29 Ocak 2008 Salı

Yoktan yaratılışı ispata tekrar Nobel ödülü

Evrenin Kuran’ın bildirdiği şekilde, yoktan yaratıldığının delilleri bulunmaya devam ediliyor ve bu gerçeği ortaya koyan bilim adamları Nobel ödülü ile ödüllendiriliyor.

2006 Nobel Fizik Ödülü’ne, evrenin oluşumunda Big Bang patlamasının rolünü araştıran ABD’li bilim adamları John C. Mather ve George F. Smoot layık bulundu. İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi daimi Genel Sekreteri Gunnar Oquist ve Nobel Komitesi Başkanı Per Carlson, Mather ve Smoot'a Big Bang teorisine katkılarından dolayı teşekkür etti.

Mather ve Smoot, 1989’da NASA’nın COBE uydusundan gelen verilere dayanarak yaptıkları ölçümlerde, evrenin doğumundan 380.000 yıl sonraki halini gözlemlemeyi başarmıştı. Evrenin tarihinde bu kadar geriye gidilmesi o zaman için büyük bir aşamaydı.

Mather ve Smoot, COBE uydusunun tespit ettiği kozmik arkaplan ışınımından yararlanarak, evrenin doğumuyla ilişkilendirilen Big Bang patlamasıyla ilgili araştırmalar yaptılar. Işığın maruz kaldığı bükülmeyi inceleyen Mather ve Smoot, galaksilerin oluşumuyla ilgili önemli ipuçlarına ulaşmıştı. Mather ve Smoot, evrenin en erken dönemlerinde 3.000 santigrat derecelik bir ısı topuyken çıkardığı mikrodalga radyasyonunu gözlemlediler. Big Bang Teorisi’ne göre evren, zamanla bugünkü - 273 santigrat derece’ye kadar soğuduğunda yaydığı radyasyon da zayıfladı. Nobel Komitesi’nden yapılan açıklamada Mather ve Smoot’un araştırmalarının evren bilimin bugünkü haline dönüşmesine büyük rol oynadığı belirtildi.

1922 yılında ilk olarak Rus fizikçi Alexandre Friedmann ile evrenin durağan bir yapısı olmadığı keşfedildi ve o zamandan günümüze kadar astronomi alanında çok büyük gelişmeler yaşanmaya başladı. Bu gelişmelerin hepsinin evrenin bir başlangıcı olduğu, yani yokluktan ortaya çıkmış olması pek çok bilim otoritesine yaratılışı kabul ettirdi. Bu otoritelerden biri yakın zamanda artık ateist olmadığını açıklayan Anthony Flew idi. Anthony Flew Büyük Patlama teorisinin ortaya koyduğu gerçek ile ilgili şunları söylemiştir:

İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. (Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos, Bios, Theos. La Salla IL: OpeN Court Publishing, 1992, s. 241)

Her yeni bilimsel araştırma, bilim adamlarının önüne tek bir gerçeği koymaktadır: Madde ve zaman, sonsuz güç sahibi olan, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri kusursuzca var eden bir Yaratıcı, her şeye kadir olan Allah tarafından yaratılmıştır.
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Bilimin keşfinden binlerce yıl önce, evrenin oluşumuna dair gerçek Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği mukaddes kitaplarda bildirilmiştir. Tevrat, İncil ve Kuran gibi İlahi kitapların her birinde, evrenin ve tüm maddenin Allah tarafından yoktan yaratıldığı haber verilmiştir.

Bu İlahi kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegane kitap olan Kuran'da ise, hem evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın biçimi konusunda bilgiler verilmektedir. 14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler 20. yüzyıl biliminin bulgularıyla tamaman paraleldir.

Öncelikle evrenin "yok" iken "var" hale geldiği, Kuran'da şöyle haber verilir:
O (Allah) gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır... (Enam Suresi, 101)

Günümüzden tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kuran'da bildirilen bir başka gerçek de, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğudur:
O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)

Üstteki ayetin Arapça orijinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin "birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen "ratk" kelimesi, Arapça sözlüklerde "birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fatk" fiilidir ki, bu fiil ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir.

Ayette göklerle yerin ratk durumunda olduğundan bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big Bang'in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görürüz. Yani her şey, bir başka deyişle tüm "gökler ve yer" bu noktanın içinde, ratk halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani yumurtayı yarıp dışarı çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır.

Modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha tasdik etmektedir. Çünkü evren materyalistlerin sandığı gibi, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur ve Allah'tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir.

Milli Gazete

22 Ocak 2008 Salı

Cahiliyedeki yanlış kader anlayışı

Günümüzde insanlara, 'Kader nedir?' diye bir soru yöneltilse çok az kişiden doğru cevap gelecektir. Bu durum insanların kaderin tam olarak ne anlama geldiğini bilmediklerini göstermektedir. Kaderin gerçek anlamını bize her konuda doğruyu gösteren Kuran'dan öğrenmemeleri, kaderi kavramanın kendilerine kazandıracağı rahatlık ve huzurdan da mahrum kalmalarına neden olmaktadır.

Kader, Allah'ın yarattığı her canlının geçmişte yaptığı ve gelecekte yapacağı herşeyi, her hareketi, düşünceyi, konuşmayı en ince ayrıntısına kadar bilmesi ve kontrol etmesidir. İnsanlar daha doğmadan, hayatları boyunca görecekleri ve yaşayacakları herşey Allah katında belirlenmiş ve planlanmıştır. Allah, herşeyi bir kader dahilinde yarattığını "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık" (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bildirmektedir. İnsan hayatı süresince Allah'ın kendisi için dilediği ve istediği olaylarla karşılaştığından, tamamen Allah'ın dilediği bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Allah bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir:
Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılıdır). Küçük, büyük herşey satır satır (yazılıdır). (Kamer Suresi, 52-53)

Allah'ın ayette belirttiği gibi, tüm insanlar tamamen Allah'ın kontrolü ve hakimiyeti altında yaşamaktadırlar. Bir başka ayette ise Allah, tüm insanların Rabbimizin belirlediği kader doğrultusunda bir yaşam sürdüklerini şu sözlerle haber vermektedir:
Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

Bu nedenle, insanın dilediklerini değiştirmesi, kaderinin dışına çıkması söz konusu değildir. İnsanların kaderleri, kaderleri dahilinde karşılaştıkları herşey ve verdikleri her tepki, Allah'ın bir 'emri'dir. Allah bu gerçeği "...Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir" (Ahzab Suresi, 38) ayetiyle bildirmiştir. Bu yüzden tüm insanlar kadere teslim olmak durumundadırlar. İnsan dahil tüm canlılar Allah'ın belirlediği kadere göre hayatlarını yaşamaktadırlar.
Bu anlattıklarımız, insanın mutlu olabilmesi, her şartta huzurlu ve rahat bir şekilde davranarak, dengeli bir ruh haline sahip olmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Kadere teslim olmanın insana vereceği rahatlık ve ferahlığı daha net görmek için, kadere inanıp teslim olan ve kadere inanmayan iki insanın, önemli bir olay karşısında verecekleri tepkileri karşılaştırarak inceleyelim. Bu önemli olayımız tüm genç insanların, hayatlarının bir dönüm noktası olarak gördükleri üniversite sınavları olsun. Bahsettiğimiz iki kişinin de bu sınava gireceğini varsayalım. Bu iki kişinin de kadere olan bakış açıları birbirlerinden çok farklı olduğu için, yaşayacakları sınav psikolojisinin de bu iki kişi üzerindeki etkisi oldukça farklı olacaktır. Allah'ın kendisi için yarattığı kadere teslim olan kişi, sınav sırasında yapacağı hataların ve sonucun, daha sınava girmeden Allah katında belli olduğunu ve Allah'ın tüm bunları bir hikmet üzerine yarattığını bildiğinden, sınavın neden olabileceği stres ve gerginlikten uzak olacaktır. Çünkü sınav aslında kaderinde olup bitmiştir. Kişi sadece sınava girerek bunun sonucunu görmeyi bekleyecektir. Sınav sonucuna müdahale edebilecek Allah'tan başka bir güç olmadığının bilincindedir. Alacağı sınav sonucu iyi ya da kötü de olsa, Allah'ın herşeyi hayır ile yarattığını bilmesi sınavdan dolayı sıkıntı ya da strese kapılmasını engeller. Allah'a olan tevekkül ve teslimiyeti nedeniyle sınavdan çıkacak iyi ya da kötü her sonuca gönülden razı olur. Çünkü bunu Allah dilemiştir.
Böyle bir insan heyecanlanmayıp, strese girmediği için, tüm bunların kendisine vereceği zarar ve kayıplardan da uzak kalır. Çünkü heyecanlı ve stresli bir insan rahat edemez, dikkatini toplayamaz, bilgisini iyi kullanamaz, kolaylıkla yanlış yapabilir. İnsanın önemli bir sınavda bu gibi bir ruh hali içerisinde olmasının, sınavdaki başarısını da olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Bu kimse kadere olan güveni sayesinde hem sınav psikolojisinin getirdiği olumsuz yükten uzak kalacak, hem de imtihanda başarılı olma ihtimali artacaktır.

Diğer kişinin durumuna baktığımızda, karşılaştığımız manzaranın oldukça farklı olduğunu görürüz. Bu kişinin kadere karşı bir teslimiyeti ve güveni olmadığı için, herşeyi yapanın kendisi olduğunu, herşeyin kendi kontrolünde geliştiğini düşünecektir. Böylesine önemli bir sınavda bunu düşünmenin getireceği yük ise oldukça ağır olacaktır. Dolayısıyla bu ağır yük altından kalkamayarak, büyük bir stres ve gerginliğe kapılır. Kendi düşüncesine göre bu sınavı kazanıp kazanamaması tamamen onun elindedir. Sınavı kazanmak için aylarca çalışıp vakit harcadığından, eğer sınavı kaybederse, tüm bunların boşa gideceği korkusu ve sıkıntısı da bu kişiye ayrı bir üzüntü kaynağı olur. Kadere inancı olmadığından, duyacağı gerginlik ve stres, sınavını olumsuz yönde etkileyecektir. Dikkatini toplayamayacak, belki bildiği soruları yapamayacak yapsa bile cevap kağıdına yanlış işaretleyecektir. Kendisi için hayati önem taşıyan bu sınavı belki de sadece stres ve sıkıntıdan dolayı kaybedecektir. Böyle bir duruma düşen bir kimsenin, olaylara iman gözüyle bakmadığı sürece, üzüntüye kapılıp, karamsar olmaması imkansızdır. Hatta kişi böyle bir durumda ciddi depresyonlara bile sürüklenebilir. Gelişen tüm olayların sebebinin kendisi olduğunu düşündüğü için, sıkıntısı ve azabı daha da artacaktır. Kadere tabi olmayıp, Allah'a tevekkül etmediği için, Allah'ın onun kalbine vereceği rahatlık ve güvenden de mahrum kalır. Bu yüzden, Allah'ın aşağıdaki ayette belirttiği gibi, kadere tam anlamıyla teslim olmuş insanların sahip oldukları 'dengeli' ve 'sakin' ruh halini hiçbir zaman yaşayamaz:
Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız… (Hadid Suresi, 23)

Kadere gereği gibi teslim olmayan kimsenin dünyada kazanacağı tek şey mutsuzluk ve sıkıntı olacaktır. İnsanın kadere olan inancı, güveni ve Allah'a olan teslimiyeti ne kadar güçlüyse, duyacağı rahatlık, huzur ve güven de o derece büyük olacaktır. Böylece hem dengeli bir ruh haline sahip olacak hem de karşılaştığı olayların hayır ve hikmetlerini daha iyi görebilecektir.

Milli Gazete

15 Ocak 2008 Salı

Kuran’ı Yanlış Yorumlama Nedenleri: Ön yargı, art niyet ve samimiyetsizlik

Kuran, Alemlerin Rabbi, sonsuz ilim ve güç sahibi olan Allah'tan insanlara bir rahmet olarak indirilmiştir. Allah'ın bu lütfuna samimiyet, minnettarlık ve şükür ile karşılık verenler bu davranışlarının faydasını yine kendileri görürler. Kuran'ı anlar, iman eder, ona tabi olur ve Allah'ın rahmetine girerler. Dünyada da ahirette de Allah'tan güzel bir karşılıkla mükafatlandırılırlar. Bunun aksine, art niyetli ve düşmanca bir tavırla Kuran'a yaklaşanlar ise bunun zararını yine kendileri görürler. Kuran'ı kavrayamaz, ondan istifade edemez, dünyada ve ahirette kayba uğrarlar. Ancak, ne Kuran'a ne de İslam'a bir zarar veremezler.
Allah'a iman eden ve vicdanına uyan her insan Kuran ayetlerinden öğüt alabilir, ayetlerdeki emirleri en güzel şekilde yerine getirebilir. Ancak nefsine uyan, Allah'ın gücünü takdir edemeyen, ahiret konusunda şüphe içinde olan insanlar, ayetleri de kendi bozuk mantıkları doğrultusunda yanlış yorumlarlar. Allah bir ayetinde Kuran'da öğüt alamayan bu insanların durumunu şöyle haber vermiştir:
Andolsun, Biz bu Kuran'da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp-düşünsünler diye. Oysa bu, onların daha uzaklaşmalarından başkasını arttırmıyor. (İsra Suresi, 41)
İnsan, art niyetli ve tek taraflı olarak Kuran'a yaklaştığında onu anlaması mümkün değildir. Bu, Allah'ın bir kanunudur. Bir kişi ne kadar zeki ne kadar kültürlü olursa olsun, samimiyetsiz ve art niyetli bir bakış açısıyla Kuran'ı değerlendirdiğinde onu gereği gibi anlayamaz, doğru yorumlayamaz ve pek çok çelişkiye düşer. Bu yüzden, Kuran'a ön yargılı, peşin fikirli, içten pazarlıklı yaklaşan bir kişinin bu art niyetli tutumu, kendisiyle Kuran arasında -ayetlerde bildirildiği üzere- "görünmez bir perde" oluşturacaktır. Bu da Kuran'ı anlamasını ve kavramasını engelleyecektir. Bu gerçek, İsra Suresi'ndeki ayetlerde şöyle ifade edilir:
Kuran okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kuran'da sadece Rabbini "bir ve tek" (ilah olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 45-46)
Kuran, son derece açık, sade ve anlaşılır bir dile sahiptir, ama dediğimiz gibi ancak samimi ve vicdanlı kimselerin anlayabilecekleri özellikte bir Kitaptır. Henüz İslam'la tanışmamış, iman etmemiş herhangi bir insan, açık bir kalple, ön yargısız ve samimi olarak yaklaştığında, taşıdığı bu mümin vasıfları nedeniyle Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu vicdanıyla fark edecektir.
Kuran’ın üslubundaki heybet, mükemmellik, sadelik, içerdiği üstün ilim ve hikmetle bir insan sözü olmadığını, ilahi bir Kitap olduğunu her vicdanlı kişi kabul eder. Bu vicdanlı kişi iman edip saygı ve samimiyet ile yaklaştığı takdirde, Kuran'ın hikmetli manaları kendisine açılmaya başlar.
Kuran'ı doğru anlamak samimi olarak iman etmekle mümkündür. Allah Kuran'ı, iman edip akleden kullarının kavrayıp öğüt alabileceği apaçık bir Kitap olarak indirmiştir. İnsanın imanı arttıkça aklı, samimiyeti ve Allah korkusu da aynı derecede artar, dolayısıyla Kuran ayetlerindeki incelikleri ve sırları daha iyi kavrar.
Kuran insanlar için gereken her türlü bilgiyi içinde barındıran mucizevi bir kitaptır. Bu da Kuran'daki sonsuz ilahi hikmetten kaynaklanır. Belirli sayıdaki ayetlerin içine sınırsız bir ilim, üstün bir hikmetle yerleştirilmiştir. Ayetler kendi içlerinde zahiri, batıni, iç içe geçmiş ve katlanmış pek çok anlam içerdikleri gibi ayetlerin birbirleri arasındaki bağlantılardan da sayısız anlamlar çıkar.
Ancak aynı ayeti bir mümin rahatlıkla kavrarken, inkar eden bir kimse kavrayamamaktadır. Bu da bize Kuran'ın anlaşılmasının veya anlaşılmamasının tamamen niyete bağlı olduğunu, Allah'ın dilediğine anlayış verdiği gibi, dilediğini de ayetlerinden perdelediğini göstermektedir. Bu durum bir ayette şöyle haber verilir:
Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)

Milli Gazete

8 Ocak 2008 Salı

Kelebek kanatlarının kusursuz yaratılışı

Kelebekler, vücutlarına kıyasla oldukça geniş bir yüzeye sahip olan kanatlarının güzelliğiyle bilinirler. Peki kelebek kanatlarındaki bu muhteşem desenler ve renkler nasıl ortaya çıkmaktadır?

Kelebek kanatlarındaki renk oluşumu son derece ilgi çekicidir. Bir kelebeğin kanatlarının üzerindeki pullar vasıtasıyla ışık yansır ve ortaya "gerçekte olmayan", ama akılalmaz bir simetri ve güzellik sergileyen renkler çıkar. Kelebekler aslında saydam olan bir çift zar kanada sahiptirler. Bunlar, yoğunlukları farklı pullarla kaplı olduğu için zar kanatların saydamlıkları belli olmaz. Kelebek kanatlarının aerodinamiğini (hava akımlarından faydalanarak yapılan hareketler) artıran, onlara rengini veren işte bu pullardır. Dokunulduğu anda yerlerinden kopacak kadar hassas olan pulların, kelebeğin kanadına saplanan sivri uçları vardır. Bu sayede pullar dökülmeden durabilirler. Kanadın üstüne bir damın kiremitleri gibi dizilmiş olan her pulcuk ya kimyasal pigmentlerle ya da sabun köpüğündeki gibi üstüne düşen ışığı gökkuşağı renklerine kıran yapısı ile renk kazanır. Ayrıca laboratuvar araştırmaları, farklı renklerin farklı kimyasal maddelere bağlı olduklarını da göstermiştir. Örneğin çok sık rastlanan melanin adlı boya maddesi kanatlardaki siyah beneklerde bulunur. Ayrıca kelebeklerin kanatlarındaki renkler her zaman göründükleri gibi değildirler. Örneğin yeşil renkli pullar; siyah ve sarı pulların karışımından oluşmaktadır. Kelebeklerin kanatları üzerinde yapılan son incelemeler, pigmentlerin pulcuklarda sentezlendiğini ve melanin üretimi için gerekli olan enzimlerin pulcukların üst derisinde bulunduğunu göstermiştir.

Kelebeklerdeki bu çok değişken renkler yalnızca boya maddelerinden kaynaklanmaz. Kelebeğin kanatlarındaki pulların yapısı, düzeni, yansıma, kırılma gibi ışık olaylarının ortaya çıkmasına ve muhteşem güzellikteki renklerin doğmasına neden olur. Mesela, Stilpnotio Salicis kelebeğinin hava kabarcıklarıyla dolu yarı saydam pulları vardır. Bu pullarda boya maddesi bulunmamasına rağmen, içlerinden geçen ışık, kelebeğin satene benzer bir görünüm almasını sağlar.
Argynnis kelebeğininse kanat pullarının yüzeyi inanılmayacak kadar yumuşaktır ve bu yumuşaklık gümüşi yansımalar doğurur. Bazı kelebeklerde birbiri üstüne gelen iki pul tabakasının farklı dizilişleri de değişik ışık yansımaları meydana getirebilir, mesela kelebeğin siyahımsı ya da kahverengi değil de mavi görünmesini sağlayabilir.

Pek çok kelebeğin üzerinde büyük bir canlının gözlerini çağrıştıran koyu renkli yuvarlak desenler vardır. Yine kanatların üzerindeki renkli pulcuklardan meydana gelen bu gözler kelebeklerin en önemli savunma mekanizmasını oluştururlar. Kelebekler dinlenirken kanatlarını kapalı pozisyonda tutarlar, herhangi bir düşmanla karşılaşma ya da ufak bir dokunuş sonucunda kanatlar ani olarak açılır ve kanat zeminindeki iri ve koyu renkli parlak göz desenleri ortaya çıkar. Bu sayede düşmana gereken mesaj iletilmiş olur.
Kelebeklerin sahte gözler dışında kamuflaj yetenekleri de şaşırtıcıdır. Kamuflaj yapan kelebekler çalının rengini görmekte, tespitler yapıp, bunları analiz etmekte, çok iyi işleyen bir sistemle vücutlarında ürettikleri renklerle çalının rengine bürünmekte, düşmanının zevklerinden haberdar olan başka bir türse onun hoşuna gitmeyecek renklere bürünerek uyarı mesajları vermektedir. Daha doğrusu bir kelebeğin saydığımız tüm bu işlemleri yapması asla mümkün değildir. Bunu şöyle bir örnekle belirginleştirebiliriz:
Bir laboratuvar ortamında herhangi bir rengi oluşturmaya çalıştığınızı düşünün. Bu konuda hiç bilginiz yoksa, bulunduğunuz laboratuvar ne kadar gelişmiş aletlerle ya da imkanlarla dolu olursa olsun istediğiniz gibi kesin bir sonuç alamazsınız. Bırakın kelebeklerin yaptığı gibi ortamla aynı rengi, aynı desenleri oluşturup, tamamen görünmez hale gelecek bir kaliteyi tutturmayı, herhangi anlamlı bir renk bile oluşturamazsınız. Durum böyleyken kelebeklerdeki bu muazzam sistemin tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek elbette ki bilimsellikten uzak ve akıl dışı bir iddia olacaktır.

Kelebeklerin kanat yapısını, sadece renklerini göz önüne alarak incelediğimizde bile pek çok mucizeyle karşılaşırız. Böyle olağanüstü güzellikteki bir görünümün varlığı hiç kuşkusuz tüm bunları yaratan Allah'ın üstün kudretinin ve nihayetsiz sanatının bir delilidir. Kelebeklerin kanatlarındaki kusursuz yaratılış Alla’a aittir.
Akıl sahibi insanlara düşen Allah'ın yaratması üzerinde detaylı olarak düşünmektir. Allah Nahl Suresi'nde şöyle bildirmektedir:
Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 13)

Milli Gazete

1 Ocak 2008 Salı

Allah'a minnettar olmak

İnsan, hayatının her anında çeşit çeşit nimetle karşı karşıyadır. Kendisine gelen nimetler çoğunlukla sebepler aracılığıyla olduğu için insan şükran duygularını bu sebeplere yönlendirmeye çok meyillidir. Oysa bu duygunun da gerçek anlamda yöneltilmesi gereken Allah'tır. Kuran'da minnettarlık duygusunun ifadesi "şükretmek" olarak tanımlanır. Şükretmek, aracılar kim ya da ne olursa olsun, bütün nimetleri kendisine gönderenin yalnızca Allah olduğunun ve her konuda yalnızca O'na muhtaç olduğunun bilincinde olmak, O'na karşı teşekkür ve minnettarlığını kalben ve dille ifade etmektir.


Allah'a şükretmek ve O'na minnettar olmak, Kuran'da gerçek bir kulluğun göstergesi olarak şöyle belirtilmiştir:
Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, Allah'a şükredin. (Bakara Suresi, 172)
Öyleyse Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O'na kulluk ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin. (Nahl Suresi, 114)
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah'a şükretmek başka ilahlar edinmeden, yani şirk koşmadan kulluk etmenin bir şartı ve göstergesidir. Gerçekten de, yalnızca Allah'a şükreden bir kimse bütün nimetlerin Allah'tan geldiğinin, herşeyin O'nun elinde, O'nun kontrolünde olduğunun, yani Allah'tan başka ilah olmadığının bilincinde demektir. Bütün nimetlerin Allah'tan geldiğinin bilincinde olan bir kimse ise yegane güç, kuvvet ve söz sahibinin Allah olduğunu, O'ndan başka ilah olmadığını kalbine yerleştirmiş, katıksız imana sahip bir kimse demektir. Kuran'da tarif edilen ve övülen insan modeli de budur.

Sahip olunan nimetleri Allah’ın bunları yaratmaya vesile kıldığı maddelere ve şahıslara bağlamak ve onlardan medet ummak çok büyük bir hatadır. İmani zafiyet içerisinde bulanan insanlar kendilerine Allah’ın nimetlerini ulaştırmada vesile olanlara müteşekkir kalırlar, onlara şükretmeye çalışırlar. Oysa Allah’tan başka güç sahibi yoktur, aksi bir düşünce sahte ilahlar edinmek olur. Allah'ı unutarak gücü ve etkiyi O'nun kullarında aramak, onlara yönelmek, onlara şükretmek ise hem şirk hem de çok büyük bir nankörlüktür.

Ancak hemen belirtmek gerekir ki insanların birbirlerine, teşekkür etmeleri elbette ki yanlış değildir. Ama bunu yaparken özünde kendisine bu iyiliği yapanın Allah olduğunu unutmamaları şarttır. Bu bilinçle hareket edildiği sürece doğru davranılmış olur. Aksi taktirde nimetin geldiği kaynak ilahlaştırılmış olunur. Bu tavır bozukluğu Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz. (Ankebut Suresi, 17)

Müminler yalnızca Allah’a şükrederler ve yalnızca O’na minnet ederler. Kendilerine bir nimet geldiğinde önce Allah'a yönelir, O'na şükrederler ve bunun Allah'ın bir ihsanı olduğunu fark ederler. Bunun Kuran'da pek çok örneği vardır. Örneğin bilindiği gibi Allah Hz. Zekeriya'yı Hz. Meryem'den sorumlu kılmıştı. Zekeriya Peygamber mihraba her girdiğinde Hz. Meryem'in yanında yiyecek buluyordu. Ona bunun nereden geldiğini sorduğunda ise Hz. Meryem bunun Allah Katından olduğunu söylüyordu. Bunu haber veren ayet şöyledir:
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: "Meryem, bu sana nereden geldi" deyince, "Bu, Allah Katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir" dedi. (Al-i İmran Suresi, 37)

Şükran duygusu diğer duygular gibi Allah'a yöneltildiğinde imanı ve ihlası getirirken, Allah'tan başkalarına yöneltildiğinde şirki doğurur. Şükretmek imani açıdan son derece önemli bir konudur. Öyle ki şeytan insanları saptırmadaki başarısının bir ölçüsü olarak onları "şükretmez hale getirmesi"ni göstermiştir. Kuran'da şeytanın ağzından bu ibret verici durum şöyle haber verilir:
Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 16-17)

Milli Gazete