Çok değil, bundan tam 10 yıl önce, Türkiye’nin ileride lider ülke olacağından bahsedildiğinde “Hayal kuruyorsunuz”, “Amerika varken Türkiye nasıl lider ülke olsun?”, “Türkiye’nin lider olmasına Amerika ne der?” diyen sesleri hala duyar gibi oluyorum.
Oysa şu an dünyanın bir çok ülkesi gibi Amerika Birleşik Devletleri de ekonomik krizle boğuşuyor. Amerikan halkının büyük bir kısmı çorba kuponu ile geçimini sağlıyor, evsizlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, halk çok pahalı olan sağlık hizmetlerinden yeteri kadar faydalanamıyor. Ekonomik olarak can çekişen Amerika, mecburen askeri harcamalarda da kısma yoluna gittiği için artık eskisi gibi liderlik iddiasında bulunup ülkelerin iç işlerine pek fazla müdahale edemiyor. Ne eskisi gibi asker gönderecek, ne de o bölgelere para harcayacak gücü kalmadı. Bütçe anlaşmazlığı nedeniyle hükümetin kapanması turizmi de etkilemişti. Öyle ki yüzlerce turistik alandan biri olan Özgürlük Anıtı bile kapatılmıştı. Her ne kadar şimdi tekrar ziyarete açılmış olsa da, o dönemde Özgürlük Anıtı’nı görmek için Amerika’ya gelen turistler, hayatları boyunca o günü beklediklerini söyleyip, yaşadıkları hayal kırıklığını vurgularken, aslında bir zamanların rüyalar ülkesi olan Amerika’nın artık zannettikleri gibi “süper güç” olmadığını, taşların yerinden oynadığını, dünyadaki dengelerin değiştiğini daha iyi anlıyorlardı.
Türkiyenin ise her geçen gün yıldızı daha da parlıyor. Laik ve demokrat yapısıyla Türkiye, tüm dünya ülkelerinin ağabeyliğini yapacak en ideal ülkedir. Osmanlı gibi bir tarihi tecrübesi olan bu millet, tüm insanlığın hadimi olmaya namzettir. Türkiye dünya devletlerine, en rahat, en huzurlu, en güvenli yaşayacağı bir ortam tesis etme yeteneği sahiptir. Sadece belirli bir toplumun, bir kesimin, etnik bir kökenin, bir inancın değil Kuran ahlakının emri gereği herkesin hakkının koruyucusu olacaktır. Kısacası; Türkiye’nin öncülüğünden sadece Türk Milleti veya Müslüman alemi değil, tüm insanlar fayda göreceklerdir.
18 Aralık 2013 Çarşamba
11 Aralık 2013 Çarşamba
Tarih tekerrürden mi ibaret ?
Geleneksel, sosyal ve dijital medyada gündemin sürekli değişmesi bizi yanıltmamalı, Suriye’deki Müslümanların yaşadığı sıkıntıları unutmamalı, unutmamalıyız. Suriye’de hala kadın, çocuk dinlemeden, sivil halk keskin nişancılar tarafından hedef alınıyor.
Müslüman coğrafyada yaşayan bir insan, mümin kardeşine bunu nasıl yapabilir? Kardeşler arasında dostluk, sevgi, işbirliği yapmak varken düşmanlık, nefret ve cinayet neden? Elbette şeytanın etkisinden. Hazreti Adem’in oğulları, Habil ve Kabil de kardeş değil miydi ? Kabil de nefsinin tahriklerine kapılarak şeytana uymuş, kardeşini şehit etmemiş miydi?
Hepimiz biliriz Habil ve Kabil'in hikayesini. Hazreti Adem’in iki oğullarından biri olan Kabil, aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı, kardeşi Habil’i öldürmüştü. İşte tarih boyunca savaşa doymayan, hep daha fazla kan isteyen insanlık, ilk şehide bu olayla şahit olmuştu.
Asıl şaşırtıcı olan ise bu olayın Suriye'nin başkenti Şam'ın yakınında Kasiyun dağında gerçekleşmesiydi. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü boşuna söylenmemiş olsa gerek. Tıpkı o gün gibi, bugün de aynı bölgede Müslümanım diyen insanlar sevgiyi değil nefreti istiyorlar. “Benim gibi düşünmeyen insan yok olsun” diyerek kardeşlerini katletmekten çekinmiyorlar. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen işte tam da o yerde (Kasiyun dağında)! Değişen sadece zaman ve kullanılan silahlar olmuş; o gün Kabil kardeşini öldürmek için sadece bir taş kullanırken, bugün Müslümanlar kardeşlerini öldürmek için konvansiyonel silahlar kullanıyorlar.
İnşaAllah en kısa zamanda Kabil gibi bugünkü Müslümanlar da yaptıkları hataları anlayıp kardeş katliamlarından vazgeçerler. Kuran’da şeytanın etkisinden kurtulan Kabil’in hatasını anlayıp yaptığından pişman olmasını şu şekilde anlatılır.
Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. Derken, Allah, ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun" dedi. "Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" Artık o, pişman olmuştu. (5/31)
Dolayısıyla yanlış fikri olan insanları, dışlayarak cezalandırmak doğru bir yöntem değildir. Bu zihniyetteki insanlara kızmak, lanet okumak yerine, onlara doğruyu göstermeli, sevgiyi, merhameti, barışı, İslam ahlakını öğretmeliyiz. Böylelikle bazı insanlar çözümün “öldürmek daha çok öldürmek” değil, çözümün “sevgi, sadece sevgi” olduğunu öğrenmiş olacaklar.
Müslüman coğrafyada yaşayan bir insan, mümin kardeşine bunu nasıl yapabilir? Kardeşler arasında dostluk, sevgi, işbirliği yapmak varken düşmanlık, nefret ve cinayet neden? Elbette şeytanın etkisinden. Hazreti Adem’in oğulları, Habil ve Kabil de kardeş değil miydi ? Kabil de nefsinin tahriklerine kapılarak şeytana uymuş, kardeşini şehit etmemiş miydi?
Hepimiz biliriz Habil ve Kabil'in hikayesini. Hazreti Adem’in iki oğullarından biri olan Kabil, aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı, kardeşi Habil’i öldürmüştü. İşte tarih boyunca savaşa doymayan, hep daha fazla kan isteyen insanlık, ilk şehide bu olayla şahit olmuştu.
Asıl şaşırtıcı olan ise bu olayın Suriye'nin başkenti Şam'ın yakınında Kasiyun dağında gerçekleşmesiydi. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü boşuna söylenmemiş olsa gerek. Tıpkı o gün gibi, bugün de aynı bölgede Müslümanım diyen insanlar sevgiyi değil nefreti istiyorlar. “Benim gibi düşünmeyen insan yok olsun” diyerek kardeşlerini katletmekten çekinmiyorlar. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen işte tam da o yerde (Kasiyun dağında)! Değişen sadece zaman ve kullanılan silahlar olmuş; o gün Kabil kardeşini öldürmek için sadece bir taş kullanırken, bugün Müslümanlar kardeşlerini öldürmek için konvansiyonel silahlar kullanıyorlar.
İnşaAllah en kısa zamanda Kabil gibi bugünkü Müslümanlar da yaptıkları hataları anlayıp kardeş katliamlarından vazgeçerler. Kuran’da şeytanın etkisinden kurtulan Kabil’in hatasını anlayıp yaptığından pişman olmasını şu şekilde anlatılır.
Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. Derken, Allah, ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun" dedi. "Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" Artık o, pişman olmuştu. (5/31)
Dolayısıyla yanlış fikri olan insanları, dışlayarak cezalandırmak doğru bir yöntem değildir. Bu zihniyetteki insanlara kızmak, lanet okumak yerine, onlara doğruyu göstermeli, sevgiyi, merhameti, barışı, İslam ahlakını öğretmeliyiz. Böylelikle bazı insanlar çözümün “öldürmek daha çok öldürmek” değil, çözümün “sevgi, sadece sevgi” olduğunu öğrenmiş olacaklar.
4 Aralık 2013 Çarşamba
Arakan'daki çocukların suçu ne ?
Arakan halkının yaşadığı zulmü, daha
önceki yazılarımda ve televizyon programlarımda defalarca dile getirmiştim. Fakat
Arakan’da halen birşey değişmedi; Kendilerini Budist olarak adlandıran devlet destekli
çeteler, Müslüman köylerine saldırıyor, yakıp, yıkıp, yağmalıyor, bir çok masum
insanı gerekçe göstermeden tutukluyorlar. Şimdi de masum, hiç birşeyden
habersiz çocukları hedef almaya başladılar. Yağmalamalardan sonra ortada kalan
çocukları, ellerini bacaklarının altından geçirtip bağlayarak sokaklarda yarı
çıplak bir vaziyette bırakıyorlar. Bu şekilde elleri ayakları bağlı olan çocuklar
günlerce aç susuz bekletiliyor. Kimi açlıktan ölüyor, kimi yaklaşık 10 derece
olan soğuğa yenik düşüp donarak ölüyor.
Çeşitli haber ajanslarına konuşan
Arakan halkı bu konuda şöyle diyor; “Bu vahşetin en acı tarafı ise, dünyanın gözleri
önünde hep yaşanmasıdır. Bizler hakkında dünya insan hakları örgütleri kör
durumda. Bu insanlık ihlalleri eğer Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olsaydı,
dünyada yer yerinden oynardı. Ama konu biz olunca neden dünya sessiz kalıyor?
İslam İşbirliği Teşkilatının Arakan’ı ziyaret etmesi, bizim yaşadıklarımız
bakımından hiç bir şeyi değiştirmedi. Bilakis Budist çeteler, Rahip ve
Hükümetten destek alarak bizlere daha çok saldırmaya başladı. Hatta onların
gelişinden dolayı bize öfke ve kinleri daha çok arttı.”
Tabi ki Arakan halkı bu demeçleri
verirken bile tedirginler, zira can güvenlikleri tehlikede olduğu için
isimlerini gizlemek mecburiyetinde kalıyorlar. Aksi takdirde Budist çeteler
tarafından tespit edilip yok edileceklerini düşünüyorlar. Peki, Arakan'daki
çocukların suçu ne? Tüm dünya insanları
gibi biz de oturup bu zulmü seyredecek miyiz ? Elbette ki İslam ahlakı gereği duyarsız
kalamayız. Her türlü imkanımızı kullanıp sık sık bu zulmü dile getirmeli, bir
an önce İslam Birliği oluşması için dua etmeli, bu talebimizi her yerde
dillendirmeliyiz.
27 Kasım 2013 Çarşamba
Alkış mı bekliyorsunuz?
Her insanın hayatta örnek aldığı, benzemeye çalıştığı kişiler
vardır. Oysa insanın asıl özenmesi, benzemek için gayret göstermesi gereken
kişiler, Mübarek Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve Kuran’da örnek olarak
gösterilen diğer peygamberlerdir. Esas olan hal ve tavırlarımızda, aldığımız
kararlarda ve ahlak anlayışımızda gücümüzün yettiğinin
en fazlasıyla, elimizden ne geliyorsa, bu
mübarek kullara benzemek için gayret göstermektir. Zira bizim yaratılış amacımız Rabbimiz'in
rızasını, rahmetini ve cennetini kazanabilmektir.
Peygamberler çok fazla zorluk yaşamış, iftiraya uğramış, dinsizler,
müşrikler, münafıklar tarafından baskıya maruz kalmış, çeşitli tuzaklarla
karşılaşmışlardır. Kimi zaman bu mübarek insanlara deli kimi zaman büyücü gibi
iftiralarda bulunulmuş, hiç suçları olmadığı halde yıllarca hapislerde yatmak
durumunda bırakılmış, kimisi ateşe atılmış, kimisi de kavmin önde gelenleri
tarafından şehit edilmiştir.
Peygamberlerin
ahlakına baktığımızda her koşulda mutlaka Allah’ın rızasını gözettiklerini, hangi şart altında
olurlarsa olsunlar tavırlarının asla değişmediğini görüyoruz. Peygamberler Allah’ın
kendilerini denemek için yarattığı özel çileli ortamlardan hiç bir şekilde şikayetçi
olmamış, karşılaştıkları zorluklar onların her zaman Allah’a olan yakınlıklarını
ve teslimiyetlerini artırmış, kararlı mücadelelerinden asla vazgeçmemişlerdir.
Bugün biz de İslam ahlakının tüm
dünyaya yayılması için yaptığımız bu fikri mücadelede Peygamberlerin yaşadığı
gibi zorluklara maruz kalabilir, çeşitli tuzak, fitne ve iftiralar ile
karşılaşarak zorluk ve çile dolu bir yaşantı sürebiliriz. Ama bu bizi asla
yıldırmamalı, aksine doğru bildiğimiz değerleri anlatma konusunda kararlı ve
cesur olmalıyız, insanların ve toplumların rızasını gözetmemeli, hak yolunda
kimi zaman yığınları karşımıza almamız gerekse bile, mutlaka adaletten yana
tavrımızı koymalıyız. Kısacası, önümüze
çıkan engellerden asla yılmamalı, yaptığımız işlerden alkış beklememeliyiz.
20 Kasım 2013 Çarşamba
Firavunlar, Nemrutlar mutlaka olmalı
Günümüzdeki bir
çok insan kendisinin iyi bir insan olduğunu, çevresi tarafından tam olarak
anlaşılamadığını söyler ve bu durumdan sürekli yakınır. Tamam diyelim ki güzel
ahlaklı bir kişisiniz... Herkesin sizi iyi olarak bilmesini, yaptığınız
iyiliklerin görülmesini istiyorsanız, hatta size karşı herkesin mükemmel
davranmasını, büyük kitleler tarafından takdir edilmeyi, olumsuz bir olayla
karşılaşmamayı bekliyorsanız sonunda
hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.
Çünkü biz bu
dünyaya imtihan olmaya geldik. İyilerin ve kötülerin ayrılması için özel bir sınava
tabi tutuluyoruz. Bu Allah’ın bir sünneti, Adetullahı... Rabbimiz, bu sırrı
bizlere Kuran’daki ayetlerde “Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsınız” şeklinde
bildirilmiştir.
Örneğin
Peygamberimiz (sav), yaptığı mücadelelerde o dönemin müşrik toplumu tarafından
hiç bir şekilde takdir görmemiştir, aksine yaptığı onca güzelliğe rağmen
kavminden genellikle düşmanlık görmüş,
ağır baskı ve saldırılara uğramıştır.
Üzerine deve işkembesi, dikenli çalı atılmıştır. Fakat Peygamberimiz
(sav)’in karşılaştığı zahiren olumsuz gibi görünen olaylar mübarek
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’ın Allah katındaki manevi derecelerini
yükselmiştir. Peygamberimizin yaşadığı imtihanlar, Peygamberliğinin bir gereği olarak Allah tarafından özellikle yaratılmıştır. Peygamberimizin üstün ahlakının görülmesi için Uhud savaşı, Hendek savaşı mutlaka olmalıdır, inkarcılar, ateistler, müşrikler, münafıklar mutlaka bulunmalıdır. Müslümanlara muhalif kişiler imtihan gereği mutlaka olacaktır, ihlaslı müminleri yok etmeye, dağıtmaya çalışanlar çıkacaktır, Müslümanların İslam ahlakını tüm dünyaya yaymak için yaptıkları hayırlı faaliyetleri engellemeye çalışanlar çıkacak ki mücadele ortamı olsun.
Bu yüzden Müslümanın karşıtı olması da yine Müslüman için bir nimettir.
Nimet olan bir şeyi külfet olarak görmemiz yanlış olur. Bu nedenle Müslüman her
zorluğu kendisi için bir sevap kaynağı olarak görmelidir. Bu bakış açısıyla bakan
Müslüman karşılaştığı zorlukları, haksızlıkları, imtihanları değerlendirerek
kendisine “ırmak” gibi sürekli sevap akmasına vesile olur.
Biz aynı zamanda, cennete
girmeden önce dünyaya eğitilmeye geldik.
Eğitim için Nemrutlar, Firavunlar
gibi zalimlere ihtiyaç vardır. Eğitim için kötü insanların, kafirlerin,
münafıkların, müşriklerin olması gerekir. İnsanlar, iyi ile kötüyü, güzel ile
çirkini kıyasladıklarında aradaki farkı çok net görürler.
Kötü olursa iyinin kıymeti
ortaya çıkar, Firavun olursa Musa’nın değeri anlaşılır. Kısacası;
dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak Firavunların ve Nemrutların
mutlaka olması gerekir.
13 Kasım 2013 Çarşamba
Tunus için formül nedir?
Eskiden Tunus denildiğinde, genellikle halkın çok
muhafazakar olduğu, dinlerini rahatlıkla yaşadıkları düşünülürdü. Oysa durum dışardan
göründüğü gibi değildi. Tunus halkı Bin Ali’nin 23 yıllık diktatör rejimi
içinde dinlerini rahat yaşayamadıklarını, aksine hep engellendiklerini, ancak devrimden sonra dinlerini rahat yaşamaya
başladıklarını, yeni neslin bundan sonra daha dindar ve özgür yetişeceğini
umduklarını dile getiriyorlar.
Tunus halkı gelecekten umutlu, kavga, çatışma, gerginlik
değil, özgürlük, demokrasi ve sükunet istiyor. Diktatör rejimi ile günümüz
kıyaslandığında Tunus halkı artık daha fazla ifade özgürlüğüne sahip, fakat
yaklaşık 3 yıl önce sokaklara dökülen halk istediklerini tam anlamıyla elde
etmiş değil, bir başka deyişle devrim Tunus halkına tam anlamıyla istediğini vermedi.
İşsizlik hala devam ediyor. Muhalefette
ve medyanın çeşitli katmanlarında eski rejimin kalıntıları hala var. Eski rejim
devam ettikçe Tunus’a tam anlamıyla demokrasi gelemez. Adil seçimler yapılır,
İslami bir parti kazanırsa Tunus’taki demokrasi geçişi büyük bir tehlikeyle
karşı karşıya kalabilir, her ne kadar halk istemese de tıpkı Mısır’daki gibi
bir darbe söz konusu olabilir.
Genç nüfusun beklentilerini karşılayacak formül şu anki
hükümetin elinde yok. Nahda değil kim başa gelirse gelsin çözüm olmaz, bu
şekilde Tunus’a tam anlamıyla demokrasi gelmez.
Güzel bir gelişme olarak şu an Tunus’taki devrimci
gençlerin büyük çoğunluğu birleşmekten yana. Örneğin, genç devrimci Ahmet Çelebi
birleşme isteğini şu şekilde dile getiriyor;
“Devrimin en
önemli ideali onurlu ve özgür bir hayat sürmekti. Seçimlerin sonucunda görüldü ki
halkımız tek çare olarak İslam’ı görüyor. İslam dünyası birleşmeli, Müslümanlar
tek vücut olmalı, Seleficisiyle, Nahdacısıyla tüm Müslümanlar birleşmelidir, ayrı
olduğumuzda bundan en fazla İslam düşmanları faydalanır” diyor.
Gerçekten de Tunus için sihirli
formül Müslümanların birleşmesidir. Tunuslu gençler İttihad-ı İslam’ı istemeye devam etsinler, zira Müslümanların
birleşmesi sadece Tunus için değil Filistin, Mısır, Fas, Cezayir, Libya,
kısacası tüm Ortadoğu, İslam dünyası ve diğer ülkelerin kurtuluşu, mutluluk ve
refahı anlamına gelir.
6 Kasım 2013 Çarşamba
Hücreleri besleyen kan mıdır, sevgi mi?
İnsan her ne kadar bedenini sahiplense de ruhu alıp başını
gittiğinde “ben” sandığı
bedeni çaresizce olduğu yere yığılıp kalıyor. Demek ki
ruh, tüm bedene hakim.
Şimdi size bilmediğiniz bir sır vereceğim. Hücrelerimiz sadece
kanla beslenmezler, sevgi de en az kan kadar hayati bir ihtiyaçtır onlar için. Aynı
şekilde ruhumuz da hücrelerimiz gibi iman ve sevgiyle beslenir. -Allah’ın
izniyle- ruhumuz sevgiyi yakıt olarak kullanıp hücrelerimizi ve bedenimizi besler,
canlı ve zinde tutup, hayatta kalmalarını sağlar. Ama nedense insanların çoğu bu
gerçeği göz ardı ederek yaşamayı tercih ediyorlar.
Yolda giderken insanların gözlerini dikkatlice inceleyin, büyük
bir çoğunluğunun sevgisiz ve bomboş baktığını göreceksiniz. Hasetlik,
kıskançlık, güvensizlik, rekabet ruhu, gelecek korkusu, Alllah’a
teslimiyetsizlik, hepsi birleşince bu gerilime, ne gözleri, ne ruhları, ne de
bedenleri dayanabiliyor. Doğal olarak insanın hücreleri de isyan ediyor. Bakışı,
sesi, sağlığı, mantığı da bozuluyor. Hayattan zevk alamaz hale gelip
insanlardan öfke duymaya başlıyor.
Nefislerine uyarak sevgisizliği yaşayan bu kişiler, yaşamları
boyunca kendilerine ve çevrelerine hem maddi hem de manevi yönden zarar
veriyorlar. Böyle kişilerin bakışları tıpkı ölü bir balığın bakışı gibi donuk
hale geliyor. Sevgisiz, ruhsuz, sanki robotlaşmış gibi...
Sevgisiz bir yaşamda, insanın fıtratı bozuluyor, ruh mahvoluyor,
yapamıyor, bedenden hemen kurtulmak istiyor. İstedikleri
mutluluğu yanlış kavşaklarda arayan bu tarz kişiler bir anlamda ruhlarını öldürerek, zamanla
sinirsel ve bedensel bozukluklar da yaşamaya başlıyorlar. Bu zihniyet ve bakış açısına sahip kişilerin bir
süre sonra eti, kemiği çürüyor, saçı zayıflıyor, sağlığı bozuluyor, Aklı gidip, beyni çalışmaz hale geliyor.
Yaşadığı sevgisizlik, şefkatsizlik hücrelerini öldürüp toksin etkisi yapıyor. En sağlam vücut bile bu sevgisizliğe
dayanamıyor. Beyninin fonksiyonları bozuluyor ve hatta insan düşünme
kabiliyetini bile yitirebiliyor.
Sevgisiz ve imansız kişiler hiçbir şeyden zevk alamaz
çevresindeki nimetleri göremez hale geliyorlar. Yaptıkları tek şey içlerindeki
sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak oluyor. İşte iman gidince, sevgisizlik tüm vücudu
kaplayıp insanın bünyesini kolaylıkla çökertiyor.
Kısacası; Sevgisizlik ve imansızlık insanların hücrelerini öldürüyor, kanını
donduruyor, aklını örtüyor. Böyle insanlardan oluşan toplumda sevgi, saygı kalmıyor,
sanat ölüyor, demokrasi yok oluyor, ekonomi bozuluyor. Başka bir deyişle dünyadaki tüm sıkıntıların
temel nedeni sevgisizlik... Sevgisiz insanlar, içinde bulunduğu toplumu ve
ülkeyi, tüm dünyayı felç ediyor. O halde hücrelerimizi
sadece kanla değil sevgi ve imanla besleyelim artık...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)