25 Aralık 2007 Salı

Büyük İslam Alimi Abdülkadir Geylani

Asıl adı, Muhyiddin Ebu Muhammed bin Cengi Dost’dur. Hem seyyid, hem şerîfdir. 1078 yılında Geylan’da dünyaya geldi. Din eğitimine burada başladı. Abdülkadir Geylanî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur alimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Hanbeli mezhebini seçerek fıkıhta bu mezhep üzerinde yoğunlaştı. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Muhzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Ebu Said medresesinde dersler verdiği sıralarda tasavvufla tanıştı. Uzun bir tasavvuf eğitiminden sonra Kadiri tarikatını kurdu.

Abdülkadir Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaz vermeyi bıraktı. Sahralara çıktı. Bütün vaktini ibadet, mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.
Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir rahip şöyle söylemiştir: “Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslam alimlerinden birine müracaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyamda İsa aleyhisselamı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkadir isminde biri var, onun huzurunda müslüman ol. Çünkü o zamanındaki alimlerin en büyüğüdür." buyurdu.

Çoğunluğu vaaz ve nasihatlerinden oluşan El-Gunye, El-Fethü’r Rabbani, El Fütühül Gayb bize
kadar ulaşan kitapları arasındadır. Abdulkadir Geylani Hazretleri 1166 yılında Bağdat’ta vefat etti. Her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen kabri, şu anda Bağdat’ta geniş bir külliye içerisindedir.

Abdulkadir Geylani Hazretlerinin bazı sözleri şöyledir:
Kuran ile amel etmek seni Kuran’ın mevkiine yükseltir, oraya oturtur. Sünnet (Peygamberimizin hadisleri) ile amel etmek seni Allah’ın Resulü Peygamber Efendimize yükseltir. Resulullah, kalbi ile ve manevi himmetiyle, Allah dostlarının kalbi çevresinden bir an bile ayrılmaz. Allah dostlarının kalplerini güzelleştiren, kokulayıp buharlayan odur. Onların özlerini tasviye eden, menfi duygulardan temizleyen ve tezyin eden odur.

Sen Allah’ı zikret ki, O’da seni zikretsin. Allah’ı zikret ki o zikir günahlarını döksün. Günahsız olarak kalasın. Günahsız itaatkar bir mümin olasın. İşte o zaman o seni zikreder. O zikir seni öyle sarar ve meşgul eder ki, birşey isteyecek vakit bulamazsın. Bütün gayen ve maksudun o olur.
Ey ahali! İslam ağlıyor. Elini başına koymuş; şu facirlerden, şu fasıklardan, şu bid’at ehlinden, şu zalimlerden, şu yalancı şahidlik libası giymişlerden, sahip bulunmadıkları faziletleri kendilerinde var gösteren şu kuru iddiacılardan, yaka silkiyor. Onlara karşı ihlas sahibi müslümanlardan yardım talep ediyor.
Yiyip içmen, veda yiyip içmesi olsun. Aile arasında bulunuşun veda bulunuşu olsun. Mümin kardeşinle buluşman veda buluşması olsun. Kalbine hep emanet olduğunu, daima veda etme halinde bulunduğunu nakşet. Kaderi başkasının elinde bulunan kimse nasıl emanet ve veda etme halinde olmaz ki? Zira yarın ne olacağını, işlerin nereye varacağını, kaderinin kendisine neler getireceğini bilmemektedir.
Öyleyse hemen tövbe et, bir daha işlememeye azmeyle. Onlardan sıyrıl, seri adımlarla Mevla’na koş. Tevbe ettiğin zaman hem zahirin hem batının tövbe etmiş olsun. Tevbe, Allah katında makbul kul olmanın temelidir. Halis bir tevbe ile ve Allah’tan hakikattan haya etmek suretiyle üzerindeki günah elbiseni çıkar, at.
Ey Allah’ın yolunu arkasına atıp dünya işlerine itina gösteren kişi! Seni insanları memnun eden, fakat Allah’ı kendisine öfkelendiren kişi olarak görüyorum. Hiç şüphe yok ki yakında sen o dünyadan alınacaksın. Ölüm seni oradan ayıracak. Seni yakalaması pek elemli, pek şiddetli ve pek çeşitli olan zat yakalar ve oradan alır. Bir anda herşeyini kaybeder ve herşeyinden ayrılırsın. (Fethü’r-Rabbani)

Milli Gazete

18 Aralık 2007 Salı

Sevgi yalnızca Allah'a yöneltilir

İman eden bir kişi, bütün kalbiyle sevmesi, yakınlaşması, bağlanması gereken varlığın Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah kendisini yoktan var etmiş, bedenini, aklını, şuurunu, imanını ve sahip olduğu bütün herşeyi ona vermiştir. Bütün ihtiyaçlarını karşılamış ve halen de karşılamaktadır. Kendisi için bu dünyada sayısız nimetler yaratmıştır. Dahası, Kendisi'ne iman ettiği ve itaat ettiği takdirde, onu, hem dünyada hem de ahirette çok büyük ve sonsuz bir nimetle, Katından bir sevgi ve hoşnutlukla müjdelemektedir. Bütün bunları da yalnızca Kendisi'nden bir rahmet ve lütuf olarak karşılıksız bir şekilde vermektedir. O halde gerçek anlamda, herkesten çok sevilmeye, bağlanılmaya layık olan yalnızca Allah'tır.
Sevginin oluşmasındaki sebeplerden biri de sevilen kimsedeki üstün ve güzel özelliklere karşı duyulan ilgi ve hayranlıktır. Bu ilgi ve hayranlık karşı taraftan da karşılık gördüğünde aradaki ilişki kuvvetli bir sevgi bağına dönüşür. Ancak burada önemli olan nokta, üstünlük ve güzelliğin gerçek sahibini bulmak ve ilgi, sevgi ve hayranlık hislerini ona yöneltmektir. O da yine, bütün güzelliklerin, üstün ve yüce sıfatların kaynağı, sahibi olan Allah'tır. O'nun yarattıklarının sahibiymiş gibi göründükleri üstün sıfatlar ise, yalnızca Allah'ın sonsuz sıfatlarının çok küçük birer yansımasıdırlar ve gerçekte Allah'a aittirler. Allah'ın kulları üzerinde tecelli etmekte, yani görünmektedirler. Bütün bunlardan dolayı sevgi ancak Allah'ın Zatına duyulur. İnsanın bir kimseyi veya bir eşyayı, Allah'tan bağımsız, müstakil bir varlık olarak görüp de Allah'ı sever gibi sevmesi ise, onun şirk koştuğunun en belirgin alametlerinden birisidir.
Elbette ki sevgi duymak yanlış değildir, yanlış olan Allah'ı tamamen unutup, adeta bir tutkuyla, ihtirasla karşı tarafa bağlanmaktır. Ya da o insan için Allah'ın rızasını ve hoşnut olacağı şeyleri terk etmektir. Oysa imani gözle bakıldığında insanların sahip oldukları tüm güzelliklerin asıl sahibinin Allah olduğu anlaşılır. Bunu fark eden insan doğal olarak Allah'a yönelir, karşısındaki insanı severken aslında Allah'ı sevdiğinin bilincindedir. Ancak müşriklerin sevgilerinde durum farklıdır. Bir ayette müşriklerin Allah'ı bırakıp, kendilerine sevgi bağı ile putlar edindikleri, Hz. İbrahim'in sözleriyle şöyle ifade edilir:
(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi, 25)
Yalnızca Allah'ı ilah edinen bir kimsenin başka bir şeyi, başka bir kimseyi Allah kadar ya da O'ndan daha fazla sevmesi söz konusu olamaz. Bunun aksine bir tutum takınan müşrikler ise ayette şöyle tarif edilir:
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Ayette, iman edenlerin en çok Allah'ı sevdikleri belirtilmiştir. Bunun aksi bir uygulama içinde olan kişinin samimi olmadığı ya da Allah'ı ve dini gereği gibi tanımıyor olabilir. Zaten ayetin sonundan, şirk koşanların Allah hakkında yanlış ve eksik bir bilgi ve anlayışa sahip oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar, Allah ile samimi bir yakınlık kuramadıklarından ve Allah'ı gereği gibi takdir edemediklerinden, sahip oldukları sevgiyi başka kişilere yöneltirler.
Müminin sevgisi berrak, nurlu, kalpte ferahlık oluşturan bir sevgidir. Çünkü sevgisinin gerçek muhatabı Allah'tır. Karşısındaki varlığı dünyada Allah'ın tecellilerini barındırdığı için sever. Bu yüzden de, sevdiği bir kimse veya varlık ölünce veya sevdiği bir eşya kaybolunca, kendisinden alınınca mümin üzülmez, bir mahrumiyet, ayrılık acısı çekmez. Çünkü sevdiği varlıktaki maddi manevi bütün güzelliklerin, tecellilerin gerçek sahibi Allah'tır. Allah ebedi ve ezelidir. Hepsinden önemlisi kendisine şah damarından daha yakındır. Yalnızca kendisini imtihan etmek için geçici olarak bazı tecellilerini geri almıştır. İmanını ve bu anlayışını sürdürdüğü sürece dilerse bu dünyada dilerse ahirette sonsuza dek kendisine çok daha yoğun olarak pek çok güzel sıfatıyla tecelli edecektir. İşte bu sırrı kavradığı ve katıksız gerçek imana kavuştuğu için mümine üzüntü ve acı verecek, onu duygusallığa düşürecek hiçbir durum söz konusu değildir. Bir ayette iman edenlerin bu ruh hali şöyle tarif edilir:
Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)

Milli Gazete

11 Aralık 2007 Salı

Nitelikli İnsan, Manevi Derinliği Olan İnsandır.

Din ahlakından uzak toplumlarda insanların değer yargıları mülk, para, şöhret, makam ve mevki gibi maddi çıkarlar üzerine kuruludur. Bu nedenle söz konusu toplumlarda nitelilkli insan, bu maddesel özelliklere sahip insan anlamına gelmektedir. Bir kişinin zenginliğiyle orantılı olarak seçkinliğinin arttığına inanılır. Maddi güce sahip olmayanlar yeteri kadar nitelikli insan sayılmazlar.
Oysa insana değer kazandıran özellikler maddi nitelikler değildir. İnsanı değerli kılan iman ve takva sahibi olmaktır. Allah’ı razı eden insanlar dünyanın en değerli insanlarıdır. Bu insanlar Allah’ı hoşnut edecek davranışları her zaman aradıkları ve uyguladıkları için güzel ahlak özelliklerine sahip olurlar. Güzel ahlaklı olmak kişiye derinlik kazandırır ve verdiği mutluluk hissini hiçbir maddesel zenginlik veremez. Çünkü bu his Allah’ı razı edebilme ve cenneti umut edebilmeden kaynaklanır. Hayatı boyunca para vasıtası ile her türlü eğlence aracına ulaşmış olan bir insan asla takva sahibi bir kişinin duyduğu derin sevinç ve mutluluğu tadamaz. Dünyaya dair olan tüm zevkler geçicidir. Allah bir Kuran ayetinde bu durumu şöyle bildirmektedir: “Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan Suresi, 27)

Dünyanın geçiçi zevkleri mal, mülk, mevki ve ihtiras peşinde koşmak, kişiyi basitliğe iter ve onu hep küçük düşürür. Ancak kişi içinde bulunduğu bu küçültücü durumun farkında olmaz aksine kendisini mükemmel görür. Dünya hayatının kurallarını çok iyi biliyor olmak ile övünür. Örneğin pahalı kıyafetler giymek, teknik bir aletin nasıl kullanıldığını bilmek hatta bir çantanın nasıl omuza takılması gerektiğini bilmekle bile övünüp kendi kendisini yüceltebilir. Bu tarzda bilgilerini ve uygulamalarını sürekli arttırır, çünkü içinde yaşadığı insan topluluğunun değer yargıları tamamen maddesel ölçütlerdir. Dünyevilik hastalığına sahip tüm bu insanlar manevi yönlerini yitirirler. Gerçek sevgiyi, saygı duymayı, fedakarlıkta bulunmayı, merhamet etmeyi, affetmeyi, nefsini savunmamayı, tevazulu olmayı, boyun eğici olmayı bilmezler. Bu vasıflardan uzak olan insanlar son derece ilkel bir yaşam içinde hayatlarını sürdürürler. Fakat yaşadıkları bu ilkel hayatı fark edememelerine rağmen kendi akıllarını müthiş beğenirler. Kibirli kişiler, diğer insanlara karşı, onları aşağı gördüklerini hissettiren bir tavır sergilerler. Karşılarındaki kişinin imani derinliğe sahip, takva sahibi birisi olması onlar için önemli olmaz. Müminlerin üstünlüklerini fark edemezler. Oysa gerçek dindar bir mümin, Allah’ın izni ile dünyadaki en akıllı, olgun, güçlü, devrilmez ve en mükemmel hayatı yaşayan kişidir.

Takva sahibi Müslümanlar Allah’ın lütfetmesiyle soylu bir ruha sahip olduklarından dünya hırslarına kapılarak kendilerini küçültmezler. Sahip oldukları derinlik güzel ahlaklarına yansır. Bir ayette Allah müminlerin yüksek ahlakına şöyle dikkat çekmiştir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den korkuyoruz." (İnsan Suresi, 8-10)
Kuran’da müminlerin seçkinliğini ve üstünlüğünü kavrayamayanların bulunduğu bildirilir. Hz. Musa Firavun’un kavmine elçi olarak gönderildiğinde Firavun ve kavmi, peygamberleriyle alay etme yolunu seçmişlerdir. Bunun sebebi, kendilerinden daha fakir olduğunu düşündükleri Musa Peygamberin elçi olarak seçilmesi ve onları hak dine davet etmesidir. Kendi batıl dinlerinin içinde bulunduğu mantıksızlığın ortaya serilmesi inkarcıların gururlarına ağır gelmiştir. Bu nedenle tarihteki tüm inkarcılar gibi kendilerine gerçekleri bildiren elçilerini küçük görmüşlerdir:
Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?" "Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir." "Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 51-53)

Gerçek akıla sahip olmayan ve kendilerini nitelikli, seçkin sanan insanların, Müslümanlar ile ilgili görüşleri önemli değildir. Önemli olan Allah’ın Müslümanlar’a Kuran’da vaat ettiğidir. Allah bir ayetinde müminleri şöyle müjdelemektedir:
Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)

Milli Gazete

4 Aralık 2007 Salı

Evrimcilerin, insanın kökeni ile ilgili öne sürdükleri hayali fosiller - 2

Australopithecus'un iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu evrimci iddiaları sağlam kanıtlarla çürütmüş ve evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecus'dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki "homo" yani "insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecus'un iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecus'dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus'a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla "bağlantı"lar, yani "ara form"lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur.

Homo habilis sınıflandırması 1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı" olan Leakey'ler tarafından ortaya atıldı. Leakey'lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.

Oysa 80'li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan araştırmacılar, bunların, "alet kullanabilen insan" anlamına gelen Homo habilis yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 630 cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının bir göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından bir ara form olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi soyu tükenmiş bir maymundu.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis'in gerçekten de Australopithecus'tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:

“Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.” (Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325)

Yapılan araştırmalarda asıl olarak iki sonuç ortaya çıkmıştır:

(1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.

(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.

Homo rudolfensis Hakkındaki Yanılgı;

Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya'daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının da aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.
Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve "KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı
kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey'e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan "insansı" yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:

KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise, aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir. (Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41)

Milli Gazete