiştir: “İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73)

6 Haziran 2006 Salı

Müslümanın üstün ahlakı

Kur’an ahlakına ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine uyan Müslümanlar çok üstün bir ahlaka sahiptirler. Tavırları, tepkileri, sohbetleri, estetik zevkleri, sanat anlayışları, görgüleriyle diğer insanlara örnektirler. Birarada olunmaktan hoşlanılan, insanlara fayda sağlayan, her zaman güzelliklere vesile olan kişilerdir. En dikkat çeken özellikleriyse sevgi dolu, yumuşak huylu, ılımlı ve mütevazi olmalarıdır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), üstün ahlakı, aklı, feraseti, basireti, tevazusu, sevgisi ve merhametiyle tüm müminlere örnek olmuş, bulunduğu ortamlar en güzel ve hikmetli sohbetlerin olduğu, coşkulu, muhabbetli, temiz, ferah, huzur ve güven veren ortamlar haline gelmiştir. Tüm Müslümanların da bu gerçeğin bilinciyle kendilerini sürekli geliştirmeleri, ahlaklarını daha da güzelleştirmek için gayret etmeleri ve bulundukları her ortamın mübarek Peygamberimiz (sav)’in bulunduğu ortamlar gibi olmasına özen göstermeleri gerekir.

Sevecen, Merhametli ve Ilımlı Olmak


Sevgi, merhamet, anlayış ve tevazu imanın en önemli alametlerindendir. Sevgi tüm insanlar için çok büyük bir nimet, hayatlarını güzelleştiren bir lütuftur. Gerçek sevgiyse derin bir iman ve içli bir Allah korkusuyla yaşanır. Müminler, gördükleri güzel bir manzarayı, rengarenk çiçekleri, çeşit çeşit hayvanları, birbirinden lezzetli meyveleri ve sebzeleri, ihtişamlı bir evi, gösterişli bir arabayı, estetik bir sanat eserini, etkileyici bir müziği Allah’ın tecellileri ve eserleri olarak beğenip severler. Bu nedenle de bu güzellikler karşkskndaki duygulark coşkulu ve içtendir. Sevgileri, Rabbimiz’e şükürlerinin samimi ifadesidir. Allah’ın Kur’an’da bildirdiği, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in hayatıyla Müslümanlara öğrettiği sevgi, müminlerin kalplerini yumuşatır, merhametli ve ılımlı olmalarına vesile olur.

Müminlerin Allah’ın tecellisi olarak görüp en çok sevgilerini yönelttikleri varlıklar ise mümin kardeşleridir. “Mü’minler ancak kardeştirler...” (Hucurat Suresi, 10) ayetiyle Rabbimiz, Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle Müslümanlar arasındaki ilişki, aynı öz kardeşler arasında olduğu gibi, derin sevgiye dayalı, birbirini koruyucu ve kollayıcıdır. Müminler arasındaki kardeşlik, derin sevgi ve bağlılık cennetin de özelliklerinden biridir. Rabbimiz, Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.” (Hicr Suresi, 47)

Müslümanlar birbirlerinin velisi, yardımcısı, gerçek dostlarıdırlar. Her Müslüman, diğer Müslüman kardeşine hürmetle, saygıyla, sevgiyle yaklaşmalı, onun için her türlü fedakarlığı severek yapmalı, vefa göstermelidir. Kardeşlerine merhamet duymalı, hatalarına karşı hoşgörülü olmalı, kusurlarını en güzel şekilde telafi etmeye çalışmalı, kırıcı ve üzücü her türlü tavır ve üsluptan şiddetle kaçınmalıdır. Peygamberimiz (sav)’in, “Merhamet edin, merhamet olunasınız. Af edin, af olunasınız...” hadis-i şerifiyle Müslümanlara bildirdiği ahlakın gereği de budur. (Harun Yahya, İslam Birliğine Çağrı)

30 Mayıs 2006 Salı

Olayları kadere iman gözüyle değerlendirmenin kazandırdıkları

Burada kısaca değindiğimiz olumsuz bakış açısının zararlarından sakınmak için asıl yapılması gereken, samimi müminlerin yaptığı gibi tüm gelişmeleri olumlu olarak değerlendirmek ve kadere teslimiyetin getirdiği lüksü ve huzuru yaşamaktır. Kur’an’da bildirilen bu gerçeği kalbine sindiren bir insanın, sahip olduğu olumlu tutum sonucunda kazanacağı güzelliklerden bazıları şunlardır:

Ümitvar Bir Tutum

“Ümitvar olmak”, şartlar ne olursa olsun, olaylar ne yönde gelişirse gelişsin, Allah’a teslim olmak, üzüntüye ve kaygıya kapılmadan, her gelişmenin müminler için en hayırlı sonuçla biteceğinden kuşku duymamaktır.

İman edenler, kadere tam teslim oldukları için, bir olay planladıkları gibi olmasa da, çok sevdikleri bir şeyi yitirseler de, bunun Allah’ın takdiri olduğunu düşünür ve o olaydaki hayırlı yönleri görürler. İşte Kur’an ahlakının bu özelliği sayesinde, Allah’ın izniyle iman edenler hem dünya hayatında hem de ahirette huzurlu ve güzel bir yaşam sürerler. Ümitvar olmanın önemi bir ayette şöyle bildirilmiştir:

“...Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” (Yusuf Suresi, 87)

Tevekkül

Etrafımızda olan-biten herşey Allah’ın “Ol” demesiyle gerçekleşir. Karşımıza çıkan her görüntü Allah’ın dilemesiyle yaratılır. Hiçbir şey başıboş ve kendi haline bırakılmış değildir.

Herşey Allah’ın belirlediği bir kader üzerine yaratılmıştır.

Bunun bilincinde olan bir mümin, şartlar ne olursa olsun tevekkül eder ve asla olumsuz düşüncelere kapılmaz. Olayların hep güzel yönlerini gören olumlu tutumunu, hayatı boyunca karşılaştığı bütün olaylarda sergiler. Müminlerin bu tevekküllü ahlakları Kur’an’da şöyle bildirilir:

“De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler”.” (Tevbe Suresi, 51)

Sonuç

Allah insanın nefsine hem kötülüğü hem de ondan sakınmanın yollarını ilham etmiştir. (Şems Suresi, 8) İnsan, alacağı tek bir samimi kararla nefsin her türlü kötülüğünden kurtulabilir. Aynı şekilde, olumsuz bakış açısından kurtulmak da bir karara bağlıdır. ‘Elimde değil’ diyerek, ümitsizliğe kapılmak ve olumsuz ruh halini sürdürmek ise, bu tutumunu değiştirmek için gayret sarf etmediği sürece insana hem dünyada hem de ahirette hiçbir şey kazandırmayacaktır.

Bir insanın rahat, neşeli ve huzurlu olabilmesi, ancak kendisini Allah’a teslim etmesiyle ve yalnızca O’na yönelmesiyle mümkündür. Allah’ın razı olacağı umulan tavır, insanın olumsuz gibi görünen olaylarda dahi hüzne ve umutsuzluğa kapılmaması ve her an ümitvar bir ahlak sergilemesidir. Allah Kur’an’da gerçekten iman edenler için korku ve üzüntü olmadığını şöyle haber verir:

“... Bundan sonra size Benden bir hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara Suresi, 38)

23 Mayıs 2006 Salı

Müslüman her zaman olumlu düşünür

Allah’tan korkan ve ahiretin varlığına inanan bir Müslüman, kendini tam anlamıyla Allah’a teslim eden, başına gelen olaylara karşı son derece teslimiyetli olan kişidir. Kur’an’da bildirildiği üzere, insanlar yaratılışları gereği ancak bu şekilde mutlu ve huzurlu bir yaşam sürebilirler.

Çevremizde gördüğümüz bazı insanların gerçek anlamda mutlu olamamaları da yine bu sırra dayanmaktadır. Aslında bu ruh hali sadece bir anlık bir mutsuzluk veya belli olaylar karşısında oluşan bir durum değil, o kişinin hayata olumsuz bakışından kaynaklanan genel bir sonuçtur. Kur’an ahlakına tamamen ters olan bu ruh hali, kişinin kendisiyle birlikte çevresindekilere de içinden çıkılamaz bir sıkıntı verir.

Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda insanların içine düştükleri en büyük yanılgılardan biri, yaşadıkları olaylar karşısında çoğu zaman sakin ve tevekküllü bir tavır sergileyememeleridir. Olumlu ya da olumsuz gibi görünen tüm olayları, Allah’ın mutlaka büyük hayır ve hikmetlerle yarattığını anlayamayan bu kişiler, çevrelerindeki insanları da rahatsız edecek şekilde kuruntu, şüphe ve olumsuzluğun hakim olduğu bir ortam meydana getirirler. Bu tavır çevredeki insanlar tarafından genellikle “hoşnutsuzluk” şeklinde teşhis edilir. Allah’ın insanlar için yoktan var ettiği ve her an da yaratmaya devam ettiği sayısız nimet ve güzelliğe rağmen şeytan, insana özellikle olaylardaki hoşnutsuz olacağı, karamsarlığa kapılacağı yönleri göstermeye çalışır. Örneğin, böyle bir kişi, yaşadığı hayattan, içinde bulunduğu ortam ve şartlardan, çevresindeki insanların tavırlarından, karşılaştığı olaylardan veya buna benzer pek çok konudan sürekli hoşnutsuz ve şikayetçidir.

İnsanları Olumsuz Ruh Haline Sevk Eden Nedenler Nelerdir?

•“Ya şöyle bir şey olursa” veya “bunun sonucunda kesin böyle bir olay olacak” gibi tamamen karamsarlığa dayalı, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair hiçbir bilginin bulunmadığı olayları düşünerek kuruntulara kapılmak,

•Her zaman en kötü ihtimalin gerçekleşeceğini düşünmek,

•Vicdan azabı çektiği olayları kendi kendine tekrarlamak,

•Düşünmeden olumlu olumsuz her şeye karşı çıkmak,

•Sahip olduklarına şükretmeyip hep daha fazlasına tamah etmek ve sahip olamadıklarını düşünerek hoşnutsuzluk duymak,

•Kendisini mutlu olacak hiçbir şey olmadığına inandırmak,

•İnsanlara güzel söz söylemek yerine terslemeyi alışkanlık haline getirmek,

•Bir işe başlamadan önce, o işi zorlaştırabilecek çok fazla olasılık düşünmek ve bunun sonucunda neredeyse bu işi yapmaktan vazgeçme aşamasına gelmek...