28 Nisan 2009 Salı

İslâm ahlâkı ile hükmeden adaletli yöneticiler

Barış ve hoşgörü dini olan İslâm dinine uyan yöneticilerin insanlara adaletle ve iyilikle davranması gerekir. Salih Müslümanlar, Allah'ın emrettiği ahlâka uygun olarak, hoşgörülü, affedici, mütevazı, anlayışlı, yumuşak huylu, içten ve samimi insanlardır.

Allah, iman edenlere, kendilerinin veya yakınlarının aleyhinde dahi olsa adil olmayı, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile öncelikle yetimi ve esiri doyurmayı, fedakar olmayı, sabırlı davranmayı, güzel ahlâkta kararlı olmayı emretmiştir. Bu ahlâkı yaşayan mümin aynı zamanda farklı inançlara ve düşüncelere mensup kişilere karşı da toleranslıdır. "Dinde zorlama olmadığının" bilinciyle, iman etmeyen insanları hak yola davet ederken de her zaman nezaketli bir üslup kullanır. Amacı doğru yolu göstermek, karşı tarafın vicdanına hitap etmek ve onların güzel bir ahlâk ile yaşamasına vesile olmaktır. Bu ise ancak Allah'ın insanlara hidayet vermesiyle mümkün olur. Allah, "... İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu..." (Rad Suresi, 31) ayetiyle Müslümanlara, kalplerin ancak Allah'ın elinde olduğunu, bir kimsenin ancak O'nun dilemesiyle hidayete erebileceğini hatırlatmaktadır. Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:

Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir. (Kasas Suresi, 56)

Müslüman'ın görevi, sadece gerçekleri anlatmak, insanları bu gerçeklere davet etmektir. İnsanların bunu kabul edip etmemeleri, tamamen onların vicdanlarına kalmış bir meseledir. Allah bu gerçeği Kur'an'da haber vermektedir:

Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)

Müslüman yöneticilerin bu ahlâkları, doğal olarak onları çok güvenilir insanlar kılar. Toplum içerisinde her dinden, ırktan, milletten insanın en rahat edecekleri ve güvenlik içerisinde korunacakları bir ortam oluşur. İnsanlar kendi hakları için özel çaba harcamalarına gerek kalmadan bu haklar onlar adına Müslümanlarca korunur. Müslümanlar bu tutumlarının Kur'an'ın emrettiği bir vazife olduğu için aşkla ve şevkle sürdürürler. Allah böyle Müslümanların işlerini kolaylaştırır, önlerindeki kapalı kapıları açar ve başarıya ulaştırır.

Allah bir ayette Allah'a ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hıristiyanların, bu iyi ahlâklarının karşılığını en güzel şekilde alacaklarını haber vermiştir:

Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)

Maide Suresi'nin 48. ayetinde ise, insanlar için "farklı bir şeriat ve yol-yöntem kılındığı", sorumluluklarının ise "hayırlarda yarışmak" olduğu belirtilmiştir. Bu da ister Yahudi, ister Hıristiyan, isterse Müslüman olsun samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden tüm inananların güzellikle davranmaları ve Allah rızası için hayırlarda yarışmaları gerektiğini göstermektedir. Bu durumda Müslümanların, kendileri gibi Allah'a iman eden, salih amelde bulunan ve güzel ahlâk gösteren kimselere katı veya hoşgörüsüz davranmaları mümkün değildir.

İslâm tarihinde sayısız adaletli yönetici yaşamıştır. Bu kişilerin en önemlisi muhakkak ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'dir.

Hz. Muhammed (sav) döneminden başlayarak, İslâm topraklarında her zaman için tam anlamıyla bir din özgürlüğü hakim olmuştur. Yahudilerin ve Hıristiyanların inançları, ibadetleri, kiliseleri, sinagogları, din eğitimi veren okulları Müslümanların güvencesi altına alınmıştır. Havralar ve kiliselerin korunacağına dair garantiler, Peygamberimiz (sav) döneminden başlamak üzere, Kitap Ehli ile yapılan sözleşmelerde yer alan önemli hükümlerdir. Ayrıca ilk dönemlerde yapılan anlaşmalarda, Müslümanların yolculukları sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalmalarına müsaade edilmesine dair maddeler de bulunmaktadır. Bu da, Müslümanların Kitap Ehli ile ilişkilerini karşılıklı saygı zemini üzerinde geliştirmeye, onlarla diyalog halinde olmaya özen gösterdiklerine bir işarettir.

21 Nisan 2009 Salı

Batıl bir inanç olan evrim teorisine kimler sahip çıkıyor?

Günümüzde pek çok bilim adamı, bilimsel gerçeklere rağmen neden hala evrim teorisini savunduklarını aslında açıkça itiraf etmektedir. Bugün bilimin ortaya koyduğu gerçekler, materyalizmin öne sürdüğü iddiaların akıl ve mantıkla taban tabana zıt olduğunu ortaya koymuştur. Ama materyalistler her türlü bilimsel veriye rağmen, körü körüne bağlandıkları inançlarını korumakta kararlıdırlar ve bu uğurda hizmetlerini sürdürmektedirler. Sydney Üniversitesi'nden, antropolog Dr. Michael Walker da evrim teorisine neden hizmet edildiğini şöyle açıklamaktadır:

Birçok bilim adamı ve teknoloji uzmanının Darwin'in teorisine onay veriyor olmalarının tek nedeninin, bu teorinin Yaratıcı'nın varlığını reddetmesi olduğunu kabul etmek zorundayız. (Dr. Michael Walker, Quadrant, Ekim 1982, s.44)

Darwinizmin bilim dışı iddialarını reddeden saygın bilim adamı Phillip Johnson ise, darwinizmin neden bilimin dinsiz liderleri için "yeri doldurulamaz" bir önemi olduğunu ve neden her ne pahasına olursa olsun onu korumaya çalıştıklarını şöyle anlatır:

Günümüz bilim adamları, kendilerini 'dindarlara' -yani bir Yaratıcının var olduğuna inananlara- karşı girişilen bir savaşın öncüleri olarak görmekteler… Darwinizm ise, 'dine' karşı girişilen bu savaşta yeri doldurulamaz ideolojik bir rol oynamaktadır. İşte bu nedenle bugün bilim çevreleri, darwinizmi test etmeyi değil, ne olursa olsun korumayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Bilimsel araştırmaların kuralları da, bu ideolojiyi doğrulayacak şekilde belirlenmektedir. (Phillip Johnson, Darwin on Trial, 2.b. Illinois:Intervarsity Press, 1993, s.155)

Materyalist ve ateist felsefenin en önde gelen savunucuları ve bunları tüm dünyaya yaymayı kendilerine hedef edinen "dinsizliğin önderleri", Johnson'ın da belirttiği gibi, Darwin'in evrim teorisine kendi ideolojilerine sözde bilimsel bir dayanak sağladığı için sahip çıkmışlardır.
Bu durumun örneklerine geçmişte, evrim teorisinin ilk ortaya atıldığı günlerde de rastlanmıştır. Örneğin diyalektik materyalizmin kurucusu, din düşmanı Karl Marx evrim teorisinin, kendi savunduğu fikirler açısından ne kadar önemli olduğunu defalarca ifade etmiştir.
Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan Marx ve Engels'in, Darwin'i desteklemelerinin ardındaki tek neden dine olan düşmanlıklarıydı. Aslında bilimsel açıdan hiçbir değeri olmayan, yalnızca Darwin'in hayal gücünden kaynaklanan bazı mekanizmalara ısrarla sahip çıkmaları bu yüzdendi.
Darwin'in teorisinin kanıtlanmış olduğunu zanneden ve döneminin bilimsel açıdan geri kalmışlığını ortaya koyan yalnızca Engels değildi. Geçmişte yaşamış komünist ve dinsiz liderlerin en kanlısı olarak bilinen Joseph Stalin de evrim teorisine önem vermiştir.

Görüldüğü gibi materyalist inanışa sahip fikir akımlarının ve Darwin'in evrim teorisinin ortak oldukları nokta dinsizliktir. Bu fikir akımlarını savunanların yegane amaçları insanların tamamına Allah'ın varlığını inkar ettirebilmektir. Allah, "Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler." (Kasas Suresi, 41) ayetiyle insanların inkar etmeleri için çaba sarf eden bu liderlerin varlığını Kuran'da bildirmektedir.

Milli Gazete

14 Nisan 2009 Salı

Türk-İslam birliğinin işaretleri

İslam ahlakının özünde birlik vardır. Allah Kuran'da yeryüzünde bozgunculuğun son bulması için iman edenlerin birbirleriyle dost olmaları, ittifak etmeleri, birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiğini bildirmiştir:

... Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

Allah’tan korkan, Kuran’ın öğrettiklerine uyan kişilerin sayısı arttıkça inananlar Allah’ın birlik olma emrine daha fazla titizlik göstermeye başlamıştır. Geçmişte yaşanan kavgalar, haset, mevki rekabetleri, bencil hırslar aşılmıştır. Bu manevi olgunlaşmada etkili olan Allah’a düşman olan birbirlerinden tamamen farklı kesimlerin, İslam dinine saldırmak için bir araya gelip Müslümanlara yıllarca zulmetmeleri olmuştur. İman etmeyenler birlik olabiliyor da neden inananlar birlik olamasın? Oysa Kuran talebeleri yeryüzünde sevgiyi, şefkati, merhameti, affı, uzlaşmayı, kardeşliği en iyi bilen ve yaşaması gereken insanlardır.

Türk-İslam dünyasının birlik olması vakti gelmiştir. Dini, dili, örfü, geleneği, göreneği bir olan bu toplumların birleşmemesi, ortak hareket etmemesi için hiçbir sebep yoktur. Çoğunluğu aynı dili konuşan, bir olan Allah'a iman eden, Peygamberimiz (sav)'e gönülden teslim olmuş ve içten bir saygıyla O'nu seven, özleri, kanları, canları bir olan Türk-İslam toplumları için birlik olmak büyük bir kolaylık ve nimettir. Bu milletler arasındaki mevcut ayrılık ise, son derece suni ve gereksiz bir ayrılıktır. Kafkasya'dan Tanzanya'ya, Fas'tan Fiji'ye kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türk-İslam dünyası birlik ve beraberlik içinde hareket ettiğinde, Allah'ın izniyle, yeniden şahlanacaktır.

Allah, Katından bir nimet olarak samimi kullarının dualarının kabul olduğu ve arzularının gerçekleşmek üzere olduğunu haber veren bazı olaylar yaratır. Peygamberimiz (sav) inkar edenlerden gizlenmek için mağarada oldukları sırada yanındaki arkadaşına “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir” (Tevbe Suresi, 40) demiştir. Peygamberimiz (sav)’in bu tevekküllü ahlakının ardından Allah onların üzerlerine ‘huzur ve güvenlik duygusu’ indirmiştir, görülmeyen ordularla inananları desteklemiş ve inkarcıların inkar çağrılarını alçaltmıştır.
Bugün de samimi müminlerin yapmaları gereken, yerde ve gökte ne varsa her şeyi yaratan, gücü ile tüm insanları emrinde tutan Allah’a güvenmektir. Allah bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Enam Suresinde bildirilen bu ayetin devamında Allah insanların işledikleri fiiller için de şöyle buyurmaktadır:

Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O'dur. Sonra 'en son dönüşünüz' O'nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir. ( Enam Suresi, 60)

İçinde bulunduğumuz ahir zamanda Allah dünya tarihine, ekonomisine, toplumların bugüne kadar kabul ettikleri fikirlere yeni bir düzen getirmekte ve tüm bu kavramları yeni bir yola sevketmektedir. Allah geleceğin büyük gücü olacak Türk İslam Birliğinin gerçekleşeceğini de bizlere çeşitli vesilelerle sürekli müjdelemektedir. Pentagon danışmanı olan uluslararası ilişkiler uzmanı jeo-stratejist George Friedman’ın Türkiye’nin 21. yüzyıldaki konumuna dair söyledikleri de bu müjdelerden biridir. Friedman Türkiye’nin 2020’de dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğini, önce Arap ülkelerinde, ardından Asya, Afrika, Balkanlar ve Kafkaslar’da etkili en büyük bölgesel güç haline geleceğini kitabında kaleme almıştır. Son olarak ülkemizi ziyareti sırasında ise Türkiye’nin yüzünü İslam ülkelerinin liderliğine çevirmesi gerektiğini, bunun için ekonomik olarak yeterli güce ve Osmanlı yeteneğine sahip olduğunu ve asıl AB’nin Türkiye’ye katılmak istemesi gerektiği yönündeki düşüncelerini açıklamıştır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnev-i Nuriye’de ahir zamanda kurulacak yeni medeniyeti şöyle izah etmektedir:

“Saadet getirecek medeniyet, iman ve tevhid nazarıyla bütün kainata uhuvvetle (kardeşlikle) bakacak, bu nitelikteki medeniyet bütün mahlukatı, bilhassa insanları ve bilhassa Müslümanları birbirine kardeşlikle bağlayacaktır.”

Dünyaya saadet getirecek medeniyet Türk-İslam birliği medeniyetidir. Bu gidişat açıkça ortadadır. Yabancı stratejistler veya uzmanların yaptıkları yorumlar Allah’ın samimi kullarına olan vaadinin gerçekleşeceğine dair birer şevk ve ümit vesilesidir. Allah Kuran’ın pek çok ayetinde kullarından dilediğine rızkını genişletip yayabileceğini veya kısıp daraltabileceğini bildirmektedir. Fatır Suresinin ikinci ayetinde ise Allah’ın ‘insanlar için rahmetinden her neyi açacak olsa, artık onu kısıp tutacak olmayacağı’ şeklindeki hükmü açıklanmıştır.

Allah’ın vaadinin yakınlaştığını gören Müslümanlar Peygamberimiz (sav)’in şu hadisine dikkat vermelidirler:

“Allah-ü Teala, Kuran’la amel eden kavimleri yükseltir, onun izinden
gitmeyenleri ise alçaltır.”

Milli Gazete

7 Nisan 2009 Salı

20. yüzyılın putperestleri ve tabiat ana putu

Allah Kuran'da, Kendisinden başka varlıklara tapan, cansız putları ilah edinen insanların varlığından ve elçilerinin bu insanlarla olan mücadelesinden söz etmektedir. Birçok insan geçmişte yaşamış olan ve cansız putlara tapan bu toplumların ilkel bir yaşam sürdüklerini ve bu nedenle böyle bir din anlayışına sahip olduklarını zanneder. Hatta günümüzdeki bazı geri kalmış Afrika kabilelerinin totemlere tapmalarını da, bu toplumların ilkelliği ile bağdaştırır. Oysa Kuran'da puta taptıkları belirtilen toplumların inanç ve bakış açılarını dikkatlice incelediğimizde, günümüz insanlarının bir kısmının yaşayışlarıyla aralarında çok büyük benzerlikler olduğunu fark ederiz. Bu putperest toplumlar nasıl kendilerine cansız heykelleri, tahtadan, taştan yapılmış eşyaları ilah edinmişlerse, günümüzde de cansız maddeleri kendilerine bir nevi ilah kabul eden anlayışlar vardır.

Materyalistler ve evrimciler, aynı geçmiş dönemde yaşamış olan putperestlerin, cansız heykelleri evrenin ve canlılığın var oluşunda güç sahibi gördükleri gibi, şuursuz atomlardan oluşan cansız maddelerin bir güce sahip olduklarını zannederler. Bu cansız maddelerin tesadüfler sonucunda biraraya gelerek kendi kendilerini organize ettiklerini ve son derece kompleks ve kusursuz özelliklere sahip olan canlıları oluşturduklarını iddia ederler.

Dahası, onlara göre evrende meydana gelen her olay yine cansız ve şuursuz atomlardan oluşan "doğa"nın bir işidir. Örneğin evrimcilere ve materyalistlere göre bir kasırga veya bir deprem "doğa"nın karar vermesiyle meydana gelir ve bu olayları anlatırken "tabiat ananın gazabı" veya "doğanın mucizesi" gibi terimler kullanırlar. Ama "doğa" denen gücün ne olduğunu, nereden kaynaklandığını açıklayamazlar. "Tabiat ana" veya "doğa" olarak isimlendirdikleri bu sözde güçler, geçmişte yaşayan putperest toplumların "Toprak Ana", "Bereket Tanrıçası" gibi isimler verdikleri putlarından farklı değildir aslında. Ortadan sadece semboller kaldırılmış, gözle görülmeyen cansız maddeler ve tesadüfler ilah edinilerek, onların yaratma gücüne sahip oldukları zannedilmiştir.

Tesadüfleri, cansız maddeleri, şuursuz atomları yaratma gücüne sahip varlıklar zannetmek elbette ki önemli bir mantık bozukluğudur. Putperestler nasıl cansız putların tüm varlıkları yarattıklarına inanıyorlarsa, evrimciler ve materyalistler de cansız maddelerin kendi kendilerine canlı varlıkları oluşturduklarına inanmaktadırlar. Bu inancın kökeni, cansız maddeleri akıl ve irade sahibi, karar alabilen ve bu kararları uygulayabilen varlıklar olarak kabul etmeye kadar gitmekte ve böylece aslında herşey ilah olarak görülmektedir.

Evrimcilerin yeryüzünde var olan milyarlarca canlı ile ilgili anlatabilecekleri bu tür sayısız hikaye vardır. Ve bu hikayelerin tümünde dikkat çeken ortak nokta, canlıları oluşturan cansız atomların veya içinde yaşadıkları cansız doğanın aklı, şuuru ve bilinci olduğuna yöneliktir. Anlattıkları tüm bu senaryoyu, "doğal seçilim", "rastlantısal mutasyonlar", "coğrafi izolasyon" gibi bilimsel görünüm sağlayan terimlerle süslerler. Ama sonuçta savundukları şey, doğayı oluşturan cansız maddelerin kendi kendilerine kusursuz canlılar yaratabildikleri iddiasıdır.

Doğada çok açık bir mükemmellik, bir sanat vardır. Ancak bunun doğaya atfedilmesi çok saçmadır. Söz gelimi insana zevk veren bir tablo her zaman için bir ressamın varlığını gösterir. Mükemmel bir sanat eseri olan bir tabloyu inceleyen birisi tablodan aldığı zevkle "boyalar ne güzel resimler yapmış, ne güzel desenler yaratmış" demeyecektir. Boyaların kendiliklerinden resim yapmaya hiçbir güçleri olmadığı, bir ressam tarafından bilinçli olarak uygulandıkları ortadadır.

Aynı şekilde doğa da üstün akıl sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. Kaya, toprak, hava ve su gibi cansız maddelerden meydana gelen doğa; yaşamın devamı için gerekli doğa kanunlarını, yaşamın temelinde bulunan "bilgi"yi, birbirinden üstün yaratılış harikalarıyla donatılmış milyonlarca canlı türünü, bir tavus kuşunun tüylerindeki mükemmel renk ve desenleri ve kendisini merak edip araştıran bilim adamlarını varedemez. Doğa, içindeki tüm canlı ve sistemlerle tüm bunları yaratmaya güç yetiren, sonsuz kudret ve akıl sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını işaret eder. Allah sonsuz bilgi ve kudretiyle doğayı varetmiştir ve onu her an ayakta tutmaktadır.

Milli Gazete